Gerçekliği Algılamada En Güvendiğimiz Araç Olan Gözlerimiz Bizi Nasıl Bir İllüzyonun İçine Hapsediyor?
bir insan kör olduğunu nasıl anlayamaz?
hayatımızdaki en rutin eylemlerimizden biri görmek. bize o kadar doğal gelir ki, bir şeyi görene kadarki süreçte başımıza gelenlerden haberdar değilizdir. oysa dünyayı algılayışımızın önemli bir kısmı gözlerimiz sayesinde olur. beynimizin yaklaşık üçte biri görmeye adanmıştır. bir olayın yada nesnenin gerçekliğini sorgularken bile gözle görmekten bahsederiz. bilmediğimiz şey ise gözlerimizin bizi ne kadar yanıltabileceğidir.
gözlerimiz açıkken karşımızda duran hemen her şeyin farkında olduğumuz yanılgısına kapılırız. ancak işin aslı gözümüze çarpan çoğu şeyin farkında değiliz. örneğin yemek yerken masadaki bardakları görüyoruzdur ancak biri masada kaç tane bardak olduğunu sorduğunda duraksarız. biri sorana kadar ona dikkat etmemişizdir. hatta insanı hayrete düşürecek kadar büyük olan değişimleri bile fark etmeyiz kimi zaman.
yoldan geçen insanlara adres soran ve insanlar fark etmeden yardımcısıyla yer değiştiren deneyci amcanın şu videosunu izlemişsinizdir.
insanların bir nesnedeki değişimi görebilmeleri için ona dikkat etmeleri gerekir. gözleri bir şeye dikmek onu görmek demek değildir. zaten öyle olsaydı sihirbazlık diye bir şey olmazdı (biraz vakit ayırıp yazının sonundaki ted konuşmasını izlemenizi öneririm).
gözlerimize gözümüz kapalı(!) güveniriz ama aslında beynimiz, görme sistemi uyaranını birden fazla şekilde yorumlayabilir. hatta farklı yorumlamayı da aşıp zaman zaman kendisi görüntü uydurabilir. üstelik bunu hemen şu an test edip kendimiz görebiliriz. lise yıllarından gözlerimizin kör noktaları olduğunu hatırlıyoruzdur. hani şu gözlerimizin arkasında kalan ve fotoreseptörlerin bulunmadığı dolayısıyla görüntünün oluşmadığı yer. peki neden günlük hayatımızda görüşümüzdeki bu boşlukları fark etmiyoruz? üstelik bu kör noktalar küçük de değil devasa boyutlardayken... öyle ki gece gökyüzündeki aydan tam 17 tanesi bu noktaya sığabilmektedir. biz bunu fark etmiyoruz çünkü 2 gözümüz var ve her ikisindeki kör nokta konumları birbirleriyle çakışmıyor. yani iki gözümüz açıkken sahne kesintisizdir. buna göre tek gözümüzü kapayınca görüşümüzde boşluk olması gerekir ancak yine olmaz. bu tamamen beynimizin bir hüneri. beynimiz kör noktadaki eksik bilgiyi kendisi tamamlar, bir nevi uydurur.
şöyle
yukarıdaki görüntüde sol gözümüzü kapatıp sağ gözümüzü artı işaretine sabitlediğimizde, resmi yüzümüze yaklaştırıp uzaklaştırırsak bir yerde dil çıkaran surat ifadesini artık görememeye başlarız. çünkü surat sağ gözümüzün kör noktasına denk gelmiştir. buraya dikkat! surat kaybolduğunda onun yerinde beyaz ya da siyah bir boşluk görmeyiz, çünkü beynimiz fondaki desenden örülü bir yama icat etmiş, o noktayla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmadığından, çevredeki fonu alıp boşluğu onunla doldurmuştur. orada olanı değil beynimiz ne isterse onu algılamışızdır.
benzer şekilde bir şeyi hareket ederken görmemiz, onun gerçekten hareket ettiği anlamına gelmez.
