Blade Runner 2049'un Bahsettiği Gelecek, Sandığımızın Aksine Oldukça Yakın Olabilir mi?

Philip K. Dick'in "Androidler elektrikli Koyun Düşler mi?" romanından uyarlanan 1982 yapımı Blade Runner'a, 35 yıl sonra devam filmi geldi ve Blade Runner 2049, 2017'de izleyiciyle buluştu. Ülkemizde de sansür mevzusu nedeniyle tartışma yaratan filmin günümüz kapital politikalarıyla ilişkisini detaylı bir şekilde incelemiş Sözlük yazarı "diagnostic retikul".
Blade Runner 2049'un Bahsettiği Gelecek, Sandığımızın Aksine Oldukça Yakın Olabilir mi?

şubat 2007 senesinde iklim değişiklikleri paneli'nde hazırlanan birleşmiş milletler, nostradamus şiirlerine taş çıkarır cinsten bir rapor yayınladı:

+2.4 derece:
su sıkıntısı başlayacak.
kuzey amerika'da kum fırtınaları tarımcılığı yok edecek.
deniz seviyeleri yükselecek.
peru'da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek.
mercan kayalıkları yok olacak.
kadınlar su bulamadıkları için saçlarını kestirecekler.
gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30'u yok olma tehlikesiyle karşılaşlacak.

+ 5.4 derece:
denizler 5 m. yükselecek? deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak.
dünyanın yiyecek stokları tükenecek.

+ 6.4 derece:
göçler başlayacak. yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç yollarında düşecek.

çare: led ampül kullanın.

düşleri yaratan olduğu gibi apokalipsleri yapılandıran da endişedir

blade runner 2049 endişenin kendisinden koruyan fantezi modeli yerine, endişenin kendisi olarak kurgulanan fantezi modeli ile sahneleniyor. blade runner ile blade runner 2049 arasındaki fark ise anlaşılabilir, 1982’den bugüne gündemimiz çok değişti.

birincisi apokalipsler gerçeğe dönmeye başladı, post-apokaliptik anlatılar heyecandan çok kaygı üretiyor. kurgulanan endişenin eşiğindeyiz ve bu yıkımı ciddiye almak istemiyoruz. psikanalizde bu tutuma fetişist yarılma deniyor: gerçekleşmekte olanın farkındayız ama yine de yok-muş gibi davranıyoruz.

Apokalips (apocalypse): Kıyamet

ikincisi, kapitalizm ayakta kalabilmek için yaratıcı yıkıma her şeyden çok daha fazla muhtaç. bu doğrudan sosyal, simgesel, etik yıkımların boca edilmesi demek. en çok ihtiyacımız olduğu anda kamu aklının müdahalesinden yoksunuz. sosyal, teknolojik ve psikolojik değişimlerde söz sahibi değiliz. işin tuhafı bunu da talep etmiyoruz.

üçüncüsü ise endişenin kendisinden çıkar üreten, kendi gündemini dayatan bir felaket kurgusu var. naomi klein’ın bahsettiği küresel sermaye, felaketlerin hem müessibi hem de çözüm üretme iddiası yok, bilakis onu da istismar ediyor. bunların yan ürünlerini takdir etmenin tekabül ettiği nokta “ abi adamlar yol yaptı sonuçta “ gibi bir nokta. bu noktadan bir adım ilerisi inkar: weather channel’ın kurucusu, john coleman gok’ün açıklaması gibi “küresel ısınma tarihin en büyük yalanıdır.”

dördüncüsü insan eliyle oluşan felaketlerde bir fail bulmada ideoloji epey hızlı. suçu attıkları, doğrudan tabiatın kendisi. tabiat birden 70c’lik ampül gibi durduk yere ısınmaya başlamış, bu da tabiatın doğal akışıymış gibi bir noktadan hareket ediliyor. ekonomik arka plandaki devlet ve özel sermaye işbirliği gözden kaçırılıyor. küresel ekolojik bir aktivist propagandası trende dönüştürülmeye çalışıyor: dünyayı kurtarma görevi sizin, led ampül kullanın.

beşincisi, sistem bir yandan tekno-endüstriyel vahşiliğe yatırım yapıyor, öbür yandan gerçekleşen felaketleri para cezası ile şirketlere ödeterek normalleştiriyor. bunun bir örneği meksika körfezi’ndeki bp deepwater horizon petrol kazası’dır. kazadan sonraki 87 gün içinde 205.8 milyon galon sızıntı yaşandı. 20 milyar usd dolar tazminatı bp’nin, abd'nin 5 eyaletine 16 yıl gibi bir sürede ödemesine karar verildi. british petroleum yıllık 184.840.000.000 usd cirosu ile bu rakamı rahatlıkla telafi edebilir.

