René Descartes "Düşünüyorum, Öyleyse Varım" Sonucuna Nasıl Ulaştı?
rené descartes'ın varlık anlayışı, descartes felsefesi ve o felsefenin problemleri üzerine ufuk açıcı bilgiler
modern felsefenin kurucusudur bu fransız filozof. özne-nesne ayrımı, yani nesnelerin karşısına konumlanmış bir özne düşüncesi, descartes felsefesinin yarattığı bir ayrımdır. bu bağlamda, tüm modern felsefe bu ayrım üzerinden yürür. yani öznenin dünyadan ayrı bir şekilde konumlanması.
descartes'ın yaptığı şey, modern bilimi savunmak aslında. matematiksel fiziği savunmak. bunun felsefi zeminini oluşturmaya, sunmaya çalışmıştır.
peki descartes'ın felsefesinde temel soru ne? onun temel olarak sorduğu şey: "kesin bilgiye, varlıkların kesin bilgisine, dünyanın kesin bilgisine nasıl ulaşabilirim?" sorusudur. dikkat edin bu bir bilgi sorusudur. çünkü biz ne orta çağ'da ne de antik yunan'da bilgi sorusunun merkeze konduğunu görürüz.
descartes'ın yöntem üzerine söylem (discours de la methode/1637) ve "kısaca" meditasyonlar (meditationes de prima philosophia/1641) kitaplarında üslup açısından ilk dikkati çeken şey, descartes'ın 1. tekil şahıstan konuştuğudur. "ben"in tecrübelerini anlatıyor. öznel perspektiften felsefe yapıyor. yani; insanlar ne diyor, toplum, kültür, tarih, din, otorite ne söylüyor, buna bakmayacağız. her insanda akıl, düşünme yeteneği mevcuttur. yapmamız gereken onu kullanmaktır. kendi gözlerimizle dünyaya bakmak (ki bu felsefenin zaten temel talebidir).
ancak şu karıştırılmamalı. descartes'ın düşünüş biçimi ve yöntemindeki öznel bakıştan sübjektivizm çıkmaz. yöntemi metodolojik bireyselcilik (yöntemsel bireycilik) olsa da subjektivizmin düşmanıdır descartes. zaten aklını doğru kullanabilen insanlar müşterek bir noktaya ulaşabileceklerdir. bunu yapabilen herkes mutabık kalacaktır.
dünyanın kesin bilgisine ulaşmak istiyorsak doğru bir yönteme sahip olmalıyız. descartes yönteme vurgu yapar. bu kesinlik arayışında, yöntem olarak 4 temel kuralı ortaya koyuyor. asla es geçilmemesi gereken 4 kural.
ilk kural, en ufak bile şüphe içeren şeyi doğru kabul etmeyeceğim. yani doğru olan şey asla şüphe içermemeli. şüpheyi aşmadan kesinliğe ulaşamayız.
ikinci kural, her zaman soruları konuların en basit unsuruna kadar ayıracağım. en basite kadar ineceğim.
üçüncüsü, ilerlerken en basitten karmaşığa doğru ilerleyeceğim. (iki ve üç birbirini tamamlıyor.)
son kural, kontrol. her zaman sonuçları en baştan kontrol edeceğim diyor.
şüphe... bu bizim en büyük düşmanımız olduğu için onunla yüzleşmemiz lazım
o dönemde avrupa'da şüphecilik canlanmış durumdadır. antik yunan metinleri yeniden karıştırılmaya başlanmıştır. (septisizm, septik gelenek) tartışmaların alevlendiği bir dönem bu açıdan. protestanlar, katolikler arasındaki tartışmalarda bile şüphecilik argümanları kullanılmaya başlanmıştır. descartes, o dönemin şüphecilik tartışmalarıyla çok yakından ilgileniyor. diyor ki, "bununla yüzleşmek zorundayız." ve şüpheyi yöntem olarak belirliyor. ben şüpheyi en uç noktaya götüreceğim ve sonunda kesin olan önermeye, önermelere ulaşacağım diyor. yani, şüpheyi kullanarak şüpheyi ortadan kaldıracağım diyor descartes. amacı şüphe duyulmayacak şeylerin olabileceğini şüphecilere gösterebilmek.
sıfırdan başlangıç yapacağız. her şeyi sileceğiz. bu çok radikal bir şey. kendi işini bir temel atma olarak görüyor. temel atmak felsefi bir şeydir. descartes bir metafor kullanıyor. bilgiyi ağaca benzetiyor ve diyor ki, kökleri metafizik, gövde fizik(matematiksel fizik, aristo fiziği değil) dalları ise diğer bilimler. meyveler ise pratik faydadır onun için. teorik bilgiyi sadece bilgiyi öğrenmek için istersiniz, ancak descartes adeta bilimin amacına etki ederek, onu belirleyerek yoğunluğu bilgi konusunda pratik faydaya yöneltir.
peki nasıl bir yöntem ile şüpheden kurtulup, kesin bilgiye varacağız?