örnek olarak şu
ve şu gibi şekiller
beynimizdeki hareket algılayıcılarını doğru biçimde uyararak durağan görüntüleri hareket ediyormuş gibi görmemize neden olur.
buradaki yanılsamaların ortaya çıkma nedeni, şekillerdeki keskin gölgelemenin görsel sistemdeki hareket algılayıcılarını uyarmasıdır.
sanılanın aksine görmek sadece gözle yapılabilen bir eylem değildir. absürd gelecek belki ama insanlar pek ala diliyle de görebilir. üstelik bunun canlı örneği de mevcut. evet diliyle görebilen bir adam: eric weihenmayer. kendisi 13 yaşından beri gözleri görmeyen bir kaya tırmanıcısı. everest dağı’na tırmanan ilk görme engelli dağcı. tırmanışlarını 600 tane elektrot içeren küçük bir levha parçasını ağzında taşıyarak gerçekleştiriyor. bu levha parçası video girdisini bir elektriksel uyarı örüntüsüne çevirip dil yüzeyine karıncalanma hissine neden olarak etrafı algılamayı sağlıyor. eric, dilin bu şekildeki uyarımını başlangıçta tanımlanamaz kenarlar ve şekiller olarak algıladığını ancak uyarımı daha derin bir düzeyde tanımayı hızla öğrendiğini ifade etmiş.
beynimiz, çevreyle olan etkileşimimiz ve yaşam süresince maruz kaldığımız dünyevi deneyimler sayesinde bir içsel model oluşturur. beyin, belirli koşullarda belirli bir iş yapmaya niyetlenmemiz durumunda neler olacağının bir içsel simülasyonunu gerçekleştirir. dolayısıyla o işi yaptığımızda başımıza geleceklere dair çeşitli beklentiler oluşturur. biz eylemi gerçekleştirmeye başladığımızda beynimiz oluşturduğu beklentileri, gelen duyusal verilerle eşleştirmeye başlar. görme korteksimiz, retinamızdan akan verilerle önceki beklentiler arasındaki farkı rapor eder. bu beklentisi kurulmamış bilginin içsel modelimiz üzerinde yaptığı ayarlamalar sayesinde gelecekteki olası uyumsuzluk azaltılmış olur. çünkü beyin bu hatalara dikkat ederek içsel modeli geliştirme şansı bulur.
bu bizi şu ürkütücü sonuca götürüyor: çevremizin farkına ancak duyusal girdilerin beklentilerle çeliştiği zamanlarda varırız. dünya, beklentilerimizle uyuştuğunda farkındalığa gereksinimimiz yoktur. çünkü beyin işini gayet iyi biçimde görmektedir. örneğin bisiklete binmeyi ilk öğrendiğimizde epeyce bir bilinçli konsantrasyona gereksinim duyarız ama bir süre sonra duyusal beklentilerle motor eylemler kusursuz biçimde uzlaşınca bisiklete binmek bilinç gerektirmeyen bir hal alır. bu nedenler bir şeyler değişmedikçe (kuvvetli rüzgar esmesi, lastiğin patlaması gibi) ne hareketlerimizin ne de aldığımız duyuların farkındayızdır.
algıladığımızı düşündüğümüz dünyanın büyük kısmı aslında içsel modelimizdir. hayatımız rutinleştikçe beynimiz kendini minimum enerji tüketecek şekilde ayarlar. (daha önce şu entry'de rutin hayatın zaman algımızı nasıl değiştirdiğinden bahsetmiştik: #40985544) dolayısıyla sürekli bütün bir dış dünyayı algılamak yerine, farklı dış verilerce içsel modeli ayarlamaya çalışır. bu açıdan bakıldığında uyanıklıkla uyku arasındaki fark, uyanıkken gözlerden gelen verilerin algıyı sabitlemesinden ibarettir. uykumuzdaki görüş (rüya), gerçek dünyada herhangi bir şeye sabitlenemeyen bir algıya işaret ederken, uyanma algısı da gözümüzün önündekilere biraz daha fazla adanmış olduğunuz bir rüya görme deneyimini andırır. yani rüya görmemizle gerçek görme eylemimiz arasındaki fark, gözlerimizden gelen veriler sayesinde beynimizdeki içsel modelimizin sabitlenmesidir. bu olunca algıladığımız şeye gerçek diyoruz, olmadığında ise rüya, halüsünasyon.
