Londra'ya Gittiğinizde Birleşik Krallık Kültürüne Dair Hissettiğiniz Düşündürücü Şeyler

Londra'da hayat nasıl? Gidip gören biri, işin soyut taraflarını anlatıyor.
Londra'ya Gittiğinizde Birleşik Krallık Kültürüne Dair Hissettiğiniz Düşündürücü Şeyler

avrupa'nın ana kıtasının aşağı yukarı her ülkesini gördüm ben fakat adaya hiç çıkmamıştım. bu bayramda hem 9 gün tatil hem de eşimin işi ile birleşmesi nedeniyle gittik londra'ya. cumartesi gidip tatil sonu olan pazar döndüm. dolayısıyla baya bir vakit geçirme şansım oldu. eksisiyle artısıyla bir şeyler yazmak istiyorum.

hem pozitif hem de negatif görüşlerimi yazacağım. uzun bir yazı olacak diye düşünüyorum, o yüzden çayınız kahveniz ve sabrınız varsa lütfen buyrun.

londra'ya dair gördüğüm en net şey, hala yaşayan bir imparatorluk başkenti olması. diğer büyük metropollerden en ayrılan kısmı bu bana kalırsa. ingiltere veya birleşik krallık hangisi derseniz artık bir imparatorluk değil teoride ancak kültür o kadar yerinde duruyor ki 21. yüzyılda pratikte imparatorluk başkenti nasıl olur onu deneyim etme şansı buluyorsunuz.

ilk olarak biraz gözlemlerimle birleşen politik fikirlerimden bahsedeyim

ne demeye çalışıyorum imparatorluk falan derken? burada da bir çok metropol gibi bir sürü milletten bir sürü insan yaşıyor. onlardan farkı ise buraya yaşayan bu insanlar kendilerini british empire'ın bir parçası gibi görüyor. sri lankalısı da böyle, hindusu da böyle, pakisi de. biz sömürge ülkeleri diyoruz ancak onlar daha sempatik bir isim bulmuşlar: commonwealth. türkçe karşılığı ne olur bunun? ortak miras mı desem, ortak zenginlik mi öyle bir şey işte. kısacası aynı tarihi paylaştığımız milletler işte. ingiliz milletler topluluğu resmi adı aslında ama işte ismi commonwealth. ne kadar sempatik.

işte 2. dünya savaşında bristish empire adına savaşta ölen ortak miras ülkelerinin askerleri adına yapılan anıt. onları her zaman anacağız!! sri lanka hocam çağrını aldım, güçlü bir britanya için ben de varım. uganda kardeşim. sen de var mısın?

yüzyıllar boyunca bu hikaye öyle anlatılmış ki doğru veya yalan farketmez ama bu bize göre sömürülen ülke vatandaşlarının gerçeği olmuş durumda. bence ingilterenin en büyük başarısı bu hikayeyi etki alanına etkili bir şekilde anlatıp bununla barışmalarını sağlamaları. benzer bir ilişkimiz yok o yüzden yanlış anlaşılmasın ama yüzyıllardır aynı topraklarda yaşadığımız kürtler, rumlar, lazlar vs. ile türklerin böyle bir ilişkisi veya anlatısı yok. bu sebeple istanbul veya ankara bir imparatorluk başkenti değil zaten. aynı şekilde hollanda'da benzer ilişkide olduğu ülkeler olmasına rağmen böyle bir ilişkinin emarelerine rastlayamadım. burada ise bununla barışmışlar, bu da karma/ingiliz bir kültür oluşturmuş şehirde. kimse bu ortak mirassa neden bizim ülkeler bok içinde yüzerken, londra zenginlik içinde adeta boğulmuş demiyor. kanıksanmış yani mevzu halk tarafından. bu ortak mirası yiyen her kimse, londra'da yiyor, dışkısını hindistan'a boşaltıyor sanki.