burada sorun, özel bir şirketin, yerel etkileri aşan ve yaşam şeklimizin temellerini tarumar edebilecek yarattığı zararların, para ile karşılanabileceği düşüncesi. kapitalizmin post-modern ruhu. şu bir gerçek, kaza herhangi bir şirketin de başına gelebilirdi, esas mesele zaten bir tüzel kişiliği ya da tabiatın kendisini suçlu bulmak değil. bizi çevre ile ilgili tüm kaygıları yok sayarak tekno-endüstriyel gelişime zorlayan talebin kendisi, bu talebin meşruluğunu dayandırdığı zeminin ise rekabetçilik, kar güdüsü, tüketime yönelik çılgınlık ve performans ahlakından ibaret olması. bunun konusunun ise hiç açılmaması. yerel bir örneğini soma maden faciası’nda görmüştük. hükümet sermaye’yi korumak için elinden geleni yapmış, bu kazayı jeolojiye bağlamış ve tartışmayı ihmale döndürmüştü. oysa esas mesele ihmal değildi, esas mesele özel sermaye ile devletin işbirliği, insan eliyle oluşan yıkımlarının sebebinin kar güdüsüne bağlı olması, kamu vicdanını rahatlatmak için ise teolojiye havale edilmesiydi. aynı jeoloji-sermaye-hükümet-teoloji işbirliği ve ideolojinin maddi gücü küresel felaketlerde de tam böyle dayatılıyor. somut sistemleri gözden kaçırarak, işin tazminatlara havale edilmesi akabinde maddi failleri saklayıp soyut failler üretilmesi ve konunun tabiatın doğası ekseninde gizemleştirilmesi (elbetteki şirketler en ağır cezayla cezalandırılmalıdır, ancak şirket zararı devlete ödüyor, oysa ekolojik felaket bizzat insanlarla ilgili ve geri döndürülemez etkilere sahip).


kyoto protokolü ve paris iklim anlaşması gibi yasal düzenlemeler de hem komik hem ulusal çıkar tartışmaları, tutsak ikilemi babında dönmesi trajik. yani traji-komedilere şahit oluyoruz. 8 aralık 2012’de zengin ülkelerin iklim değişikliği yüzünden kayba uğrayan yoksul ülkelere tazminat ödemesi konusunda alınan bm kararı da bp yanılsaması ile aynı: para ile telafi. bu ticari zeminin akıldışı boyutu, serbest piyasa ideolojisinin bir gereği.

bu sürdürülebilirlik fikrine yapılan yatırımın kofluğuna bir başka örnek de volkswagen emisyon skandalı. volkswagen dizel motorlu araçlara yerleştirdiği bir yazılım sayesinde karbon emisyonlarını düşük gösterdi. skandal ortaya çıkana kadar satılan 428.000 araç zaten çevreyi kirletmişti. bu basit bir ticari hileden çok daha öte, serbest piyasa ahlakının ve şirketlerin etiği pek takmadığını da gösteriyor. bu şapkadan öyle bir tavşan çıkar ancak.

kaynakların tükenmesi, tohumun fesada uğraması, küresel ısınma, iklim değişikliği, karbon gazlarının emisyonu, türlerin kitlesel olarak nesillerinin tükenmesini içeren ekolojik felaket bir apokaliptik fantezi değil.

burada fantezi ile ideoloji ilişkisini açmak için örneğin bir uçağa bindiğinizde yolculara verilen talimatları düşünelim: bütünüyle uçak kazasının nasıl görüneceğine yönelik konformist bir senaryodur bu. uçağın suya ineceği varsayılır, can yelekleri koltuğun altındadır, önce kendi maskeniz takmanız istenir, kapılara yakın duranlara sorumluluk yüklenir, eğer bu sorumluluğu kabul etmiyorsanız yerinizi değiştirmeniz falan teklif edilir. bu tam anlamı ile endişe-fantezi senaryosudur. uçak kazasının gerçek dehşetini bulanıklaştırır. bir yandan dehşeti gizler, öbür yandan bunu yaratır ve insanlara her şeyin yolunda gideceğine inanmasını ister.

