TELEVİZYON 2 Temmuz 2024
15,3b OKUNMA     112 PAYLAŞIM

Tatlı Hayat Dizisinde İrfan Bey ve Yakınlarının Yaşadığı Bütün Önemli Olayların Kronolojik Özeti

Tatlı Hayat dizisini oturup baştan sona izlemiş bir Sözlük yazarı, olay akışını özetlemiş. Buyrun.

5. bölüm

ihsan yıldırım ülser olur ve irfan, derin bilgisiyle konuya girer:

mesela sırrı amcam. dırdırcı bir karısı ve 5 çocuğu vardı. üstüne üstlük işinden de nefret ediyordu. sonunda ülser oldu. adam bir günde şak diye gidiverdi.

sevinç: öldü mü?

irfan: evden gitti. madagaskar yakınlarında bir adaya taşındı.

ihsan: ülserine ne oldu?

irfan: hiç üstünde durmuyor. zâten duracak hâli de kalmadı, sıtmaya yakalanınca...


18. bölüm

ihsan'ın nihâl ismindeki eski sevgilisi ile irfan tanışır.

irfan konuya girer: ne güzel isimdir nihâl. türkçe'de ince belli, düzgün vücutlu sevgili anlamına gelir. babam çok ısrar etmiş benim adımın nihâl olması için ama kabûl ettirememiş. en nihâyetinde dayım babamı zar zor ikna etmiş.

nihâl: nasıl?

irfan: e erkek olduğumu söylemiş. babam da hayrete düşmüş, ah doğru doğru diye, hiç irfan isimli kız çocuğu olur mu diye.


24. bölüm

ihsan'ın annesi cevriye hanım ile irfan, 70. yaş hakkında konuşur.

irfan: necmettin amcamın 70. doğum günü geldi hatrıma. bütün aile onu bekliyorduk karanlıkta. derken, kapı açıldı, amcam içeri girdi ve biz iyi ki doğdun amcaağğğğ diye fırladık yerimizden.

cevriye: kesin mutluluktan ölmüştür.

irfan: biz de öyle olduğuna inanmak istiyoruz.

cevriye: neyin?

irfan: kalp krizi sebebinin. düşünüyorum; acaba ışıkları açmamı unutmamın bir payı oldu mu diye...

yine aynı bölümde irfan, uğurlu mecidiyesiyle ilgili bir anı anlatır: aile yâdigârı mecidiyeyi ilk defa üstümde taşıdığım gün, o zamanlarki kız arkadaşım şûle ile otomobil gezintisine çıkmıştık. laylaylay giderken haşırttadanak bir meşe ağacı bize çarpmaz mı kızcağızın kafası langırsttt diye o cama girmez mi kar bastırmaz mı... çıktım arabadan; in cin kartopu oynuyor. yürüyorum, yürüyorum, bir de baktım telefon kulübesi. üstümde jeton yok! mecidiyeyi çıkarttım, deliğe soktum veee...

sevinç: çalıştı?

irfan: çalışmadı efendim, çalışır mı?

sevinç: iyi de irfan bey arabayı çarptınız, kız arkadaşınız az daha ölüyordu, dağ başında mahsur kaldınız, mecidiye de bir işe yaramadı e bunun nesi uğurlu?

irfan: ben bu sâyede bütün bir gece boyunca sevgilimle arabanın içinde yalnız kaldım.

ihsan: ooo bak bak bak bak zampara irfana ne yaptın kıza?

irfan: pansuman...


31. bölüm

ihsan, yorgo ve irfan, resim sanatından konuşur.

irfan, medeni soyundan bahseder: benim büyük büyük dedem çok modern bir adammış. sultan ikinci abdülhamid'in çıplak resmini çizmek istemiş fakat müsâde etmemişler.

yorgo: aman iyi etmişler.

irfan: yaaa dedeciğime zorla bornoz giydirmişler.


39. bölüm

ihsan'ın cinsel bir problemi vardır. afrodizyaktan konu açılır.

irfan: şuayip dayım hindistan'a gitmişti. oradan gergedan boynuzu getirdi. dövülmüş toz hâlinde, koskoca bir kavanozun içinde. nasıl yerdi beyefendi; kaşık kaşık, kaşık kaşık.

ihsan: yapma ya işe yaradı mı?

irfan: bilmiyorum. garip bir yan etkisi olmuştu. ilkbahar gelince şuayip dayım hırıltılar çıkartır, burnuyla sürte sürte af buyrunuz kanepeyi parçalardı.