buradan aranızda hala az da olsa varolan "bunlar geleceğine ingiliz mandası olsaydık daha iyiydi" diyen gerizekalılara sesleniyorum. öyle olunca ne olacağımızı görmek için paralel bir evren açmanıza gerek yok. zamanında sömürülmekten artık içi boşalmış ve bu topluluktan "artık siz özgürsünüz" diye çıkarılmış ülkelere bakabilirsiniz. hindistan, pakistan,uganda, kenya... aklınıza ne gelirse artık. o yüzden hiç uzatmayacağım: her fikrin bir değeri vardır ama maalesef sizin bu fikrinizin değeri yok. dünya üzerinde değeri olmayan ender fikirlerden birisine sahipsiniz tebrik ediyorum. istediğimiz kadar ekonomik, politik sıkıntı yaşayalım, londra'da ingiliz imparatorluğu vatandaşı gibi hissederken tuktuk kullanan rajesh abi olmak istemezdim. çekilecekse bir çile de en azından bizim olan yerde çekiyoruz ve bizim olan yer gerçekten bizim olarak hissettiğimiz yer.


gelelim diğer yönlerine

londra'da gördüğüm bir başka şey çok sert bir şekilde hissedilen ekonomik sınıf olgusu. tabi ki 9 günde tüm sosyal sınıfları alt alta dizdim çözdüm işi demeyeceğim ama çok kolay gözlemlenebilir bir şekilde fikir verebiliyor şehirde yeterince gezerseniz.

commonwealth ülküsüyle gelen paki, hindu ve çeşitli afrika ülkelerinden insan nüfusu buraya herkesin yazdığı gibi çok fazla. lakin dolmuşlar şehre başka insan yok diyenlerin 3-5 günlüğüne londra'ya gelip westminister bölgesinden çok dışarı çıkmayan veya o bölgede yaşamını sürdüren insanlar olduğunu düşünüyorum. bunun en büyük nedeni de alt sınıf veya hizmet sektörü diyebileceğimiz yerlerde genelde bu insanların çalışması. bu sebeple bu bölgede yoğunlaşmışlar ve gerçekten çoğunluk gibi görünüyorlar ki muhtemelen de öylelerdir. hala gönderebileceğimize inanıyorsanız ben tamamım ama gönderemediğimiz durumda suriyelileri benzer bir politika ile ülke içine adapte etmeye çalışmaya psikolojik olarak hazırlansak iyi olur. neyse boşverelim bizim ülkeyi, dönelim tekrar londra'ya.

diğer bölgelere gittiğinizde bu oran yavaş yavaş azalıyor.

london city'deki plaza bölgelerine gittiğinizde bu oran orijinal british lehine gözle görülür bir biçimde. daha da uzaklaşıp richmond'a kadar gittim ben mesela. orada neredeyse 0'a yakınsayan bir afrikan/orta doğu nüfusu var. aynı şekilde daha merkezi ama zengin olan chelsea tarafına gittikçe esmer insanların belirgin bir şekilde azaldığını, hatta neredeyse yok olduklarını çok rahat gözlemleyebiliyorsunuz.

westminister bölgesinde her tarafta gördüğünüz rajesh'lerimiz, zengin bölgelere gidildikçe yerlerini aklınızda yer eden kırmızı suratlı ve beyaz tenli orijinal ingiltere vatandaşlarına bırakıyor. belli ki rajesh kardeşlerimizin leveli buraya yetmemiş henüz. siz biraz kasın buradaki bossların levelleri çok yüksek demişler. belli hikaye ve yan görevleri farmladıktan sonra belki ulaşacaklar. bu tip ekonomik ve sosyal sınıflar her ülkede var ama londra'da bu geçişi çok sert görebiliyorsunuz. fulham'a indiğinizde mesela etrafınızda kırmızı suratlı amcalardan başka kimseler kalmıyor.

ne çok negatif yazmışım. gören de şehiri beğenmediğimi sanacak. şehri çok çok beğendim ve anlatacağım bekleyin.

bu şehir nasıl gezilir?

