İçerdiği Dram Dozuyla İzleyicisini Tokat Manyağı Yapan Film: Manchester by the Sea
bunu yapmamalıydım. kesinlikle yapmamalıydım. aslında yapmamam gerektiğini çok iyi biliyordum ama vaktiyle 10/10 verdiğim filmler hakkında son zamanlarda gelen yorum yazma isteğim beni bugün bunu yapmaya itti ve böylece yapmış bulundum. oysaki 8-9 ay önce, sanırım kendimi cezalandırmak istediğim bir gecede, bu filmi 2. defa izledikten sonra kendime sıkı sıkıya tembihlemiştim, bu filmi bir daha asla izlemeyecektim. ama ne yazık ki yaptım işte. filmi 3. defa izlemeyi az önce bitirdim ve şu anda aklımda sadece tek bir soru var: bir film nasıl olur da izleyicisini tekme tokat dövebilir ki? pardon, sanırım bir soru daha var: nasıl olur da izleyicisinin ruhunu paramparça edebilir? casey affleck, sen ne çeşit bir ruh hastasısın birader!? neden sadece lee chandler’ı oynamak yerine tamamen lee chandler oldun ki? aktör müsün yoksa sadist ruhlu bir or*spu çocuğu mu? ömrün boyunca lee chandler olmayı mı beklemiştin? gerçekten inanılır gibi değil. elbette karşımızda öyle bir senaryo var ki, bu rolü ‘ortalama’ diyebileceğimiz başka bir aktör oynasaydı bile filmin vuruculuğu yok olmazdı ama hiç kimse de casey affleck gibi lee olamaz ve bahsi geçen vuruculuğu onun gibi zirveye çıkaramazdı. yine de bu filmi keşke izlememiş olsaydım diyorum. keşke 5 yıl önce o hatayı yapmasaydım. çünkü olmuyor. ne yaparsam yapayım şu 8 sahne ve o sahnedeki oyunculuklar aklımın odalarını yıllardır terk etmiyor:
1) beverly hastanesi
2) ...
4) telefon konuşması
5) taziye
6) "there's nothin' there."
7) "daddy?"
8) "i can't beat it."
sanırım bu oyunculuk bahsini şöyle kapasam iyi olur: eğer her aktör kariyeri boyunca oynadığı sadece tek bir filmle değerlendirilecek olsaydı, casey affleck benim kitabımda gelmiş geçmiş en iyi aktör olarak yer alırdı ama neyse ki bu tür değerlendirmelerde aktörlerin bütün kariyerleri ele alınıyor ve bu sayede bu ruh hastası da favori listemin zirvesinde şimdilik yer almıyor.
not: lee, abisi ve yeğeniyle beraber denize açıldıkları zamanlarda abisi dümendeyken o da yeğeniyle şakalaşıyor ve onu sürekli güldürmeye çalışıyordu. hatta eve döndüğü bir gün karısına yeğeninin kocaman bir balık yakaladığı için ne kadar mutlu olduğunu anlatıp durmuştu. belli ki yeğenini mutlu görmek onu gerçekten çok mutlu ediyordu. sonrasında o malum olay yaşandı ve lee tüm gülüşlerini kaybetti. ama film boyunca bedbaht bir portre çizen lee’nin gülümsediği tek bir sahne var. her geçen gün biraz daha mutsuz olmaya başlayan yeğeniyle aralarında olan çatışmaya bir son vermek adına tekneye yeni bir motor almayı teklif ettiği günün ertesinde yeğeni, kız arkadaşıyla beraber tekneyi mutlulukla sürerken lee de hemen arkalarında oturmuş onları izlemektedir:
gelelim yönetmene
film, ana temasında matem olan ya da içinde yas tutan bir ana karakter barındıran türdeşleri arasında kendisini apayrı bir yerde konumlandırıyor ve bunu da başka bir film setindeki sahne çekimi esnasında yaşansa yönetmenin “cut!” diye bağıracağı aksilikleri pek çok sahnesinde kasten barındırmasıyla yapıyor. bu durumu doğallık olarak açıklamak istemiyorum. bazı kavramlar sırf pozitif tarafları sebebiyle milyon kere dillendirilince ya kavramın içi boşalıyor ya da o pozitif taraflar bile insana artık negatif gibi gelmeye başlıyor. kaldı ki günümüzde doğallık bile artık belirli bir çaba gerektiriyor ve bu da onun doğasına aykırı olduğu için ortaya çıkan şey yalnızca at boku kokan bir samimiyetsizlik oluyor. bu sebeple bunun adına doğallık değil de titizlenmemenin gerçekçiliği