41. bölüm

ilk aşktan söz açılır.

irfan: ben o zamanlar erzincan'da 15 yaşında, çim keserek harçlığını kazanan kara yağız bir delikanlıydım. bu kız da her sabah evimizin önünden salına salına geçerdi. bir gün cesâretimi topladım ve gittim telefon numarasını istedim; şak diye verdi. altına da küçücük bir şiir yazdı. nasıl duygu yüklü kelimelerdi onlar, nasıl dokunaklıydı onlar, hâlâ hatrımdadır: çok tatlısın irfan, kurban olsun sana ablan, gel berâber olalım varsa 75 liran. neyse parayı denkleştirdim, gittim baktım ahh kız mahalleden taşınmış.

45. bölüm

konu danstır.

irfan: benim de büyük büyük büyük amcam şuayip efendi dansçıymış. devrin istanbul'unda çok ünlüymüş. kendisi ününü, sultanahmet meydanında bir defa çırılçıplak dans etmesine borçluymuş.

pelin: peki sonra ne olmuş?

irfan: valla yakalandıktan sonra sarayda ufak bir operasyona tâbî tutmuşlar. biz tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. tek bilebildiğimiz, daha sonra kendisine haremde görev verildiği.
ihsan: desene apandistini almışlar.

48. bölüm

ihsan ile irfan, evlilikteki en önemli şeyleri tartışırlar.

irfan örnek vererek anlatır: sizin bu sorunuz bana, oxford üniversitesi yıllarındaki kapı komşum olan wilfred amcayı hatırlattı. wilfred cunnigham; belki duymuşsunuzdur. bizim yetmişlik wilfred amca, tuttu yirmilik suzan ile evlendi. suzan da taş gibi kızdı azizim, taş. fakat bütün mahalle, suzan'ın wilfred amcanın parası için onunla evlendiği, aslında genç bir aşığı olduğu ve her gün postacı vasıtyasıyla o âşığıyla mektuplaştıkları dedikodusuyla çalkalandı. ama wilfred amca hiç bu dedikodulara kulak asmadı ve suzan'ı her zaman sevdi. suzan da tabii ki kendisini karşılıksız bırakmadı. ne yaptı bilin bakalım? suzan, richard ile kaçtı. yaaa. hangi richard tahmin edin beyefendi? e tabii ki tahmin edemezsiniz. ben söyleyeyim azizim. postacı richard...

49. bölüm

barmen cemâl'in dükkânı, para babası birine verilecektir.

irfan da cemâl'e teselli vermek için, bir akrabasının kapitalist sisteme karşı verdiği savaşı anlatır: benim mülâyim dayım vardı. amerika'nın cincinati şehrinde küçük bir benzin istasyonu vardı kendisinin. benzin istasyonu o kadar küçüktü ki dayım benzini litrelerle değil böyle bardak bardak satardı. bir gün dev bir petrol şirketi; yâni ben diyeyim texaco, sen de british petrol. ya siz n'olur bir şey demeyin beyefendi, karışmasın mevzu. anlatabiliyor muyum geldi o şirketi dayımın elinden aldı. dayım işsiz kaldı. ama ne oldu ne oldu, son gülen dayım oldu.

ihsan: ne yaptı dayın?

irfan: n'apsın efendim, beş litre benzini kafasından aşağı dökmek suretiyle kendini yaktı. ama kendisi ödemedi parasını, dev petrol şirketine ödetti ahahaha.