günümüz apokaliptik endişelerinin ideolojik anlatıları da bu yönde iken blade runner 2049, uçağın kalktığı esnada düşüş anını senaryolaştıran bir fantezi değil, tam düşüş anını sunuyor

o yüzden “oh be olan olmuş, şimdi filme bakalım” izleyicisini olmakta olana taşıyor. bunaltıcı mı? evet. sinemada eğlenmeye giden için özellikle. düşünme alanı da çok kısa. örneğin k.’nın bal kovanına dikkatle baktığın an. evet bal kovanı bir köle kolonisi metaforudur, içinde kraliçe arı olmadığı zaman da üretimin de anlamı yoktur. bu epik sahne gişe izleyicisi için sıkıcı.

denis villeneuve işini ciddiye almış ve anlatının sosyo-politik zeminine -emin olalım ki- çok kafa yormuş. dünyanın gerçeklerini ciddiye alıp anlatısını buna göre inşa etmiş olması blade runner sevenler için yeterli. blade runner için bir film diyorlar, değildir. blade runner bir ufuktur.

blade runner (1982) ile blade runner 2049 (2017) arasındaki farklar üzerine gelen eleştiriler için dünyanın ardı ardına bir dizi yaşamın yapı taşlarını doğrudan etkileyen olaylara şahit olduğunu unutmayalım.


bunlardan aklıma gelen bazılarını sayacağım, atladıklarım olacaktır muhakkak

küresel ısınmanın sonucunda oluşan sıcak hava dalgası 2003 yılında alp dağları’ndaki buzul tabakasının %10’unu eritti. ısınan meksika körfezi’nden güç alan katrina kasırgası (2005) kıyı yerleşimlerini vurdu. şubat 2007 senesinde iklim değişiklikleri paneli'nde hazırlanan birleşmiş milletler, nostradamus şiirlerine taş çıkarır cinsten bir rapor yayınladı:

+2.4 derece:
su sıkıntısı başlayacak.
kuzey amerika'da kum fırtınaları tarımcılığı yok edecek.
deniz seviyeleri yükselecek.
peru'da 10 milyon kişi su sıkıntısı çekecek.
mercan kayalıkları yok olacak.
kadınlar su bulamadıkları için saçlarını kestirecekler.
gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30'u yok olma tehlikesiyle karşılaşlacak.

+ 5.4 derece:
denizler 5 m. yükselecek? deniz seviyesi ortalaması 70 metre olacak.
dünyanın yiyecek stokları tükenecek.

+ 6.4 derece:
göçler başlayacak. yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç yollarında düşecek.

2010 senesinde şili’de 8.8 magnitüd büyüklüğünde gerçekleşen depremde 708 kişi hayatını kaybetti. pasifik okyanusu’na kıyısı olan ülkelerde tsunami ihtimaline karşılık kırmızı alarm verildi. avrupa’da bir tsunami dalgası gerçekleşti, 52 kişi hayatını kaybetti. izlanda’daki eyjafjallajökull yanardağı harekete geçti ve volkanik kül bulutları avrupa hava trafiğini felç etti.meksika körfezi’nde meydana gelen kaza sonucu 205 milyon galon petrol meksika körfezi’ne sızdı. fenerbahçe young boys’a 1-0 yenilerek uefa’dan elendi.

tüm bu felaketler küresel ısınma ile ilgili, ve ısınma devam ediyor. dokuz eylül üniversitesi (deü) eğitim bilimleri enstitüsü müdürü prof. dr. ibrahim atalay, bugünkü suriye çölü'nün yakın zamanda güneydoğu anadolu’ya dayanacağını söylüyor.

2001 bm hükümetler arası iklim değişikliği paneli, atmosferin ısınması ve karbondioksit birikmesi, kutup ve alpler’de buzulların erimesi tehdidini dile getirirken bu değişikliklerde insanların rol oynadığını belirtmesine rağmen bundan çıkarılacak sonuç "tabiat ana strikes back" ya da "led ampül kullanın" önermesi oldu. ideolojinin maddi gücü burada da devrede.

tabiat zaten kaotiktir, en korkunç afetleri, öngörülemez bir biçimde yaratabilir. burada esas sorun bu felaketlerin insan eliyle yaratılmış olması, kısır bir döngüye girilmiş olmasıdır. küresel ısınma’nın üstünü örten kurgu, işin teolojik felaket kurgusuna havale edilmesidir: "doğa bizden intikam alıyor" gibi bir söylem, bizzat ideolojinin istediği söylem. bu söylem aslında epey konformist. tartışma, tabiatı fesada uğradan gücün kontrolsüzlüğü ve yıkıcılığı üzerine dönmesi gerekiyorken, bu alandan sürekli uzaklaştırılıyor. şirket sınırlamaları ile bu konu çözülebilirmiş, olası bir felaket sonucunda para cezası kesilerek konu hallolabilirmiş, sanki yapabileceğimiz en iyisi mi buymuş gibi bir hava empoze ediliyor.