diyorum. normal şartlar altında bir işe titizlik göstermek son derece normalken, durumlar değiştiğinde, örneğin ortada anormal derecede ağır bir dram söz konusu olduğunda, artık normal olan mantığın devre dışı kalması ve anormal olan ise bir şeylere hâlâ titizlik gösterilmesi olur. filmden örnek verecek olursak, lee’nin o malum olay sonrasında polislere açıklama yaparken bile market poşetlerini kucağında taşımaya devam etmesi hayatın olağan akışında normal olandır. ya da sedyenin bir türlü ambulansa yerleştirilememesi de o akış içerisinde oldukça normal sayılabilecek bir durumdur. anormal olan ise sırf “film çekiyoruz” diye sihirli dokunuşlar yapmaya çabalamaktır. elbette bu sahnelerin aslında bu şekilde tasarlanmadığını, oluşan aksilikler neticesinde yönetmenin “aslında böyle daha iyi oldu ha” diye tepki verdiğini söylemiyorum, yönetmenin o detayları sahnelere bilerek yerleştirdiği çok açık. hatta aynı durum arabayı bir türlü nereye park ettiklerini hatırlayamadıkları için sürekli gerisingeri yürüdükleri sahne için de geçerli. “e, peki bu detayları filme yerleştirmek titizlenmek olmuyor mu?” hayır. geçmişten bu zamana kadar olan yüzlerce ya da binlerce sayıdaki filmi izleme tecrübemiz kafamızda sinema ile alakalı birtakım kodların oluşmasını sağladı ve bu filmdeki “cut!” diye bağırılası aksilik görünümlü detaylar o kodlarla uyuşmadığından yönetmen bize sahte de olsa bir titizlenmemenin gerçekliği hissiyatını yaşattı. açıkçası bu hissiyatı beni korkutmayı amaçlayan ya da savaş karşıtı mesajlar barındıran bir filmde yaşamayı istemem. ama eğer ki film, içerisinde lee chandler’ın hikâyesine benzer bir hikâye barındırıyorsa, o filmin emekçilerince akışına bırakıldığı hissini mutlaka tatmak isterim. kısacası film boyunca ne yönetmen yönetmenlik yaptığını ne de oyuncular oyunculuk performansı sergilediğini hissettirmeli bana. hem de bu görevlerini aslında şahane bir şekilde yerine getirirken yapmalılar bunu. hepsi sadece ama sadece bu ağır drama içerisinde var olmalı, onu var etmeye çabalamamalı. yönetmenin sihirli dokunuşu her zaman kendi varlığını seyirciye hissettirerek olmaz, bazen o dokunuşun hiç olmadığını hissettirmek de sihirli bir dokunuştur. nitekim bu filmde hem yönetmen kenneth lonergan hem casey affleck hem de michelle williams sinemasal yeteneklerini bizlere tam olarak bu şekilde gösterdi: sadece orada var olarak.
ve senaryo
lonergan filmin yönetmeni olduğu gibi aynı zamanda da senaristi ve yazdığı senaryonun en güzel tarafı herhangi bir kreşendo anının bulunmaması. tabii bu durum kimilerince filmin sıkıcı olmasının sebebiymiş ama herkes sinema perdesinde hayatın doğal akışında yaşanan durağan bir kesiti görmekten hoşlanmayabilir tabii. ver sen abime ordan süper kahramanlı ya da yüzüklü-müzüklü fantastik bir film, abim köşede keyfine baksın. çünkü bu senaryoda herhangi bir kreşendo anı olmadığı gibi seyirciyi ağlatmaya çabalayan bir dokunuş da yok. katakulli yok. kaos yok. ihanet yok. intikam yok. hiçbir şey yok. ama gel gör ki yine de akademi ödülü almış. neden acaba? nedeni şu: bu senaryo, yukarıda bahsettiğim gibi, zorlama bir doğallıktan ziyade titizlenilmemiş bir gerçeklik barındırıyor ve bunu da sıfır tutarsızlıkla yapıyor. zaten titizlenilseydi o tutarsızlık rastgele bir sahnede muhakkak bizi yakalardı. tabii buna rağmen birileri hâlâ senaryonun oldukça düz ve sıradan olduğunu düşünmeye devam edebilir, saygı duyarım. fakat unutulmamalıdır ki bazı zamanlarda basit olanı kusursuz bir şekilde başarmak, zor olanı başarmaktan bile çok daha zor olabilmektedir.