Doğa ve İnsan Üzerine Sade Şeyler Söyleyen Yeni Netflix Filmi Train Dreams'in İncelemesi
bu senenin namusunu kurtaran hazinelerden train dreams
uyarlandığı romanın yazınsal bilincine sadık, edebi lezzetini törpülemeden, sinemanın olanaklarıyla bir roman uyarlaması nasıl filmleşir sorusunun da heyecanını sonuna kadar koruyan oldukça ince ve sade bir iş. şu yüzyılın her anlamdaki korkunç gürültü ve enformasyon bombardımanı içinde öykücülüğün çetrefilli, netameli işçiliğini tıpkı gündelik, oldukça ağır işlerde çalışan baş kahramanın hikayesindeki çalışma koşullarının zorluğuna eş değer bir simetriyle izleyicisine sunuyor. yaşama, çalışma koşullarının ağırlığı içinde birbirini her şeye rağmen seven ve belki de birbirlerine tutunmaktan başka çaresi olmayan insanların aşkını, sevdasını da onları oluşturan dışsal ve içsel etkenleri es geçmeden anlatının içine serpiştiriyor.
her şeyin basit ve sade olduğu günlere özlemiyle dolduruyor ekranı train dreams. bunu geçmişe ağıt tevatürüyle yapmıyor. bir ülkenin kurulma aşamasında yaşadığı sancılara eşlenik şekilde, orada var olmaya çalışan sıradan insanların günlük yaşamını önümüze getiriyor. sıradan bir adamın, bilgiden, bilimden, eğitimden yoksun, anne, babasını bile tanımadan yani bir aileye sahip olmadan, zorunlu olarak ağır işçiliğe maruz bırakılmış bir insanın kendi varlık bilincini de ölçülü bir şekilde sorguladığı, dünya ve yaşamla bağını sevdiği kadın ve çocuğu üzerinden pekiştirerek, aslında dünya için anlamsız, değersiz görülen bir yaşamın mücadelesinin verildiği o sıradanlığı doğanın içine teyelleyerek koyuyor önümüze yönetmen clint bentley. yaşamın sıradanlığı, basitliğini pastoral manzaranın içinde eritiyor. yaşam ne kadar basit ve aleladeyse stoik bir şekilde doğa o kadar büyük, görkemli güçlüdür diyor. öyküsünün minimalizmini doğanın o epik pastorallığıyla büyütüyor. kahramanları ve başlarına gelenler ne kadar sıradansa doğanın içinde olup biten her şey o kadar görkemli. bir yangının ondan aldığı eşi ve çocuğu yerine köpekler, atlar giriyor mesala yaşamına. sonra tüm o yanmış ağaçlar tıpkı içinde bitmek bilmeyen kayıpların acısı gibi tekrardan toprağın üstüne fışkırıyor. yaşam ölümden sonra yeniden başlıyor. biteviye denen o korkunç acı ve felaketlerden bir gün yine dirimin tohumları fışkırıyor. insanın yarasını iyileştirmek için ucuz aşk numaralarına, kendini iyi hisset tarzında karşılaşmalara , doğanın içinden fışkıran mistik yansımalara, yanılsamalara , eğitici ilişki biçimlerine, numaralarına hiç yüz vermiyor ağırbaşlı bir şekilde train dreams.
cebinde ölüleri, pişmanlıkları, yası, travmayı, vicdan azabını, cevapsız soruları taşıyan robert grainier yaşlandıkça yaşamın(ın) anlamına dair cevapsız soruların aya, uzaya yolcuklara, demir köprülere, televizyonlara, teknolojiye dönüşen anlamsızlığına tanık oluyor. içindeki yangının mecazının düşlerinde, kâbuslarında evini, eşini, çocuğunu ele geçiren o korkunç yangına dönüştüğü kadrajlar, planlar insanı çaresiz bırakıyor, karakterini bıraktığı gibi. ustalıkla çekilmiş sahneler bunlar. karakterin içsel, dışsal gelişiminin mitosunu muhteşem bir şekilde ifade ediyor ona eşlik eden muhteşem dış sesle. pek hayranı olmadığım joel edgerton'da normalde zayıf, nüanssız gibi görünen karakteri büyük bir incelikle işliyor ve bana göre kariyerinin en iyi oyununu veriyor.