51. bölüm

bekârlığa veda partisinden konu açılır.

irfan: benim kuzen turan'ın gecesinde nasıl dağıttık aman ya rabbim, erzincan'ı dağıtmıştık. çok manyak bir şey yaptık. bütün arkadaş çevresi toplandık, 20 kişi gittik kahveye, hep berâber üniversite tavlası oynadık. ama öyle normâl oynamadık, zarları sol elimizle atarak oynadık.

ihsan: ciddi olamazsın.

irfan: ciddiyim beyefendi, insan kulaklarına inanamıyor değil mi? sonra orada çayları içmeye başladık, allah'ım nasıl içiyoruz; su gibi, su. iç, iç, iç. çıktık sokağa, nereye gittik dersiniz? dosdoğru valiliğin önüne. orada kuzen turan taşın üstüne çıktı, ne diye bağırdı biliyor musunuz? "en büyük aliye başka büyük yok!" aliye kim biliyor musunuz, kim aliye? çocuğun nişanlısı... nasıl mâcera?

66. bölüm

apartmanda elektrikler kesilir.

irfan'ın bu konuyla da ilgili bir anısı vardır: kıbrıs çıkartması zamanıydı. antalya'daydık. mahmut dayım ve şükriye yengem ile birlikte kâhyanın yaş gününü kutluyorduk. muhteşem bir parti tertip edilmişti. şak diye elektrikler kesildi. trafodan birisi şalteri indirdi. ampuller karardı. korkunçtu. o gece yengemi son görüşüm oldu.

ihsan: korkudan öldü mü kadın?

irfan: kâhya ile kaçtı...

75. bölüm

insan'ın müşterisinin elbisesi yırtılır.

irfan'a anı anlatma fırsatı doğmuştur: ben bunun bin beterine şâhit oldum barcelona'da. benim bir firdevs halam vardı. kendisi, gabriel adında bir matadorla evliydi. benim de ispanya'da bulunduğum bir mevsim, kendisin müsabakasına gittim. gabriel enişte, elindeki o kırmızı bayrakla boğanın karşısında pozisyon alırken bi' ara maazallah direksiyon hâkimiyetini kaybet, sen boğa kardeş geç gabriel eniştenin arkasına, af edersiniz bacak arasından haşırttt diye bir dal... o cart sesi üç gün arenada yankılandı. fakat allah'tan kumaşı bulduk, pantolonu kurtardık.

sevinç: e peki gabriel enişte ne oldu?

irfan: onun aynısından bulamadık. endişelenmeyin; kendisi yaşıyor. ancak şase kaydı tabii. halamdan ayrıldı, kendisini kurtaran carlos adındaki o doktorla yaşamaya başladı. hâlâ yılbaşlarında kart atar bize. ah canım gabriela yengem.

yine aynı bölümde irfan ve yorgo işkembe çorbası yapar.

irfan: vakti zamanında erzincan'da kar bastırdığında akrabalar mahsur kalırdı bizim çiftlikte. şükûfe yengem sabaha karşı bi' işkembe çorbası yapardı, ya rabbim yumulurduk af edersiniz. ondan sonra öğlene kadar kar topu oynardık.

yorgo: o soğukta?

irfan: sarımsak kokusuyla evde durmak ne mümkün efendim.

76. bölüm

ihsan yıldırım'ın şiirlerinden konu açılır.

irfan da sanatçı atalarından bahseder: sizin bu şiirleri okuyunca, aklıma rahmetli büyük büyük amcam tâcettin efendi geldi. kendisi, mehmet âkif'in sıra arkadaşıymış. istiklâl harbi dönemi şâirlerinden, düşünsenize. fakat pek geçinemezlermiş. hatta bir münâkaşa sırasında amcam, mehmet âkif'in kafasında o paylaştıkları meşhum sırayı kırmış. yıllar sonra istiklâl marşı yazılacakken mehmet akif'le birlikte tâcettin amcama da teklifte bulunmuşlar. amcam ânında duygulanıp 58 kıta destanı inmiş fakat mehmet âkif'inkini tercih etmişler.

menekşe: neden?

irfan: vallahi amcam pek vizyon sâhibi değilmiş, o yüzden harbi yunanların kazanacağını zannedip daha ilk kıtadan "dalgalannnn ey mavi beyaz" diye girince, kalan 57 kıtayı af edersiniz kendisine yedirmişler.