2-3 gününüz varsa yapabileceğiniz maalesef çok bir şey yok. westminister bölgesinde gezip big ben'le kırmızı telefon kulübeleriyle falan fotoğraf çektirip, hyde park'da ağzınızın suyu aka aka gezip geleceksiniz. yapmanızı önereceğim başka bir şey de yok açıkçası. turistik yerleri gezin işte. nasıl ki istanbul'a 2-3 gün gelseniz gezmeniz gereken yerler tarihi yarımada ve boğaz ise burada da böyle. lakin istanbul'un nasıl bir şehir olduğu hakkında pek bir fikriniz olmaz değil mi? aha işte londra'da da böyle olur.

yeterli vaktiniz var ise buraya buyrun

ilk 2 günde şu bigben-parlemento binası-börmingım sarayı-telefon kulübesi fotoğraflarınızı falan bi aradan çıkarın ve gerçek şehir gezintisine hazır olun.

bu şehri yürüyün. bol bol yürüyün hem de. yürümekten daha fazla keyif alacağınız dünya üzerinde başka bir şehir var mıdır gerçekten bilmiyorum. merkezden kmlerce dışarı doğru yürüdüm, hem şehir dümdüz olduğu için hiç yormuyor hem de inanılmaz bir şehircilik ve mimariye maruz kalıyoruz. yürüyün abi. üşenmeyin. toplu taşımayı çok uzak yerlere gitmedikçe kullanmayın.

biz günde ortalama 30-35 bin adım arası yürümeye çalıştık. ayaklarım ağrıyordu artık geceleri odaya geldiğimde. bu da yaklaşık 20-25 km arası bir mesafeye denk gelir günlük.

haritada kendinize uzak bir hedef seçin. başlayın yürümeye. gittiğinizde göreceğiniz şeyden daha çok yolda gördüklerinizden etkileneceksiniz. oval çizin, zig-zag çizin, yolda karşınıza çıkan enteresan yerlere uğraya uğraya hedefinize gidin. yoruldunuz mu? tüm şehir pub'dan geçilmiyor. girin bir puba. yorgunluk biranızı için ve güzelce dinlenin devam edin. dönüş yoluna mı geldiniz? bu sefer de farklı bir yoldan yine yürüyerek dönün.

bizim otelimiz oxford street üzerindeydi. bilmeyenler için londra'nın istiklal caddesi gibi düşünün. buradan chelsea, fulham, nothing hill, paddington, camden town, battersea vs. her yeri yürüyerek gezdik. bir tek sanırım richmond bölgesine metro ile ulaşıp döndük ki 3 saate yakın bir yürüme yolu gösteriyordu oraya da.


durumumuz yoktu yürüyemedik, peki toplu taşıma ile de gezilir mi?

çok güzel gezilir. amerika kıtasına gidemedim henüz ama google maps'in bu kadar randımanlı çalıştığı şehir bizim tarafta yok. londra zaten inanılmaz bir toplu taşıma alt yapısına sahip. korkunç büyüklükte bir metro ağı var. hatta bu ağ o kadar büyümüş ki bence bir noktadan sonra kontrolü kaybetmişler. bakmışlar ki metro büyük bir sorunu çok güzel çözüyor. inanılmaz bir yatırım yapmışlar. yer altında artık ortalık birbirine karışmış neredeyse ayrı bir şehir oluşturmuşlar. zig-zag çizerek sadece diğer hatta bağlamak için yapılan karışık merdivenler, yüzlerce metre yürüyerek yaptığınız aktarmalar falan artık yer altında ipin ucu kaçmış net bir şekilde :) yer altında kontrollü bir kontrolsüzlük var kısacası. hatlar ilk başta bir karışık geliyor ama girince alışıyorsunuz.

otelimizin etrafında 4-5 dakikalık yürüme mesafesinde 5-6 tane metro hattı vardı ve hepsinin içinden birden fazla farklı farklı hatlar geçiyordu. maps bu hatlarla oldukça uyumlu çalışıyor. tren 10 dakika sonra gelecek diyorsa geliyor. otobüs 12 dakika sonra durakta olacak diyor. bundan daha otobüs şöförünün haberi yok belki ama o kırmızı otobüs hakikaten 12 dakika sonra orada oluyor. bizde henüz rastlayamadığım immersive viewler falan bayağı bir google maps şehri burası. kaybolmanız neredeyse imkansız yani.