bu sistemin arızalanması sonucunda ortaya çıkan rahatsızlık ise charles bonnet sendromu’dur. bu hastalıkta görme yetilerini kaybeden kişiler, gerçek olmadığını bildikleri nesneleri görürler. anton sendromunda ise daha şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkar. beyin kanlanmasındaki bir soruna bağlı olarak körlüğün geliştiği bu hastalıkta hasta görmediğini inkar eder! hastane yatağının çevresinde toplanmış doktorlar hastaya yatağın çevresinde kaç kişi olduğunu sorduklarında, aslında 7 kişi oldukları halde, 4 kişi cevabını alırlar. bu insanların yaptıkları kör değilmiş gibi davranmak değildir. kör olmadıklarına yürekten inanmakta ve durumlarını yürekten inkar etmektedirler. bir insan kör olup olmadığını nasıl anlayamaz?
hastalar görme olduğunu sandıkları bir deneyim yaşamaktadırlar gerçekten de. ancak görüntü tümüyle içeride üretilmektedir. anton sendromlu hastalarda sık görülen bir durum da, hastalığa neden olan beyin kanlanması gerçekleştikten bir süre sonrasına kadar tıbbi yardıma başvurmamalarıdır, çünkü kör olduklarının farkında değillerdir. bir şeylerin ters gittiğini anlayana kadar genelde birkaç eşyaya çarpmaları gerekir. beyin kanlanmasında yaşanan sorunlardan dolayı dış veriler doğru yerlere ulaşamamakta, hastanın yaşadığı gerçeklik duygusu da, büyük ölçüde beynin ürettiğiyle sınırlı kalmaktadır. bu gerçekliğin gerçek dünyayla pek az bağlantısı kaldığından, yaşanan deneyimin rüya görmekten farkı kalmamıştır.
beynimiz dış dünyayı ne görüyor ne de duyuyor. beynimiz kafatasımızın içinde karanlık, ıslak ve sessiz bir ortamda, dış dünyadan tamamen izole bir şekilde durmaktadır. görüp görebileceği tek şey, farklı veri kanallarından gelen elektrokimyasal sinyaller. bu sinyalleri ustalıkla işleyerek bizim şu an içerisinde bulunduğumuz anı algılamamızı sağlıyor. ancak asıl mesele şu: beynimiz işlediği bu veriyi nereden aldığımızı bilmiyor ve umursamıyor. yalnızca hangi bilgi gelirse gelsin bilgiyi nasıl işleyeceğini biliyor. dolayısıyla gözlerimiz kapalıyken beynimizdeki görme merkezini harekete geçiren bir sinyal aldığımızda gerçekten de görme eylemini yaşarız. ya da üzerimize giydiğimiz bir giysinin, etraftaki ses dalgalarını titreşimsel bir uyarı örüntüsüne çevirip derimizde titreşim hissi yaratması, bir süre sonra beynimizin etraftaki sesleri anlamlandırmasını sağlıyor. aynı şekilde dilimizdeki elektrot etrafımızı görmemize olanak sağlıyor. üstelik bu işlemler bilinçaltı seviyesinde gerçekleşiyor. yani bizim çabamıza ve farkındalığımıza bağlı bir şey değil. dilimizle görüp, derimizle duyabiliyoruz. yakın gelecekte duyulara bağlı engellerin ortadan kalkması çok olası görünüyor.
ek: https://www.ted.com/…the_art_of_misdirection#t-9825
not: bu yazıyı yazarken incognito kitabı, the brain belgeseli ve birkaç ted konuşmasından faydalandım.