77. bölüm

irfan, pelin ve menekşe sessiz sinema oynar.

irfan: ben vaktiyle erzincan'da çocukken danyâl amcamla oynamak şerefine nâil oldum. efendim, kendisi bu işin kompetanıydı. sessiz sinemaya adamıştı hayâtını. zâten eceli de sessiz sinema oynarken geldi.

pelin: sessiz sinema oynarken mi öldü?

irfan: yaa. üçüncü katın balkonundan aşağı koyuverdi kendini.

menekşe: neden?

irfan: rahmetli, kartallar yüksekten uçar'ı anlatmaya çalışıyordu. işte onun yere çakılmasıyla, mübeccel yengenin oturduğu yerden fırlayarak attığı çığlık hâlâ kulaklarımdadır: "kartallar yüksekten uçar..."

81. bölüm

haksızlığa hiç gelemeyen irfan, bununla ilgili bir anısını anlatır: amerkia'da master talebesiyim. massachusetts'teyim, kahve makinesinin önündeyim, kuyruktayız, en önde ben. kendime kahve koyuyorum. arkamda james diye bir adam peydah oldu. tam kahvemi doldurdum, kremayı alacağım; şak diye uzanıp oradan o krema paketini oradan almaz mı? alo dedim, kardeşim dedim, james dedim, öyle bakma suratıma dedim, ne yapıyorsun dedim. böyle ya vallahi böyle. aval aval bakıyor suratıma. sertçe çıkıştım kendisine: kardeşim o paketi bırakır mısın lütfen dedim.

ihsan: vallaha mı cidden dedin mi bunu ya?

irfan: dedim ya hem de ingilizce söyledim. kıpkırmızı oldu. bana bakıyor şimdi. uzattı kremayı; "pardon" dedi. ben de dedim ki öfkeyle: kalsın kardeşim, sende kalsın, ben de bir tane var..


82. bölüm

irfan, gramofonunun kırılan iğnesini yapıştırmaya çalışırken parmaklarını yapıştırır. sevinç'ten aseton istemeye gider ve o anda yapıştırıcıyla ilgili acı bir anısını hatırlar: aklıma rahmetli vahap dayım geldi. kendisi, meşe palamudundan gemi maketi yapardı. bu konuda doğu anadolu'da, inanmazsınız otoriteydi. tâ ki o lânetli titanik maketini yapana kadar.

ihsan: o da mı senin gibi parmaklarını yapıştırdı?

irfan: hayır efendim hayır, ne münâsebet. kendisi yapıştırıcıyı bir kokladı, işte o sâniyeden sonra hayâtının devamını, kendisini titanik'e çarpan buz dağı zannederek geçirmeye başladı. rahmetli 100 metre kurbağalamada rakip tanımazdı; öyle yüzerdi. ömrünün son yıllarını banyoda eririm korkusuyla, duşa bile girmeden tamamladı.

yine aynı bölümde, yemekten konu açılır.

irfan yine anlatır: erzincan'da mehpâre yengem, patlıcan bulamadığı zamanlarda fasulyeden yapardı karnıyarığı.

ferâye: nasıl yâni, fasulyenin içine mi doldururdu kıymayı?

irfan: kıymayı nerden bulsun kadın canım. patlıcanı bulamıyor erzincan'da. allah'ım ya rabbim, pirinçle yapardı, pirinçle. hiç unutmam lezzetini. şimdi taa onca yıl geçti, tadı damağımdadır; bi' halta benzemezdi.

kahramanımız asla durmuyor, başka bir konudan anlatmaya devam ediyor:

neyse efendim, mevzu o değil. ben sizi böyle gördüm ya, amerika'daki komşum vietnam savaşı mağduru mike amca geldi aklıma. kendisi böyle nasıl aşağılık, nasıl kıl, nasıl lânet bir şeydi. fakat neden sonra öğrendik ki kendisi harpten sonra senelerce senelerce tedâvi görmüş.

yorgo: yaa o genç yaşta çok adam komando olup elinde silah dağ bayır çatışıp vahşeti gördükten sonra psikolojik tedâvi görmüş.

irfan: hayır efendim, alâkası yok. mike amca bölükte yazıcıymış. bütün gün terli şeyinin üstüne oturmaktan bâsur tedâvisi görmüş.