londra aynı zamanda gittiğim en iyi dijitalleşmiş şehir. özellikle istanbul'un bunu çok iyi örnek alması gerekiyor. nakit para kabul etmeyen işletme sayısı oldukça fazla ve her şeyi ama her şeyi kredi kartıyla halledebiliyorsunuz. ilk gün ne olur ne olmaz diye cüzdanıma koyduğum 100 pound şu an hala cüzdamında. 8 günlük süre boyunca nakit olarak 0 pound harcadım. otobüsler, metrolar, tuvalet vs. aklınıza ne gelirse her şeyi sadece kredi kartıyla kullanabiliyorsunuz. bilet makineleri var, london pass gibi süreli kartlar falan da var ama bunların hiç birine pratikte ihtiyacınız yok. kredi kartınızı makineye okutup biniyorsunuz. az önce istanbulda toplu taşımaya binmek için makine ile kartıma para yükledim. komisyon kesiyor. abicim nakit kullanımına ekstra yük getireceksiniz, karta değil. kartla yükleyene gerekirse indirim yapacaksınız, işletmelere vergi muhafiyetleri getireceksiniz ki insanlar kartlarla alışveriş yapsın, vergi kaçağı olmasın. koskoca istanbul belediyesi de %50 yıllık faizin olduğu ülkede komisyonsuz banka anlaşması yapamıyorsa bir zahmet miktirin gidin abi o kadar da değil.

burada aramızda var mıdır bilmiyorum ama kasiyer arkadaşlar için bir parantez açayım

kendinize en kısa sürede yeni bir kariyer alanı yaratmaya bakın gençler çünkü çok geçmeden muhtemelen kasiyerlik diye bir meslek kalmayacak. londra'da neredeyse kasiyerlik mevhumu bitmiş durumda. orada bittiyse çok geçmeden bizim bu tarafta da benzer şeyleri görürüz. marketlere numunelik 1-2 tane tabii ki koyuyorlar ama esas tüm işlemler bizde de olan ama henüz yeterince yaygınlaşmamış olan makineler ile hallediliyor. devasa bir süpermarkette sadece 2 kasiyer çalışıyor makine işini beceremeyenler için. yan tarafta ise kendinizin barkod okutup ödemeyi yaptığınız 50 tane makine duruyor ve herkes bunları kullanıyor.

londra turistlere ne satıyor derseniz benim aklıma gelen ilk şey: kültür

satmakta da haklılar. kültür işinin dünya üzerinde ulaştığı son nokta artık burası. yıllar boyu işgal görmemiş, hakim dili de içinde barındıran bir imparatorluk tarihi işte. edebiyat burada, felsefe burada, tiyatro, müzik her şey burada.

londra bir tiyatro şehri. bunu "x bir sanat şehri" gibi klişe şekilde söylemiyorum. gerçekten hiç bir şehirde görmediğim kadar tiyatro veya müzikal sergileniyor her gece. her taraf özel tiyatrolarla dolu. sayısını bilmiyorum ama yüzlerce vardır diye tahmin ediyorum. her yerde bunların ışıkları, tabelaları, afişleri. şehir sanki devasa bir tiyatro salonu gibi. buna benzer varsa varsa broadway vardır dünyada diye tahmin ediyorum. avrupa'da bu yoğunluğun yanına yaklaşan bir şehir yok onu kesinlikle söyleyebilirim. bir tanesine mutlaka gidin işte ilgi alanınıza göre. ingilizce ortak dil gibi olduğundan bunu şehre gelen turistlere satmakta zorlanmıyorlar haliyle.

kültür satmaktan kastımı biraz daha açayım. mevzunun ne noktaya geldiğini siz anlayın. adamın biri 1900 lerin başında bir roman yazıyor. bu romanın baş kahramanının (sherlock holmes) evi romana göre londra westminister bölgesinde baker street'de , aslında olmayan 221b no'lu dairede ikamet diyor. ingilizler ne yapıyor? baker streette 221b nolu daire oluşturup, onu romanda anlatılan ev gibi dizayn edip, aha karakter burada yaşıyordu diye müze açıp bilet satıyor. normal şartlarda karakter yok, ev yok, ortada hiç bir şey yok yani ama kültürel olarak öyle bir fenomen yaratmış ki canon doyle, biz bunu gerçek gibi düşünüp evini görmeye müzeye gidiyoruz.