gerçek ironi ise norveç başbakanı jens stoltenberg'in 2008 yılında "svalbard küresel tohum deposu"nu açması. kıyamet günü ambarı denen bu tesis, dünyanın her yerinden getirilen 4.5 milyon tohumu saklıyor. bu yatırımın asli amacı olası bir küresel felaket sonrası yeryüzündeki bitki türlerinin korunarak yeniden ekilebilmelerine olanak sağlamak. tesis için, dünyanın başına gelebilecek her hesaplama yapılmıştı. ancak kıyamet günü ambarı 2017 mayıs ayında küresel ısınma sebebiyle sular altında kaldı. ironik, gerçekten ironik.

Kıyamet Ambarı

bir başka yıkıcı gelişme de tekno-dijitalin hayatımıza nüfuzunun şikayet edilemeyecek seviyede olmasında. toplumsallaşmanın çöküşü ile yalnızlaşan insanın ilgi ve önem ihtiyacı sosyal medya motivasyonunun temeli. uzmanlar sosyal medya bağımlılığına karşı uyarıyor tamam ama neden insanların sosyal medyaya bu kadar ihtiyaç duyduğu ile ilgili bir şey söylemiyor. bu alana girmek demek, doğrudan insanı öteki’nden koparıp metaya yönlendiren ekonomik arka planı eleştirmek demek. şu ana kadar kontrol hala insanda görünüyordu ancak bu elektronik iletişim ağı hakkında gerçekten söz sahibi değiliz. kapitalist etiğin “karşılıklı rıza” illüzyonu burada da iş görüyor. bugün internetin temel kullanıcı sözleşmeleri de bu şekilde temellenmiyor mu? bu siteye girebilmen için izin verdin, artık bilgilerini istediğimiz şekilde kullanabiliriz. arka plandaki biriken bilgilerimizin ticari amaçlar için kullanıldığını biliyoruz, ancak politik ve sosyal yaşamımızı şekillendirme biçimine giremiyoruz.

avrupa birliği, facebook'a whatsapp'ın satın alınması sürecinde hatalı ve yanıltıcı bilgi verdiği için 110 milyon euro para cezası verdi. konunun özü şuydu: kişisel verilerin toplanması, iki şirket arasında paylaşılması ve kullanıcı hesaplarının birleştirilmesi. facebook'un bu taahhüde uymaması, ağustos ayında gerçekleştirdiği politika değişikliğiyle telefon numaraları, profil isimleri gibi çeşitli kullanıcı verilerini ana firma facebook'la paylaşmaya başlaması. tamam ama ihlal'in para cezası ile kapatılması özel bilgilerimizin paylaşılmasında tesir etmiyor ki? yine aynı mantık devrede, cezayı ödeyebilirsen etik'i ihlal edebilirsin.

bir diğer husus ise bilgisayarlar ve nesneler arasındaki ilişkinin insanlar arası ilişkiyi aşmış durumda olmasında, şüphesiz bu daha da ilerleyecek. öyle ki teknoloji kendi gündemini dayatan bir hal alıyor. örneğin, youtube bizden toplanan verilerle sevebileceğimizi düşündüğü videoları oynatıyor, bu esnada bu verilere göre kurduğu logaritma ile reklam gösteriyor. reklama verilen tepkimiz üzerinden tekrar bir logaritma kurup, hem insan beğenisini hem de kârı optimize etmeye çalışıyor. mobil bankacılık uygulaması harcanan para ve geliri hesaplayıp bizi hem uyarıyorken, bir diğer yandan bize ihtiyacımız olan krediyi teklif ediyor. doğrudan yaşam tarzını şekillendiren, öğüt veren, uyaran, yardım etme niyetinde gözüken, bizim adımıza planlayan, bir efendi’nin gerek sosyal gerek ekonomik tüm elektronik ağlar üzerinden iletişime geçtiği bir dünyanın tam içindeyiz. şu an tekno-dijital dünya tam da bu şekilde işlerken, ne istediğimizi (sevebileceğimiz müzikler, okumamız gereken kitaplar, görmemiz gereken yerler vb) bize sürekli söyleyen bir efendi mevcut. gerçekte ne istediğimizi bilmediğimiz ama bildiğimizi varsayan bir ağ, arzuları yapılandırıyor. bu noktada ekşi sözlük yazarı teo'nun yazısı okunmalı:


daha da fazlası var tabii ki

google 2009 senesinde bilimsel dergi nature’da önemli bir araştırma yayımladı. araştırmanın temeli insanların internet üzerinde yaptıkları aramalara dayanan matematiksel modeller ile gribin abd’de hangi bölgelere ve hangi yoğunlukta yayıldığını tespit etmekti. buna big data deniyor; web sunucularının logları, internet istatistikleri, sosyal medya yayınları, bloglar, mikrobloglar, iklim algılayıcıları ve benzer sensörlerden gelen bilgiler, gsm operatörlerinden elde edilen arama kayıtları gibi büyük sayıda bilgiden oluşuyor. bu bilgi ilk etapta ticari fayda amacıyla kullanılır gözükürken, 2012 yılında obama’nın yeniden seçilmesi için yaptığı kampanyada big data analizleri sonucu elde ettiği verileri kullanıp, yeniden seçilebiliyor. sadece ibm şu ana kadar 20 milyar usd’nin üzerinde bir parayı big data için harcıyor. bu bilgiler doğrudan kullanıcı bilgileri, yani biziz.

makineler şu an bizi bizden daha iyi tanıyor. neyi seveceğimizi, neyi beğeneceğimizi bizden daha iyi biliyor. konu bunun ne derece manipülasyona da açık olduğu. geçtiğimiz aylarda gerçekleşen ve elon musk’ın "zucberkerg’in anlayışı kıt" dediği hatalı tespitiyle gündem olan yapay zeka tartışmasında da gösterdi. oysa zuckerberg’in musk’ın endişelerini anlayamaması tutarlıydı. kişisel bilgilerimizi markalara satarak para kazanan bir elektronik sosyal iletişim ağını evrenselleştirebildiği için servet edinmiş bir tip, etik ve hukuki sınırları neden anlamlandırsın ki? anlayışı kıt değil, etiğe inanmıyor.


aynı sorunu post-human gelişmelerde de görmemiz mümkün. 1958 senesinde arpa (bugünkü adıyla darpa) yeni teknolojiler üretmek için kuruldu. bu kurum abd savunma bakanlığı’ına bağlı kurum. ikinci gelişme william grey walter’ın 1964 senesinde tanıttığı bci (beyin-bilgisayar arayüzü / brain computer interface) ile günümüz arasındaki gelişme bir sıçrama olarak nitelendirilebilir. üçüncü gelişme ise 1967 yılında edmund dewan’ın eeg’si oldu.

bci kısaca beyin etkinliği ile komut vermeyi sağlıyor. grey walter bu teknoloji ile beyin gücüyle slaytları değiştirebiliyordu. eeg (elektroensefalografi/beyin çizelgesi yöntemi) ise beyin dalgaları aktivitesinin elektriksel yöntemle izlenmesi. bugün tıpta da kullanılıyor. beyin dalgalarınızla şu şekilde sonuçlara varılabiliyor:

12-38 hz: endişeli
21-38 hz: stres, anksiyete vb.

bunun varacağı nokta düşünce özgürlüğünü tehdit değil mi? bu eski çalışmaların vardığı noktalar bugün hayli ileride. dr. philip kennedy’nin nörotrofik elektrotu icat etmesi örneğin. bu elektrot beyin etkinliği doğrudan hassas ve güvenilir bir biçimde okuyabiliyor. kennedy’nin deneklerinden john ray, fare imecini sırf düşünce gücüyle yönlendirmeyi başardığında post-human aşamanın ivmesi hızlanmıştı.düşünüyorsunuz ve o an bilgisayara komut gidiyor, oluyor. 1999’da uc berkeley’de dr. yang dan liderliğinde bir araştırma ekibi bir kedinin gözünden beynin görme merkezine iletilen veriyi kaydetti. kaydedilen beyin etkinliği bir bilgisayara gönderilerek, kedinin gördükleri video görüntüsüne dönüştürülüyor. kedi sevenler ve meraklıları için youtube’a yüklenmiş bu videoyu da ekliyorum bu yazıya.

Bir kedinin gözünden dünya nasıl görünüyor?