84. bölüm

irfan kan verecektir.

anlatır: zennure teyzem, daha geçen sene 75. defa kan verdi.

yorgo: bravo. kızılay bi' plaket vermiştir.

irfan: verdi, ama kendisine görmek nasip olmadı. kan verdikten hemen sonra zennure teyzemi kaybettik.

ferâye: vah vah, başınız sağ olsun. neden öldü?

irfan: kan kaybından.

ferâye: o kadar mı çok kan aldılar?

irfan: hayır efendim. kendisine, kızılay binâsından çıkar çıkmaz belediye otobüsü çarptı.

yorgo: allah rahmet eylesin, ama en azından vermiş olduğu kan birçok hayat kurtarmıştır.

irfan: efendim, kendisi sâdece kanını değil bütün organlarını bağışlamıştı. mide, dalak, ciğer, böbrek. allah'ım, ölünce haciz memuru gibi, kadıncağızı didik didik ettiler. kefene sarmak nasip olmadı da poşete sarıp gömdük.... diş dedim de aklıma geldi. zennure teyzem komple dişlerini de bağışlamıştı. fakat çıkartmak zor olmadı çünkü takmaydı hepsi. ah zennure teyzecim ah, senin o güzel dilin kim bilir şimdi hangi ağızlarda şakıyordur lililili (zılgıt çeker).

87. bölüm

ihsan, ağırlık çalışmaya karar verir ve irfan'dan yardım ister.

tabii ki bu konuda da engin bir deneyimi vardır irfan'ın: ben bu işin ihtisasını amerika'da yaptım. ünlü boksör mike tyson benimle ağırlık çalıştı. biz kendisiyle aynı salona gidiyorduk. o zamanlar o da âletlide 110 kilo kaldırıyordu. bir gün âlet bozuldu; tesâdüf ben de tam 110 kiloyum. benimle çalışır mısınız dedim, benimle çalıştı. nasıl güldük, nasıl eğlendik.

ihsan: hee matrak adam demek.

irfan: hayır efendim, kaldırırken tam gıdık alan yerlerimden tuttu...

biraz sonra başka bir konuya geçer: hiç unutman bir gün; ben, james, matheu, ashley okey oynuyoruz. ashley de bizim matheu'nun karısı. o da böyle inlemeye başladı sizin gibi. ben dedim ki ya n'oluyor kardeşim, acaba matheu masanın altından olaya mı girdi. eğildim baktım, yok bir şey. meğerse kızcağızın gırtlağına fıstık kaçmış. otopside anlaşıldı... mezar taşını sahte okey taşı biçiminde yaptırdık o günün anısına...

yine aynı bölüm, başka bir hikâye: en büyük dedim de aklıma bir arkadaşım geldi. efendim, ben massachusetts'te öğrencilik yıllarımda zenci bir arkadaşım vardı. ismi jason'dı. lakabı en büyük jason'dı. şimdi buna herkes en büyük jason derdi, ben de merak ederdim niye bu çocuğun lakabı en büyük diye. valla aradan zaman geçti, ben bir gün duştayım, yıkanıyorum; bu da yan kabinde. merâkıma mağlup oldum, çaldım kapıyı girdim içeri. jason dedim, niye senin lakabın en büyük? çocuk anlattı: meğer bunlar sekiz kardeşmiş, yedi kız kardeşi varmış, en büyüğü kendisiymiş. mevzu bu. sonra kapı çaldı o yedi kız kardeş içeri girdi, benim o an valla bir gözüm karardı.

yorgo: aman irfan yanlış bir şey yapmadın inşallah.

irfan: hayır efendim ne münâsebet. ya yedi tane zenci kız, bir tane abi, hepsi zenci, ortalık simsiyah.

ferâye: irfan bey ben pek anlamadım, bu kızların duşta ne işi var?

irfan: niye olmasın efendim, ortalık toz toprak. çamur içinde yavrucuklar. yıkanmak duş almak onların da hakkı. hem bunlar zenci. biliyorsunuz siyah, lekeyi daha çabuk gösterir. neticede ben şöyle baktım etrafıma ve dedim ki damılın kızlar geliyorum. yok onlar üzümdü ahahah.