yani ingilizler yüzlerce yıllık imparatorluk tarihini geçtim, olmayan tarihi bile bize satmayı başarıyor. böyle yazınca bu ne saçmalık dediğimi düşündünüz değil mi? azılı bir sherlock hayranı olarak ben de gittim, ben de para verdim ve evine girdim gezdim. onun orada yaşadığını hayal ettim. bana da sattı yani hayali o ingilizler eheh. aha işte biz buna kültür dominasyonu diyoruz. kültür satmak diyoruz. daha imparatorluk, kraliçe, saraylar vs. ye hiç girmedim bakın. harry potter, sherlock ve bunun gibi onlarca ingilizler tarafından yaratılmış hikaye. hepsini gelen turiste satabiliyorlar bir şekilde.

ingilizler kendilerini dünyanın sahibi sanarlar derler ya hani laf aralarında. evet büyük ihtimalle öyle sanıyorlar. lakin ben de olsam ben de öyle sanardım. dünya çapında fenomen olmuş bu kadar kültür öğesi benim şehrimden çıksa, yanlış ama herhalde benim diğerlerinden bir fazlam var demek ki derdim.

sen neden yapamıyorsun peki bunu? birincisi edebiyatın veya herhangi bir sanat dalın bu denli dünyaya mal olmamış. hadi diyelim ki çalıştın ve oldun. londra'da 100 yıl önceki baker street hala aynı şekilde duruyor şehir merkezinde olmasına rağmen. binaların tipi, sokağın tipi, şekil şemal hep korunmuş. senin ömer seyfettin'in x romanının geçtiği y sokağına, yap-satçı temel-dursun a.ş tarafından 4 blok 25 katlı site yapılmış. y sokağı eğer hala duruyorsa bile adı artık y sokağı değil. ya kenan evren sokağı olmuş, ya 15 temmuz şehitler ve demokrasi sokağı. bina aynı bina değil, sokak bir şekilde yerindeyse bile o sokak değil. sen neyi nasıl satacaksın? "işte kaşağı bu plaza'da geçiyor, buyrun biletler" diyecek halin yok. bok gibi bir tarih koruma alışkanlığın var, bu bok gibi alışkanlıktan da bir şey çıkmıyor haliyle.

bu adamlar ne yapmış? blue plaques diye bir nane çıkarmış. nedir bu? londra'da yaşayan, ingiliz ve dünya tarihi için önemli işler yapmış olan insanların yaşadığı ve çalıştığı yer işaretleri. 1006 tane var bundan yanlış bilmiyorsam. tüm şehire yayılmış durumda. işte efendim burada şu şarkıcı yaşadı, burada bilmem neyi keşfeden bilim adamı yaşadı falan gibi. bunlar için kendini paralamana da gerek yok. başka yerlere giderken binaların üzerindeki mavi işaretleri görüyorsun ve "aaaa bu kimin evi" diye yaklaşıyorsun. bunlara yönelik en ufak bir plan yapmadım ama hiç görmediysem 30-40 tane falan görmüşümdür. chelsea tarafına gittiğimde bir anda bob marley'in evinin önünde buldum mesela kendimi, baker street'te lennon'un albüm kaydı yaptığı yeri gördüm. londra evlerinin ve caddelerinin tamamına yakını aslına uygun korunduğu için haliyle böyle işaretlenebiliyor da. böyle işaretleyince şehir sana oldu mu açık hava müzesi? bu markerların hepsini göreceğim diye gezi yapmak bile ayrı bir turistik aktivite. hatta bir yerlerde haritasını da görmüştüm tüm markerların ama şimdi aramaya üşendim internette.


sen bunları yapabiliyor musun? hadi yaptın tüm yazarların, tiyatrocuların falan evlerini işaretledin güzel güzel. bak nazım hikmet şurada, ferhan şensoy burada yaşıyor okey. bu adamların yarısını solcular, yarısını da sağcılar sevmeyecek. öteki komunüzlerin, beriki muhafazakarların aydını. bunlar ayrı tantana. öfff çok uğraşacak şeyimiz var çok.

neyse içim karardı, biraz konuyu değiştirelim

parklar. evet parklar. biraz iddialı konuşacağım ama dünyada bulunan en iyi 5 şehir parkından muhtemelen 3-4 ü buradadır diye tahmin ediyorum. inanılmaz. doğru anladıysam londra'da parklar ikiye ayrılıyor. yani ikiye ayrılıyor derken şehir parklarından bazıları "royal park" diye geçiyor. bu royal parklar zamanında sadece kraliyet ailesine ait ve onlar tarafından kullanılan, muhtemelen avrupa'dan gelen "demokrasi mi o?" haberleriyle zamanla önce soylulara, sonrasında da tüm halka açılan parklar. kraliyet ailesinin zamanla kendinden vermesi işte bir bakıma.