hürmet ve sadakatle birbirine bağlı insanların sevme biçimindeki lekesizliği katıksızlığı ve bunun saadetini hatırlatıyor train dreams özellikle o ilk yarım saatindeki dozunda duygusallığıyla. katı olan yaşama koşullarının içindeki inceliği, yumuşaklığı, şiirselliği muhteşem bir şekilde büyütüyor. hikaye tıpkı doğa ve kesilen ağaçlar gibi yavaş yavaş büyüyor. ağaçlar kesiliyor, yanıyor, insanlar ölüyor, gidiyor, doğuyor ve yaşamın o sonsuz döngüsü, doğanın içine gömülmüş o büyük gizem, doğurganlık ve bereket insana durmadan görkemini, gücünü, iyileştirici yanını esirgemeden sunuyor. eski zamanlara bir ağıt değil belki train dreams ama oradaki yaşamların tanıklığına çağıyor izleyicisini ve o yaşamlara hürmetini sunuyor ağırbaşlı şekilde nihayetinde.
sadelik ve incelikten yılın en iyi, en şiirsel 3-4 filminden biri doğuyor. tek kelimeyle muhteşem. işi gücü bırakın şu filmin güzelliğine teslim olun hemen.
Filmin vermek istediği mesajlarla bitirelim
birden fazla hayat dersi veren, derdini sade ve sessiz anlatan film. “insanın kısa bir süre için de olsa doğayla yeniden başbaşa olması, onu eski bir dostla birlikteymişcesine mutlu eder. bu, hem birlikte hem özgür olmanın verdiği, benzeri olmayan bir mutluluktur.” engin geçtan’ın insan olmak kitabındaki bu cümleler aklıma geldi. doğada olmayı çok sevdiğim için, henrik ibsen’in bir şiirinde uydurduğu friluftsliv, açık hava hayatı kelimesinin güzelliğini hatırlattı ve maalesef zeytin ağaçlarını maden için kesenleri… ‘ağaçlar umrunda değil, cebime giren paraya bakarım’ zihniyetinde olanlar anlamasa da, şu replik nefisti: "bu dünya ince ince işlenmiş bir bütün çocuklar. attığımız bir adımın neyi bozduğunu, neleri etkilediğini bilmiyoruz. biz de bu dünyada bir çocuğuz. dönme dolabın civatalarını soktuk diye tanrıyız sanıyoruz." herkesin kendisini ünlü zannettiği sosyal medya döneminde, sıradanlığın değerliliğini hatırlattı. hayatın içindeki hazineleri... hayal kurmak, sevdiğin yerde yaşamak, sevdiklerinle zaman geçirmek, doğayla başbaşa olmak, bir hayvanın dostluğu, sessizlik, ani yaşamak, yaş sürecini paylaşmak, gerçek dostluk… en değerli hazineler, sıradan şeyler. sevgi dolu, iyi hissettiren anlar…
hayatın ne kadar değerli olduğunu görebilmek için, ölümle yüzleşmek gerektiğini söylemişti yalom. ‘size ölümcül bir hastalığı gösterir ve sonra sizi dünyaya, yaşamınıza, onun artık hiç olmadığı kadar çok hissettiğin hazlarına ve tadına geri tükürür. size hem bir şey verildiğini hem de sizden bir şey aldığını anlarsınız’ son sahneyi bu yüzden sevdim. hayat hep mutlulukla sonuçlanan bir sınav değil. mutluluk, hayatın anlarında gizli. değiştiremeyeceğimiz durumlar acı veriyorsa, bazen bakış açımızı değiştirmeliyiz. mutluluğun sırrı, hayatın güzelliklerini ve acılarını kabullenmek, durumu olduğu gibi görebilmek… akıp giden hayata, mutlu taşlar atabilmişsek, sonsuz evrende büyük iz bırakabilmişizdir.