rené descartes, üç adım izleyeceğiz bunun için diyor.
ben, apaçık ve kesin bilgiye mi ulaşmak istiyorum? duyu verilerine güvenemem. bunu duyu verileri üzerine kuramam. bu verilerin yanıltma ihtimali hep vardır. o zaman onu askıya alacağız, şimdilik. dış dünya şu an bir kenarda.
sonrasında ise, kendime sormalıyım; rüyada mıyım, yoksa uyanık mı? belki her şey bir rüya. yaşadıklarımızın gerçek olduğunu, bir rüyada olmadığımızı nereden biliyoruz? birinci adım bizi iç dünya ile başbaşa bıraktı, ikinci adım iç dünya ama, "uykuda mıyım uyanık mı?" sorusu ile şüpheyi derinleştiriyor. ancak ikinci adım bazı doğrulara dokunmuyor. rüyada olsak bile doğru olmayı sürdürecek şeyler vardır. mesela matematiksel doğrular. rüya da olsa 2+2=4'ün doğruluğu değişmez.
son adım, artık şüpheyi son noktaya vardırır. descartes, "kötü cin" adını verdiği bir hipotezden bahseder. yani tamamen bir varsayımdır. tasarladığı bu kötü cinin, varsayalım ki tek derdi bizi kandırmak olsun. her konuda aldatabilen bir varlık bu. öyle ki düşünceye bile sirayet edebilen bir şey. böyle bir varsayımda peki, bu kötü cinin bizi yanıltamayacağı bir şey olabilir mi? varmak istediği sonuç bu descartes'ın.
bu adım her şeyi götüren, matematik doğruları da geride bırakmayan, şüpheyi son noktaya getiren adımdır. descartes'ın bu cini tasarlamasındaki sebep budur.
descartes diyor ki evet bu cin beni her konuda aldatabilir. her konuda yanılabilirim. ama aldatamayacağı tek şey vardır. o da; "düşünüyor olduğum gerçeği"dir. meşhur "cogito ergo sum." düşünmekteyim, o halde varım.
cin neden bu konuda aldatamaz? çünkü ne söylerse söylesin, düşünmediğimi iddia edemez. duyu verileri yanıltsa bile düşünmekteyim. rüyada olsam bile düşünmekteyim. kötü varlıklar beni aldatıyor da olsa düşünmekteyim. bu durumda, şüphe edemeyeceğimiz, doğruluğu kesin olan bir önermeye ulaştık. düşünüyor olduğumuz gerçeği. düşünüyorsak da varız. var olmayan bir şey düşünemez. bu cin bize "sen yoksun" diyemez.
şüphe burada bitiyor. bir zemindeyiz, orası "cogito"
dış dünyanın bilgisine nasıl ulaşacağımız, bir soru işareti olarak hala bekliyor.
bunun için zihne daha yakından bakmamız lazım. doğuştan sahip olduğumuz fikirlere, zihnimizin derinlerine inersek orada bir tanrı fikri yatar. bende mükemmel bir tanrı fikri var. nereden gelmektedir bu fikir? bunu tanrıdan başkası koymuş olamaz. bu fikir ruha atılmış bir imza gibidir descartes'a göre. tanrı tümüyle iyi ve mükemmel bir varlık, dolayısıyla bu varlığa güvenmeliyim. burada "kötü cin"in tam karşısındayız. o halde, dış dünyanın varlığına, tanrıya güvenerek inanmalıyım.
tanrı, descartes'a göre şunu der; "eğer sen aklını, algılarını denetlemede yeterli bir şekilde kullanırsan, yanılmana izin vermem."
dış dünya ve zihinlerin realiteleri farklıdır, bu noktada düalizm ortaya çıkar. zihnin temel özelliği düşünmek, dış dünyanınki ise yayılımdır. düşünce yer kaplamaz, yer kaplayan düşünemez. ikisi arasında ontolojik bir uçurum var görüldüğü üzere.
ben beden değilim fakat bedene sahibim. peki beden ile ruh arasında nasıl bir ilişki vardır? descartes'a göre ikisi de birbirini etkiler. her ruh bireyseldir ve bir zihine sahiptir. o zihin de ölümsüzdür.
zihin ve beden nasıl bir araya gelip etkileşime girer?
bu descartes felsefesindeki başlıca sorunlardandır. bunu açıklayamaz. pineul gland adı verilen şey bu etkileşime aracı olur. ancak bu fikre kimseyi inandıramamıştır. aynı zamanda tanrı konusunda tamamen belli önkabul ve varsayımlarla ilerlemiştir, bu da zayıf bir temellendirmedir. hoş, her tanrı kanıtlamasına yönelen filozofun, bu önkabul ve varsayımların dışına çıkabildiğini göremediğimiz gibi aksi de zaten mümkün değildir.
ancak descartes'ın modern felsefe ve bilime temel nitelikte fikir ve metodlar bütünü kazandırması, onu modern çağın kurucularından biri olarak sayılmasını sağlayacaktır.