kraliyet ailesinin gezdiği, avlandığı, etkinlik yaptığı parklar. yanlış saymadıysam bundan 8 tane var londra'da. bu parklar şu anda halka açık ve gerçekten standart inanılmaz bir seviyede. hani dini kitaplarda cennet tasvir edilir ya, aha işte o seviyede. peyzaj sanatının geldiği son nokta artık bu. çimlerin uzunluğu, ağaçların yerleşimi, ortada akan dereler, oturulacak yerler, sincaplar, ördekler, pelikanlar, geyikler... aman allahım. bu nedir yahu? londra'ya hiç bir şey için gidilmezse bile bu parklarda yayılmaya gidilir o kesin. buraya gelene kadar favorim amsterdam vondelpark'tı ama burada o falan bizim mahallenin çay bahçesi gibi kalıyor bunların yanında.

çok merkezi olduğu için hyde park en meşhurları olsa da gördüğüm parklardan favorim kesinlikle regent’s park oldu. baker street'ten devam edince hemen sağ taraftan giriş yapıyorsunuz ve şehirin göbeğinde şehirle bağlantınızı tamamen kesen, içinde gölet, akarsu, spor sahaları, golf sahası, çiçek bahçeleri, çeşit çeşit hayvanlar vs. içeren bir park.

lafı gelmişken bu regent's park'ın etrafında çok acayip evler var. bir tarafı yine kabul edilebilir de camden town sınırındaki evlerde umarım insanlar yaşamıyordur. yanlarından geçerken inşallah oteldir buralar, birisinin evi ile benim evim arasında bu kadar büyük bir fark olmasını kabullenemem demiştim ama allah kahretsin ki evmiş. kim oturuyorsa başına yıkılır inşallah. zenginlik tamam da bu kadarı da insana hakikaten ağır geliyor.

bana doğa verin, öyle bir doğa istiyorum ki orman seviyesinde olsun, yanımdan geyikler falan geçsin diyorsanız gitmeniz gereken yer richmond park. burası diğer parkların aksine hafif engebeli uyarayım. hem yüzölçüm olarak çok büyük, hem de şehir parkından ziyade şehir içinde yabani hayatın da olduğu bir orman gibi. buraya yürüyerek gidilmez ama onu söyleyeyim. merkezin biraz dışında. trenle ulaşacaksınız. lakin gittiğinizde gördüğünüz manzara geldiğime değdi dedirtiyor.

böyle böyle yanlış bilmiyorsam 8 farklı royal park var londra'da. kraliyet halkı sokmamakta haklıymış. böyle parklarım olsa ben de fakir halkı içine sokmazdım. ne o öyle pis pis :) biz de maltepe sahil parkını parktan sayıyoruz işte. aaa ne güzel yeşillik deniz falan diye sevine sevine yürüyoruz içinde. bunları görünce evdekine ekmek veresim gelmiyor diyorlar ya hani. neyse biz de elimizdekinin kıymetini bilelim artık n'apalım.

şu kültür satma işine tekrar dönersek

londra belediyesinin şehrin tarihi dokusunun korunması konusunda titiz olduğu çok belli. her yerde hala kalan kırmızı telefon kulübeleri bile bu işin ne kadar ciddiyetle yapıldığını kanıtlıyor. şehrin imza nesnelerinden biri olduğu için hiçbir telefon kulübesini kaldırmamışlar. onun yerine bu kulübelerin içlerine wireless vericileri yerleştirip işe yaramasını da sağlamışlar. taksiler hala klasik görünümlü ve tek tip, otobüsler elektrikli olmasına rağmen yine klasik görünümlü 2 katlı ve kırmızı. binaları zaten saymıyorum. 50 yıl önce nasıl görünüyorsa muhtemelen hala aynı görünüyorlar. kısacası şehirin kendi özellikleri itibariyle bundan 50 yıl önce bir insan ne görüyorsa, şu anda biz de çok benzer bir şeyi görüyoruz.

