Bukowski'nin, Ne Yapıp Ne Edip Ölmeden Hemen Önce Tamamladığı Son Kitabı: Pulp
Nedir, ne değildir?
amerikan tarzı fallik edebiyat yapan charles bukowski'nin alışılagedik üslubunun biraz olsun dışına çıktığı “pulp” adlı nadide romanı, yazarın eserleri arasında farklı bir yerde durur. bu öyle bir kitaptır ki modern türk edebiyatının gözde yazarlarından alper canıgüz'ün yazarlık uğraşına ilham kaynağı olmuştur. yıllar evvel katıldığı bir televizyon programında izlemiştim, çok uzun zaman oluyor. ama aklıma canıgüz'ün bu kitabı üşenmeyerek yanında getirdiği, çıkarıp masanın üstüne koyduğu ve övdükçe övdüğü anlar geliyor. sanırım o programı bu ülkede alper canıgüz'ün kendisi de dahil bir tek ben hatırlıyorumdur. keşke kendisine ulaşma şansım olsa ya da şu yazıyı bir şekilde okuyup “evet, o programı hatırlıyorum” dese de sallamadığımı bizzat kendisi onaylasa. gerçi buna neden ihtiyaç duydum bilmiyorum, o da ayrı mesele…
eğer bir kitapta hâlâ bodoslama hayatın anlamını arıyorsanız, o iş pulp'ta yok. bu kitapta arayacağınız şey, anlam değil… ucuz viski, ölmeye niyetli bir dedektif ve tanrı'yı bile dolandırmaya çalışan bir yazardır.
charles bukowski bu romanı yazarken belli ki ölümle flört ediyordu. ya da “düşkünler koğuşunda yaşam ve ölüm” hikayesinde anlattığı gibi flört değil, resmen “artık ilişkimizi resmileştirelim” noktasına gelmiş olmalı. roman, nick belane adında bir özel dedektifin, los angeles'ın en sefil barlarından birinde kendini yavaş yavaş yok ederken aynı anda “ölümsüz” bir müşterinin, “uzaylı” bir adamın ve “fransız yazar celine'in hayaletinin” işlerini halletmeye çalışmasını anlatır.
evet, kulağa kafası güzel bir adamın yazdığı delilik gibi geliyor. çünkü gerçekten de öyle.
belane öyle bir tip ki, sabah kahvaltısı yerine suçluluk duygusunu içiyor. kadınlardan kaçıyor ama yalnızlıktan da nefret ediyor. cinayet çözmekten çok, kendi hayatını mahvetmekte usta. yani tam bir bukowski kahramanı… dünyanın bütün bokunu yemiş, ama hâlâ ağzında bir sigara ve "lan belki bu sefer olur" diyen bir umut kırıntısı var.
bukowski burada dedektif romanı taklidi yapıyor ama aslında ölümle stand-up yapar gibi bir hali var. her sayfa, “hayat berbat ama en azından komik” diyen bir kahkaha gibi. pulp, bukowski'nin edebi vasiyeti gibi adeta, yani mezar taşına “don't try” yazdıran bir adamın son şakası gibi.
mesela philip marlowe viskisini içip camus okusaydı, sonra her şeyi bırakıp bar lavabosunda sigara içerek ölmeye karar verseydi, ortaya pulp çıkardı. ama bukowski bu kadar kasmıyor. o sadece şunu söylüyor: “hayat zaten bir parodi, ben sadece biraz daha saçma hale getiriyorum.”
bu arada roman bir miktar film noir'e de öykünür gibi gelir bana. noir'ın tipik dedektif figürünü, atmosferini ve umutsuzluğunu ödünç alan romanda kendi halinde bir dedektifin "kırmızı kırlangıç"ın peşine düşmesinin öyküsünü okurken kafamda hep bir film noir atmosferi canlanmıştı. en akla gelmeyecek yazarların bile aklına büyülü kemendini atmış nadide bir türdür film noir.
kısacası, pulp bir kitap değil; ölümün burnuna viski şişesi dayayan, “hadi lan sen de iç” diyen bir adamın kahkahası. okurken dedektifin peşine düşmemek gerekir, çünkü nereye gitse bataklık var. ama bataklığın içinden şöyle bir ses gelir: “hey dostum, en azından bu bokun içinde birlikteyiz.”
radiohead'in solisti, söz yazarı, bestecisi pek sevgili thom yorke da kitabı çok seven şahsiyetler arasındadır. thom yorke çok üretken bir okuyucudur zaten, çünkü eşit olmayan gözleriyle aynı anda iki sayfa okuyabilir.
bu kitabı melih katıkol çevirmiş ama ben avi pardo çevirisini tercih ederdim. çünkü avi pardo yaptığı bukowski çevirileriyle yazarla bütünleşir adeta. bu vesileyle bu kültür çölüne donkişotvari yiğitlikle vahalar kuran mütercimlere, muharrirlere, mürettiplere, musahhihlere selam olsun.
