Netflix'in Başarılı İşlerinden Love, Death & Robots Dizisinin 3. Sezon İncelemesi
love, death & robots dizisinin ilk sezonu netflix'in yaptığı en kaliteli işlerden biriydi. gerek animasyon kalitesi olsun, gerek hızlı hızlı anlattığı hikayeleri olsun gerek farklı konuları ele alması olsun, tadı resmen damağımızda kalmıştı. tabi açılış bu kadar yüksek olunca ikinci sezon ister istemez bunun altında kaldı. normalde üçüncü sezondan da beklentilerimiz yüksek olurdu ama ben açıkçası dizinin başına şüphe ile oturdum. (netflix'in de zaten kaliteyi yüksekte tutmakla ilgili ufak bir sıkıntısı var.) şimdi dizinin üçüncü sezonu nasıl olmuş bir bakalım.
--- spoiler ---
biraz acımasızlık olacak ama dizinin üçüncü sezonunu mecburen birinci sezonla karşılaştıracağız
çünkü serinin en yakın olduğu şey yine kendisi. birinci sezonu iyi yapan detay ise çok kaliteli animasyonların ötesinde temel drama kurallarını iyi işletmesiydi. drama nedir? temelde insanlığın ele alınmasıdır. mesela bir yüzüklerin efendisinin, star wars'un harry potter'ın falan bu kadar sevilmesinin sebebi de budur. harry potter'da mesele patronus'un ekranda ne kadar güzel göründüğü değildir, asıl konu harry'nin patronus'unun babasının animagus formu olan geyik olarak ortaya çıkmasıdır. burada ailesi olmadan büyüyen bir çocuğun babasıyla uzaktan da olsa kurmaya çalıştığı bağı görürüz. izleyici olarak bizi etkileyen de tam olarak budur. bunun bir benzeri love death + robots'un birinci sezonunda da vardı. o gerçek mi değil mi ayırt edemediğimiz kaliteli animasyonların arkasında hala insanlığın çelişkileri üzerine şeyler söyleniyordu. ikinci sezonun bu kadar düşük olması da bu fikirlerin tam olarak yerleştirilememesiydi zaten. yoksa görselde bi geriye gitme falan söz konusu değildi.
bakış açımızı netleştirdiğimize göre şimdi bölüm bölüm ilerleyebiliriz:
1. three robots: exit strategies
ben bu bölümü sırf ismiyle yapılan isaac asimov göndermesi için bile severim. onun üzerine bir de kara mizah yaptıkları için ayrıca severim. bu bölümde üç adet robot, insanlığın yok oluşundan sonra dünyada turistik tura çıkıyor ve nasıl yok olduğumuzla dalga geçiliyor. şimdi insanın kendi yaptığı saçmalıkları görmeme gibi bir huyu vardır. hatta yakın arkadaşınız, eşiniz dostunuz sevgiliniz olduğunda onların yaptığı şeyleri de göremiyorsunuz. bu nedenle insanlığın çelişkilerini görmek için en iyi yöntem uzaktan bir bakış açısı edinmektir. bu bölümde de insan olmayan karakterler ile bu bakış açısı sağlanıyor.
işin en güzel yanı ise bölümün hiç acımasının olmaması. karamsar bir gerçekçilik ile tüm insanların nasıl üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu, en kötü zamanda bile ayrışmayı başardığını, bencilliğini, küçük kırılgan egolarını falan dalgaya alıyor. bunu da çok sevimli üç (finali de sayarsanız dört) karakter ile bizlere aktarıyor.
2. bad travelling
bu sezon en sevdiğim ikinci bölüm diyebilirim. bad travelling'de thanapod adlı bir deniz yaratığı bir gemiye çıkıyor ve kendisine neredeyse yem olarak sunulan biriyle bir anlaşma yapıyor. anlaşmaya göre tayfanın kendisini insanlarla dolu bir adaya bırakması gerekiyor ancak bunu yaparlarsa çok fazla insan tehlike altında olacak. bunun için anlaşmayı yapan kişi hem tayfaya hem de thanapod'a karşı ikili oynamaya karar veriyor.
bu bölümün en güzel yanı, anlaşmadan sonra kaptan olan kişinin rengini asla belli etmemesi. mesela karar vermek için tayfayla oylama yapmadan önce silaha koşuyor çünkü birlikte seyir yaptığı insanları tanıyor ve onları zamanla bir bir elemesi gerektiğini biliyor. uyuyacağı zaman yerine yastık koyması falan hep buna işaret. ayrıca thanapod'un yavrularını görünce gemiyi havaya uçurma planı yaptığında da bunu hem yaratığa, hem tayfasına, hem izleyici olarak bize bile sezdirmiyor. bu nedenle bölümü sürekli acaba şimdi ne olacak diye pür dikkat seyrediyorsunuz.
ayrıca ileride konuşuruz; bazı bölümler, o kısa film formatı içinde anlatacağı fikri tam yetiştiremiyor. bu bölümde ise söylenmesi gereken çok büyük şeyler yok. sadece bir hissin izleyiciye geçmesi gerekiyor. onu da verilen süre içinde gayet başarılı şekilde aktarıyorlar. üzerine bir de bölüm bittiğinde ee ne oldu şimdi diye düşünmüyorsunuz. bu da bölümü sezonun en kaliteli işlerinden biri haline getiriyor.