tek bir sıkıntı var: tuktuk. hindistan-pakistan gibi ülkelerin videolarında görmüşsünüzdür. 3 tekerlekli ulaşım aracı. o bölgeden gelen insanlar getirmişler zamanında biraz evrimleştirerek ve turist gezdirme aracı olmuş ama olmamış abi bu. son ses müzik, ışıklar vs. ile gezen 3 tekerlekli araçlar öyle sırıtıyor ki merkezde, yapacağınız işi demekten kendinizi alamıyorsunuz. tamam sevgili paki asıllı belediye başkanı sayın sadiq bu senin kültürün anlıyorum. lakin senin kültürünü s*keyim afedersin ya. olmuş mu bu şu şehre şimdi? rezillik amk.

londra pahalı bir şehir

2024 yılı itibarıyla istanbul'dan pahalı olmayı başaran nadir şehirlerden. yeme içme istanbul x 1.5-2 gibi gözlemledim. well played istanbul. başardın! londra'dan hala pahalı değilsin. alkışlar istanbul'a!!!

öff yazdıkça aklıma bir şeyler geliyor ama bir yandan da sıkıldım.


kısaca aklıma gelenleri yazıp konuyu kapatalım artık

- sokak hayvanı yok. olumlu veya olumsuz söylemiyorum bunu. sahipsiz kedi veya köpek yok. az değil yok. kedi zaten hiç görmedim muhtemelen evlerde yaşadıkları için de gördüğüm tüm köpekler de tasmalarıyla gezdirilen köpeklerdi. kuşlar ve sincaplardan başka sahipsiz bir hayvan görmedim. tüm parklarda yazan şey şu : "feeding isn't caring". yani yazar bu mısra da diyor ki hayvanları beslemeyin ki doğal denge bozulmasın. onları besleyerek iyilik yaptığınızı düşünüyorsunuz ama aslında başka bir tür için yaşam alanını daraltıyorsunuz. halihazırda kapısının önünde 2 adet kedi besleyen biri olarak söylüyorum bunları. iyilik yaptığımızı düşünüyoruz ama aslında yapmıyoruz. kuşlar böcekler açısından durumu düşünen yok. edit: buraya itiraz geldi. tilkiler varmış biraz şehir dışına çıkınca. geceleri çok gezerlermiş.

- şehir temiz. turistik yerlerde tabi ki hafif kirlilik artıyor ancak çok çok kabul edilebilir seviyede. amsterdam'dan sonra falan buralar bal dök yala. akp belediyesi çalışıyor. cehap olsa böyle olmazdı. körfez bok kokuyor.

- güvenlik için çok şey okudum ama tüm şehri yürüyerek gezmeme rağmen hiç bir yerde en ufak bir tedirginlik yaşamadım. tabi ki muhtemelen londra'nın çinçin mahallesine gitmedim ama sizin gezebileceğiniz yerlerde ve saatlerde bir güvenlik sorunu olacağını sanmıyorum.

- insanlar aşırı kibar. yani o kadar anlamsız seviyede bir kibarlık ki bu sinirlenmeye utanıyorsunuz. 9 gün tüm şehri yürüyerek gezdim, tek bir tane ses yükselmesine bile rastlamaz mı lan insan? uyuşturuldunuz mu abi naptınız? kalkın bi "yürüsene lan" diye öndekine bağırın bari amk. taksim ve civarında 1 saatlik bir gezide en az 2 tane kavgaya dönmek üzere olan tartışmaya denk gelebileceğime %100 eminim. burada turistik-lokal baya bir yer gezdim, tek bir kişinin başkasına diklenmesine denk gelmedim. tabi siz yine önleminizi alın ama ben pek bir şey göremedim açıkçası.

- kiralar çok pahalı. bu konuda istanbul falan artık kıyas kabul etmiyor. haftalık 1000-1500 poundlar havalarda uçuşuyor. haftalık 1000 pund desen aylık 4000 pound an itibariyle 180 bin la. napıyonuz olum? eşimin çalıştığı şirketin ceo'su londra'da yaşamıyormuş kiralar pahalı diye :) o seviyede bir pahalılık. turistler ve ezelden ev sahipleri hariç çok fazla yaşayan olduğunu da sanmıyorum merkezi bölgelerde.