2005 yılında nalge, bci aracılığıyla kendi kolunu kaldırdığını hayal ederek protez bir kolu hareket ettirmeyi başarması ile artık post-human aşamanın etik sorunlarının tartışılması zaten gerekiyordu. çünkü bilinen husus, sadece darpa’nın uzun süredir üzerinde neural engineering system design (nesd) projesi üzerinde çalıştığı. cihazın temel işlevi ise nöronlar arasındaki kimyasal sinyalleri dijital sinyallere çevirmek olacak. bir nevi beyin kontrolü. belirli duyguları beyin dalgalarını teşhis ve tespit etmek şimdiden olanaklı iken, psişik seviyede bir tam kontrol de mümkün hale geliyor. o halde insan beynine hassas elektro-manyetik dalgalar göndermek suretiyle duygu ve düşünceleri dışarıdan kontrol etmek için geliştirilen araç fikri neden komplo olsun ki? tam tersine komploculuk söylemi maddi alt yapısı bulunan tekinsiz bir ihtimale karşı duyarsızlılığı telkin etmiyor mu? bunun varacağı sosyal-politik konular ekonomik ve askeri çıkarlardan bağımsız düşünülmesi gerekiyor. oysa tartışılıyor mu?

biyo-teknolojinin etik ve politik düzeyi ile ilgili tartışmalara giremiyoruz, şirketler şu an blade runner 2049’da olduğu gibi devletlerin kendisinden bile büyük. haliyle devletin kendisine bile ihtiyaç duyulmayabilir. bci bugün eğlence ve oyun sektöründe yaygın olarak zaten kullanılıyor.

post-human aşamanın hızına örnek olarak 1998’de nick bostrom ve david pearce tarafından kurulan "humanity+"ye bakabiliriz. kendisini "insan kapasitesini arttırmak için teknolojinin etik kullanımını savunan uluslararası kar amacı güden kuruluş" olarak tanımlayan bu kuruluş, insan gelişimini farmakoloji, genetik mühendislik, nanoteknoloji, nörocerrahi, yapay zeka ve sibernetik teknolojilerle ilerletme amacı güdüyor. buna transhumanizm deniyor. ilk kurulduğunda “ bilimkurgu”dan “ihtimal”e, kısa sürede ise “yapmalı mıyız”a ve son dönemde etik sınırları ve yasal çerçevesi ne olmalıyız'a kadar konu geldi. geçtiğimiz aylarda zuckerberg ile elon musk arasındaki tartışmada da kendini gösterdi.


etik problemin temellendiği alanda üç sorun göze çarpıyor

1- yeni olanaklara erişim ve bu humaniteryen fırsatın iplerini kimin tutacağı
2- hal-i hazırda muazzam bir eşitsizlik, yoksulluk ve sınıf savaşında adaletin nasıl sağlanacağı
3- biyogenetik ve diğer müdaheleler insanlığın tanımını nasıl değiştireceği ?

konunun iyi kapitalist pozisyonunu temsil eden elon musk olsa da kâr odaklı pozisyonunu temsil eden aslında craig venter unutuluyor.

craig venter, insan evrimine müdahale ile yaratılan yeni bir hayattan bahsediyor. ilk insan genomunu analiz edip yayınlayan venter, ikinci çılgın projesiyle ortaya çıktı: dünyayı küresel ısınmadan korumak üzere kullanılacak sentetik bir organizma yaratmak. biyo-yakıtlar dışkılayan, hidrojen formunda temiz enerji ve tasarlanmış besinler üreten patentli canlılara kadar uzanan bir yaratım. bu proje yine bir başka endişe ile birleşiyor. insanlığın kaderi vurguncu sanayilere mi bırakılmalı?

craig venter şunu söylüyordu:

"endüstri toplumunu yiyip bitiren dertleri çözebilir hale geleceğiz. belki de co2 yiyen ve o2 dışkılayan, ilkel ve aynı zamanda kendine yeterli bir biyo-robot tasarlayıp üretebileceğiz."

tamam ama burada tekinsiz ihtimaller yine göz önünde. bu metotla patojen veya virüs yaratılabilir, herhangi bir ülkede tarımı ya da hayvancılığı öldürebilir, trilyon dolarlık bir pazar da açabilirsiniz.

venter bir röportajında şunu söylüyordu:

"insan genomu üstünde mühendislik yapmak denilince, bugünkünün on katı büyüklüğünde bir bilişsel kapasitemiz olsa ne güzel olurdu, diye düşünüyorum. ama millet bana, aptal birini uşak olarak çalışsın diye şekillendirip şekillendiremeyeceğimi soruyor…"

bingo, tam blade runner toplumu. alt-sınıfa yönelik bir talebin biyo-genetikten beklentisinin zaten bu yönde olması. köle toplumu fantezisi, yapay zeka robotları çalışırken biz çılgınlar gibi eğlenebileceğiz gibi bir noktada. paul mason gibiler bu ileri toplum aşamasının sosyalist bir topluma dönüşeceği rüyasında (post-kapitalist). oysa bu 3 soruya yanıt verilebilmiş değil.