Kitaptan dikkat çekici bazı alıntılar
-adım nick belane'di. fakat şuna ne dersiniz: mesela birisi "harry! harry martel ! " diye bağırsa, "evet, ne var?" diye cevap verirdim. yani herhangi birisi olabilirdim. ne farkeder? isim nedir ki?
-insan ölmek için dünyaya geliyordu. bunun anlamı neydi? hayatımız oraya buraya takılarak ve bekleyerek geçiyordu. bizi bi yerlere götürecek treni bekleyerek.
-hayat ne kadar boktandı. ayakta durabilmek için bile korkunç bir mücadele vermen gerekiyordu. insanlar mücadele etmek ve ölmek için doğuyorlardı.
-seks bir tuzaktı, insanları içine çeken bir kapandan başka bir şey değildi. insanlardan çok, hayvanlara özgüydü.
-aslına bakarsan bütün insanların hayatı beklemekle geçiyordu. istedikleri birşeyin gerçekleşmesini ya da birgün geberip gitmeyi bekleyip duruyorlardı. markette tuvalet kağıdı satın almak için kuyrukta bekliyorlardı. bankadan para çekmek için kuyrukta bekliyorlardı. ve eğer paraları yoksa, daha uzun kuyruklarda beklemeleri gerekiyordu. önce uykunun gelmesi için, sonra da uyanmak için bekliyordun. önce evlenmek için, sonra da boşanabilmek için bekliyordun. önce yağmur yağması için, sonra da yağmurun durması için bekliyordun. yemek yemek için bekliyordun, sonra tekrar yemek için yeniden bekliyordun. bazen de bir sürü delinin arasında "acaba ben de mi onlardan biriyim?" diye merak ederek bir psikoloğun muayenehanesinde bekliyordun.
-henüz ölmemiştim, yalnızca hızlı bir çürüme içindeydim. kim değildi ki allahaşkına? hepimiz aynı dibi delik teknede kendimizi eğlendirmeye çalışıyorduk?
-dünyadaki herkes boku yemiş durumdaydı aslında. yaptığı işten karlı çıkan kimse yoktu. yalnızca kazanç yanılsamaları vardı insanların elinde. hiçbir şey elde edemeyeceğimizi bile bile bi yerlere koşturup duruyorduk. günden güne hayatta kalmayı başarmak biricik amaç haline geliyordu.
-dünyanın büyük kısmı kafayı yemişti. geri kalanlar da öfke içinde yaşıyorlardı. ha bir de ne kaçık ne de öfkeli olmayıp, sadece salak olanlar vardı. hiç şansım yoktu yani. sadece oturup sonumun gelmesini bekliyordum.
-dünyanın haline bir baksana, hava kirliliği, cinayetler, zehirli sular, zehirli yiyecekler, nefret, umutsuzluk, her şey var. dünyadaki tek güzel şey hayvanlar. ama onların da soyunu tüketiyorsunuz. yakında evcil farelerden ve yarış atlarından başka hayvan kalmayacak. çok üzücü bir durum bu. senin sürekli içmene şaşırmamak lazım.
-genellikle yaşamın en güzel bölümleri hemen hiçbir şey yapmadığınız anlardır. vaktinizi tümüyle ense yaparak geçirirsiniz. her şeyin anlamsız olduğunu farkettiğiniz zaman, bunun ayrımına varmış olmanız yaşamınızı anlamsız olmaktan kurtarır aslında. ne demek istediğimi anlıyor musunuz? benimkisi iyimser bi kötümserlik.
-ortada çok iyi kurulmuş bir tuzak var. belirli bir yaşam standardını tutturmanın bedeli, sistemin önüne çizdiği sınırların arasına sıkışıp kalmaktan geçiyordu. sınırları reddederek özgür yaşayan, ama yine de başını sokacak bir ev bulabilenlerin sisteme karşı önemli bir zafer kazandıklarını rahatlıkla söyleyebilirdim.
-televizyon denilen bu orospu çocuğunu seyredip sıkıntını dağıtmaya çalıştığında yalnızca kendini kötü daha da kötü hissediyordun. bitip tükenmeden birbiri ardına anlamsız yüzler geçiyordu karşından. içlerinde birkaç tane ünlünün de bulunduğu sonsuz bir aptallar resmi geçidiydi televizyon. eğlence programları güldürmüyordu, dramalar da dördüncü sınıf şeylerdi.
-tanrım ne kadar sıkıcıydılar. tıpkı diğer insanların çoğu gibi. yeni, ilginç hiçbir şey kalmamıştı artık hayatta. her şey ruhsuz ve ölüydü. tıpkı filmler gibi.
-aslında çok küçük şeyler bile kendimi mutlu hissetmeme yetiyordu. ama bütün mesele, bu küçük şeyleri şu kocaman boktan dünyanın içinden bulup çıkarmaktı.