- kamuya ait müzelerin hepsi bedava. bu açıdan çok iyi. hiç bir şey düşünmeden çok dolu müzeleri görebiliyorsunuz. özellikle doğa tarihi müzesi yeryüzünde bulunan her insanın mutlaka görmesi gereken cinsten. insanlık ve doğa hakkında sağda solda ne okuyorsanız, ne biliyorsanız aha bu müzede bulunan kalıntılardan gelen bilgiler. adeta tüm belgesel ve kitapların canlı özeti gibi. çok ilgim yok ama ben mesela bu kadar fazla insan türünün yaşadığını bilmiyordum geçmişte. neandarteller falan anca. meğerse bir sürü türümüz varmış nesli tükenen. hepsinin kalıntılarıyla falan haritalandırılması inanılmaz ilgimi çekti. evrim falan tartışmıyoruz herhalde bu devirde. nerede yaşadığımızı sanıyorsunuz? bu tip çağdışı tartışmalar kalsa kalsa 21. yüzyıl türkiye'sinde kaldı. artık aşın bunları :) dinazorlar keza öyle. tamamlanmış iskeletler var bir sürü. denizden karaya geçiş, vs. vs. hepsiyle alakalı ne varsa burada var.

- çanak çömlek resim müzesi de epey fazla. ben bu tarz müzeleri çok sevmediğim için tamamını gezmedim. buraları gezerek ingilizlerin anadolu toprakları da dahil tüm topraklardan apardıkları tarihi eserleri görebilirsiniz. bir tane çömlek var atıyorum: "muhtemelen kütahya dolayları" yazıyor. tarihi eser kaçakçısı arkadaş yeterince spesifik yer belirtmemiş anlaşılan. bu kadar çok osmanlı ve selçuklu eseri görünce insan bir yandan da sinirleniyor haliyle. ya abicim konya'nın bilmem neresinde çıkan çorba kaşığının sizin müzenizde ne işi var? bizim müzelerde hiç "halis tarihi londra taburesi" sergilendiğini gördünüz mü? çalınır da bu kadar da umarsızca sergilenir mi artık.

- bir garip anektod. muhtemelen büyük londra yangınından kalan inanılmaz bir yangın hassasiyetleri var. tüm binalar, sokaklar her yer yangın tehlikesine göre revize edilmiş. yangın kaçışları çok net ayrılmış, otellerin içinde belli saatlerde yangın alarmları çalıyor, yangın yangın yangın. tüm şehir yangın her an olacakmış gibi neredeyse paranoyak bir hazırlık içinde.

- biraz mesleki deformasyon bu ama bu tip yerlerde benim altyapı işleri falan da ilgimi çeker. altyapı sistemleri ekstra titizlikle işaretlenmiş. bizdeki gibi burayı kazdım altından su borusu çıktı, onu hallettik doğalgaz borusunu patlattık gibi bir vurdumduymazlık yok belli ki. bütün ızgaralar özenle işaretlenmiş. burası thames nehrinden gelen su, şurası internet hattı, burası önemli bir bok değil mağazanın havalandırma çıkışı falan diye tek tip ve çok temiz şekilde işaretlenmiş. bugün sıkıyorsa beyoğlu civarlarında bir kazı yapın bakalım. allah bilir nelere denk gelirsiniz.

artık bağlayalım çok uzadı

gitmeden önce açıkçası "başka bir avrupa şehri" kafasıyla gitmiştim neredeyse tüm avrupa'yı gören bir insan olarak ama yok. londra kesinlikle başka bir seviye. kıyas kabul edilebilecek gibi değil yani. belki ucundan berlin ama o bile çok altında bu seviyenin. kültürüyle, mimarisiyle, güzellikleriyle avrupa şehirlerinin de çok ötesinde bir yer. çok pahalı kabul ama 3 tane avrupa şehri gezeceğinize aynı paraya 1 tane londra gezin bence daha karlı.

amerika'ya hiç gitmedim ama umarım buradan güzel değildir new york falan. kültürel olarak kesinlikle değildir orası kesin de şehir bari çirkin olsun buradan nolur. bana bu kadar güzellikten mahrum olmak bile koydu, daha ötesini kaldıramam. sınır bu olsun işte. o yüzden inşallah ve muhtemelen londra yer yüzündeki en güzel şehirdir diye bitireyim yazıyı.