daha da kötüsü bu etik tartışmalara nazaran pekin genomik enstitüsü'ne, hal-i hazırda kendi ülkesinde biyo-genetik kısıtlamalar sebebiyle imkanlardan faydalanamayan zengin batılıların yönelmesi. bu tavır sadece çin'e bilimsel ve ticari açıdan fayda sağlıyor şu an. yine aynı evrensellik ve kamu gücünden yoksunluk kapitalizme direnebilecek gibi değil. nihai pozisyonun ise marx'ın öngördüğü gibi üretim araçlarına sahip olanın entelektüel üretim araçlarına da yön vermesi ile tamamlanacak gibi.

arada atladığım muhakkak ki yüzlerce gelişme vardır. ancak tüm bu tekno-endüstriyel, tekno-dijital ve post-human gelişmeleri, kapitalizmin evrenselliği ve etik'i dozerle geçmesini göz önünde bulundurunca, blade runner 2049 bir post-apokalipsten daha çok, içinde bulunduğumuz sürecin abartılı hali. mümkünlüğü gayet yüksek ileri bir toplum aşaması.

bu aşamaların etik ve hukuki boyutu doğrudan kamu gücü, etik ve evrenselliğe muhtaç iken, şu an bu üçünden de yoksunuz. gerçek felaket insanlığın sistem ve piramidin tepesindekilere karşı durumu, refleks göstermekten yoksun oluşu. daha da ötesinde aslında zaten sistem tarafından ne istediği, ne yapması gerektiği söylenirken bunu kendisinin seçtiğini sanması. bu da her şeyi daha kötüleştiriyor.

blade runner 2049’un diğer post-apokaliptik filmlerden farkı interstellar (ki post-apokaliptik film değildir) gibi dünyayı bilim ve teknoloji kurtaracağı masalını satıp, tarımı eleştirip tekno-endüstriyi övmüyor. the martian'da gördüğümüz gibi tarım zaten kolay aslolan nasa, interstellar'da dendiği gibi "dünya kurtarılamaz, tarım bir virüse bakar, aslolan teknolojik ilerleme" de demiyor. yani rahatlatmıyor, bilakis bu endişe üzerine kendini inşa ediyor. blade runner 2049'da rahatsız edici olan tam da bu gerçekliği çıplak haliyle sunmaya çalışması.


k.'nın anlatısına geldiğimizde olan şudur

insanın özgürlüğü kendi bireysel mitlerine uygun davrandığında ya da fantezilerine göre tavır aldığında değil, tam tersine tabii olduğu büyük öteki’den koptuğu an ortaya çıkar. bunun yegane yolu ise fanteziyi kat etmekten geçer. k.'nın seçebilmesi franz kafka’nın şato’sundaki k. ile aynı analojiden, efendi’nin askıya alınması ile ortaya çıkıyor. kişinin koşullar ve kültürden doğrudan gelen emirlere göre hareket eden değil de seçebilen kartezyen özne olduğuna inanması illüzyonun ta kendisi. bu illüzyonun yıkılışı ile özgürlüğe giden yol, ilk önce büyük öteki'nin yokluğunu fark etmekten geçiyor. k. özel ya da seçilmiş değildir, ancak öyle olduğuna inanmak istemektedir. hakikat'ini ararken, kimliğinin keyfi ve subjektif olduğunu fark etmiş, kendisine bu perspektifi ve arzu nesnelerini veren büyük öteki'den (simgesel, siyasi, kültürel düzen) de kopmuş, bunun üzerine seçebilmeyi başarmıştır. k. zaten seçilmiş ya da özel olduğuna inanmaktan vazgeçtiğinde k. olabilmiştir.

filmin bir handikabı, joi'nin başlı başına bir erkek fantezisi olması. erkeğinin düşüncelerine göre kıyafetleri değişiyor, müzik ve kitap zevki tamamen arzulara göre belirlenen, erkeği okşayan ve yüreklendiren kadın stereotipi, villenueve’ın organik fahişelerinden daha çekici. erkekler seks değil, özel ilgi ve alaka, yüceltilmiş sahte kimliklerin onaylanmasını istiyor. joi bir eleştiri değil, daha çok bir teklif. kadını erkek arzularının nesnesi olarak konumlayan hollywood geleneğinden gişe kaygısıyla bir sapma yok. neticede hedef kitlesi ataerkil toplum. erkek arzularının fetiş kadınları, erkek iktidarının pasif olumlayıcıları olarak konumlanmışlar. bu filmden feminizm çıkmaz.