3. the very pulse of the machine
bu bölüm biraz ilk sezondaki fish night'ı anımsatıyor. bana göre burada önemli olan ne anlatıldığı da değil. şimdi sanatçı açısından bakarsak animasyonda elinizdeki dünya en özgürce kullanabildiğiniz alanlardan biri. çünkü gerçek oyuncuların ve mekanların olduğu filmde kullandığınız cgi ne kadar iyi olursa olsun izleyicinin algısı o çerçeveye sıkışmış olacak. animasyonda ise dünya hem üreten hem izleyen için tamamen likit durumda.
bu bölümü özel kılan da bu oluyor. teknik, hayal gücünün önünde bir sınır olmaktan çıkıyor. artık gösterebileceğiniz şeyde tamamen özgürsünüz. etraftaki kayaları insan suretlerine dönüştürebilir, uzay boşluğunda balina yüzdürebilirsiniz. o nedenle izlemesi çok keyifli bir bölüm. ha derseniz ki anlattığı konu? orası çok derin değil ama dediğim gibi bölümün fikri bunun çok daha ötesinde.
4. night of the mini dead
bu yine benim çok sevdiğim bölümlerden biri oldu. öncelikle buradaki teknik ayrımdan bahsedelim. bölüm aslında çok sert ve şiddet dolu bir konu olan zombi istilasını gösteriyor. baya insanlar yeniyor, şehirler yanıyor falan. ama bunu stop motion'a benzer çok sevimli bir görsellikle bize sunuyorlar. bu iki uç noktanın bu kadar güzel bir araya getirilmesi de bölümü çok özel kılıyor. ha genel olarak bölümde net bir şey anlatılmıyor ama yine de izlemesi keyifli diyebiliriz.
5. kill team kill
şimdi bu dizi bir antoloji. yani aslında her bölümün birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerekiyor ancak netflix izleme alışkanlığını değiştirdiği için herkes bölümleri topluca izliyor artık. bu nedenle devam eden hikayelerin anlatıldığı dizilerde olduğu gibi bu yapımda da arada nefes alma bölümleri eklenmesi gerekiyor. çünkü antoloji diye tutar da tüm bölümleri üç robot ya da sonda bahsedeceğimiz jibaro gibi yaparsanız insanlar yorulur.
kill team kill de hızlı, akıcı, arada bir takım klişelerle dalga geçen eğlenceli bir bölüm. aksiyonu bol olması ve izlerken çok kafa yormanızı gerektirmemesi de bölümü öne çıkaran unsurlar.
6. swarm
bu biraz elde patlamış bir bölüm aslında. swarm, teknik olarak aşmış durumda ona bir şey söyleyecek halim yok ancak anlatmaya çalıştıkları şeyi kısa film formatına tam olarak oturtamamışlar öyle de bir sorun söz konusu.
şimdi bu bölümde uzay boşluğunda salınan ve içinde yaşayan zihinlerin bir kraliçe tarafından yönetildiği bir koloniye gidiyoruz. buraya gönderilen bir araştırmacı koloninin bir kopyasını kurup insanlık adına çalıştırmak için bilgi toplamaya çalışıyor. başlarda kraliçe ile pek etkileşim kurmuyoruz ve çevreyi tanıyoruz. buraya kadar her şey çok güzel ama ana karakterimizin amacını söylediği andan itibaren bir kısa film için çok fazla mesele ortaya dökülmeye başlıyor. işte insanlığın sömürgeciliğinden girip kibirinden çıkarsınız. buraya kadar da her şey hadi idare edilebilir diyelim çünkü ana karakteri finalde bir şekilde ekarte etseniz mesela kapanacak.
onun yerine ana karakter ile kraliçe arasında birbirlerine meydan okudukları bir diyalog yazmışlar. bu noktadan sonra işte finalde olmaması gereken şekilde gerilim yükselmeye başlıyor ancak o gerilim bir doyuma ulaşmadan bölüm bitiyor. bu nedenle siz ekran karşısında ee şimdi ne oldu diye bakakalıyorsunuz. ha animasyonlar nedeniyle tabi ki dibimiz düşüyor ama konu da ufaktan bir yere bağlansaydı ya da ortaya atılan fikirler en azından genel bir sonuca ulaşsaydı bölüm çok daha güzel olurmuş diye düşünmeden edemiyor insan.