kadın bedenine tahakküm edememenin sancısını çeken, transhümanist kötü adam'ın çatıştığı tabiatın kendisi. derdi daha çok kar değil. ölümsüzlük ideolojisinde takılı kalmış kapitalist bir insan-tanrı tasavvuru için bile izlenmeye değer. 


blade runner yapı çözümcü anlayışı ve zıtlıklarda herhangi bir yere ağırlık vermezken doğrudan ideolojiyi hedef alıyordu

insan-robot, tabiat-teknoloji, kadın-erkek, akıl-duygu, kültür-doğa zıtlıklarında da taraf tutmuyordu. bu filmin ideolojik yapı-çözümü tabiat ile teknoloji’nin uzlaşabileceği umudu vermesi dışında epey sağlam.

maya piramitleri ile mimarileştirilen los angeles'ın, kapitalist tanrı için kurban metaforu fevkalade. dahası virtual reality reklamlar, neon sokaklar ile karanlık yeraltı dünyası arasındaki çatışma ve uçurum bu filmde etkileyici. çocuk işçiler gerçek, o marka ayakkabıları kimin ürettiğini düşünüyordunuz? afferim denis villeneuve'ya, bu sert sahne için.

bir diğer mevzu los angeles'ın sular altında kalmaması için barajlar kurulmuş, nihaide böyle giderse mimarinin geleceği nokta zaten bu değil mi? bu setler şu an japonya’da tsunami setlerinde zaten mevcut. eksik olan ne? risk alarak söyleyeyim, kalıbımı basarım sinema'nın süresi.

nihaide türkiye izleyicisine yabancı bir film. çünkü bizde ne küresel ısınma, ne yapay zeka, ne transhümanizm, ne post-human evre, ne tekno-endüstriyel gelişme, ne tekno-dijital gelişme gibi endişeler yok. üstelik nihat doğan da işin içine girdi.

tabiat asla çözüm bulmayacaktır, tabiatın bir etiği yok. korkumuz kartel ve yeni kapitalist bir ruh değil, korkunun kendisi evrenselliği kaybetmiş olmamız. küresel ısınma, tekno-dijital felaket, post-human gibi aşamaların kapısında durduğumuz yeni çağın eşiğinde evrensellik, kamu gücü denetimi ve aklından yoksun oluşumuz. etiğin askıya alınması ve daha da ötesinde bilmediğimiz konularda hiçbir şey bilmiyor olmamıza sistemin sürekli yatırım yapması, bir yandan arzu nesneleri ile kontrolü ele geçirirken, diğer yandan bizi "özgür" olduğumuza, her şeyin yoluna gireceğine inandırmaya çalışması.

marx insanlığın üste kat çıktıkça direklerin ağırlığı kaldıramayıp kulenin yerle bir olacağını, schumpeter ise kazıkların epey sağlam olduğunu, çürük katları yıkıp yerine daha güçlülerini inşa etmek suretiyle yükseleceğimizi ancak içtimai sebeplerle yine kulenin yıkılacağını öngörür. o an gelene dek, küresel felaketleri dert edebilir miyiz bilmiyorum.

villeneuve tabiat ile teknolojinin uzlaşacağına güveniyor olabilir -ki iki eksikten biri bu, diğeri pseudo-feminist çizgide kalması- ancak iyimser olacağımız bir çağın eşiğinde değiliz. adorno bir keresinde karamsar insanların insanın özgürleşmesine, iyimserlerden çok daha fazla hizmet ettiğini söyler. umuda değil, insanlık olarak daha çok karamsarlığa ve şüpheye ihtiyacımız var.

ilk önce kendi oksijen maskemizi takmak, bu fantezi bakalım bu düşen uçaktan sağ çıkmamızı sağlayacak mı?

"biz mutluluğu bulduk der son insanlar ve göz kırparlar. biraz zehir, hoş rüyalar gördürür ve sonunda biraz fazla zehir, ölüm getirir" f. nietzsche

Enfes Bilim Kurgu Arrival, Küresel Neo-Liberalizmin Propagandasını mı Yapıyor?

Hayranlıkla İzlediğimiz Bilim Kurgu Interstellar, Aslında Ensest İlişkiyi Konu Ediyor Olabilir mi?

Avengers Infinity War'un Kötüsü Thanos, Kapitalizm Düzeni İçin Cinayeti Meşru mu Kılıyor?