7. mason's rats
galiba bu sezonun en sevimli bölümü. mini dead'den farklı olarak bir de (biraz klişe de olsa artık) söylemek istediği şeyler var. mason's rats'ın konusu basit başlıyor aslında. iskoç aksanlı bir çiftçi ambarına dadanan farelere tüfekle karşılık verince hayatta kalmak isteyen fareler de ok gibi görece daha ilkel silahlar kullanmaya başlıyor. mason bakıyor işler zorlaşacak teknolojiden yardım almaya karar veriyor ve çatışma giderek tırmanıyor.
bu noktada işlerin aslında çok da sevimli olduğunu söylemek mümkün değil çünkü mason'ın getirdiği sabit lazer ve ikinci aşamada savaşa dahil olan t-1000'in akrep versiyonunu andıran canavar ambarda bildiğiniz katliam yapıyor. ancak mason temelde gaddar bir insan değil, farelerin ne kadar onurlu şekilde hayatta kalma mücadelesi verdiğini görünce getirdiği terminatör kılıklı robottan kurtulup farelerle dost oluyor. böylece bölüm yüzümüzde bir gülümseme ile bizi uğurluyor.
bölümün güzel tarafı ise hem sonu sevimli, hem işte savaşın nasıl tırmandığıyla ilgili söylemek istediği şeyler var hem de swarm gibi bölümlerin aksine derdini kendine ayrılan süre içinde anlatıp bitirebiliyor. bu da teknik olarak doğru bir noktadan hareket ettiklerine işaret diyebiliriz.
8. in vaulted halls entombed
bu bölüm aslında bir kill team kill gibi geçiş bölümü olarak görülebilir. çünkü net bir yere bağlanma durumu yok. çok iyi çalışılmış animasyonla, gerilimi yüksek bir aksiyon bölümü izliyorsunuz temelde. ancak bu bölümde yapılan cthulhu göndermesi yine de insanın hoşuna gidiyor. ayrıca madem böyle bir konuya girdiniz neden orta ya da uzun metraj planlamadınız diye düşünmeden edemiyor insan.
9. jibaro
şimdi geldik benim en etkilendiğim bölüme. jibaro, ilk sezondaki the witness ile kardeş diyebileceğimiz bir yapıya sahip. ancak ondan bir kat daha sert bir anlatım tarzı var. öncelikle yine gerçek mi animasyon mu anlayamacağımız kadar realistik bir görüntü tercih etmişler. onun dışında sürekli sert kesmeler ve sallantılı kameralar ile izlemeyi olabildiğince rahatsız edici hale getirmişler. bunun da nedeni işlenen konunun da hayli sıkıntılı olması.
çünkü jibaro temelde ispanyolların güney amerika'yı ele geçirmesini anlatıyor. altınlarla süslü mistik bir kadının peşine düşen full zırhlı şövalye ile bu kısım zaten kısa sürede göze çarpıyor ancak bölümü asıl güzel yapan şey sertliğin yanında hiçbir diyalogun olmaması ve duygu geçişlerinin modern dans ile anlatılması.
şimdi ben modern dansta hangi hareket neyi temsil eder onu anlatacak bir altyapıya sahip değilim ancak sergilenen figürlerdeki coşku, o kendini kaybetme hali ve gizemli kadının daha kontrollü olması hikayenin akmasını sağlayacak üzerine karakterlerin o anki tepkilerini anlamamızı kolaylaştıracak kadar net. o nedenle bir fikrin, diyalog değil de farklı bir anlatım aracıyla bizlere aktarılması ve bunun dans gibi aşırı estetik bir formda sunulması çok hoş olmuş gerçekten.
sonuç olarak
bu sezon hala birinci sezonun yükselttiği çıtaya çok yaklaşamıyor ancak üzerinden biraz zaman geçince acaba ilk olduğu için mi o kadar etkilendik o sezondan diye düşünmedim değil. çünkü bu sezonda, belki ilk sezondaki black mirror etkisi daha az hissediliyor olabilir ancak yine söylediği güzel şeyler var. ayrıca teknik ve anlatım konusundaki uyum devam ediyor. üzerine bir de jibaro gibi izlerken sanatsal açıdan keyif aldığınız bir iş eklemişler ki şu dönemde öyle bir filme ana akımda rast gelmek çok kolay değil.
bir de geçen hafta erşan hakkında muhabbet ettiğimiz bir video atmıştım youtube'a. bu hafta da bu diziyi izleyip üzerine konuştuk. bakmak isterseniz linkini de buraya bırakayım: https://youtu.be/jkfnrjebzt4