89. bölüm

irfan ile ihsan barda sohbet eder.

irfan: siz bana böyle aval aval bakınca benim aklıma amerika massachusetts'te kapı komşum jennifer geldi. bir gün efendim ben duşa giriyorum diye elimde baltayla kızın evine girmişim. işte o da aynen böyle aval aval bakıyordu suratıma. benim de o sıra kafam böyle bir şeye takılmış, duruma vâkıf olamadım.

ihsan: neye takıldı kafan?

irfan: kim benim duşuma kilit taktı da ben bunu parçalamaya kalktım elimdeki baltayla diye.

birkaç cümle sonra: demek sevinç hanım ile aranız nânemolla. nânemolla dediniz ya benim aklıma bir hâtıram geldi. iran'dayız. başkonsolosla mantı yiyoruz. bir hesap geldi; ödedik çıktık...

kadınlarla ilgili muhabbet bitmiyor.

irfan yine başlıyor anı anlatmaya: amerika'da bir grup arkadaş eyâlet eyâlet dolaşıyoruz. bu oğlan utah'ta bir köye gitti, bir hafta sonra geri geldi.

ihsan: nasıl yâni, tahtalı köyden?

irfan: tahtalı köy değil, utah'ta bir köy. utah, amerika'da bir eyâlet. neyse efendim mevzu o değil. oğlan orada bir kıza âşık olmuş. kıza çiçek vermiş, kız suratına fırlatmış. kıza çikolata yaptırmış, kız suratına fırlatmış. kıza pırlanta yüzük almış vermiş...

ihsan: kız suratına fırlatmış?

irfan: hayır efendim, kız yüzüğü almış. biraz kaba saba, köylü kızı ama öyle hıyar da değil. neticede oğlan sapır sapır dökülüyor aşkından. kız için beste yapıyor, gidiyor kızın penceresinin altına, bir dizini yere vuruyor, elinde gitar serenat yapıyor. kız açıyor pencereyi...

ihsan: kafasından aşağı bir kova kaynar su döküyor?

irfan: yok efendim, kız huşu içinde atlıyor oğlanın kollarının arasına. bunlar fırladıkları gibi...

cemâl: doğru evlendirme dairesine.

irfan: hastaneye canım, hastaneye. kız gitarın üstüne langırstt diye düşüyor mu. kızcağızın kalça kemikleri paramparça, oğlanın sırtı perişan, kol buradan buraya yok. fakat en acısı ne biliyor musunuz? o cağğnım el yapımı gitarın mi teli kopmaz mı...

95. bölüm

sivil polisler, ihsan bey'in evinde gözlem yapar.

irfan, bu konuda tecrübeli olduğunu anlatır: londra'dayız. efendime söyleyeyim, yazdan kalma bir bahar günü. sokaklarda diz boyu kar. ben gene yatmışım pusuya, karşıdaki apartmanı dikizliyorum. o nee? bir yavru. kırıtarak geliyor. uzandı kanepeye, kesiyor beni. odaklanmışım. bir baktım, ikinci yavru. o da onun yanına kanepeye uzandı; karşılıklı bakışıyoruz. allah'ım, üçüncü yavru. dördüncü yavru, beşinci yavru. balkon yavru kaynıyor. bana bakarak başladılar mı inlemeye. anladım tabii vaziyeti, kaptım dolaptan iki tutu, fırladım apartmanlarına, kırdım kapılarını, attım kendimi aralarına, doyurdum her birini birer birer. menekşe, görsen nasıl yalıyorlar beniiii nasıl yalıyorlar beniiii o güzelim, o harikulâde cici kedi yavruları...

menekşe: kedi yavrusu mu?

irfan: ne zannettin? he anladım, yavru deyince şey zannettin değil miiiiii köpek yavrusu...

96. bölüm

ferâye'nin küçük yeğeni, oyun provası için kelebek kostümü giymiştir.

irfan bey onu görür ve anlatır: benim bir kelebek koleksiyonum vardı, o geldi aklıma. tabii paramız yoktu öyle koleksiyon yapacak, ben de kelebek olayına girdim. bin beş yüze yakın topladım.

pelin: doğru söyleyin irfan bey hiç kız tavladınız mı koleksiyonumu göstereceğim diye?

irfan: denemez olur muyum denedim tabii. aysun vardı sınıf arkadaşım. bir gün dâvet ettim kelebek koleksiyonumu görsün diye. kız koleksiyonu görür görmez....

pelin: tav oldu size.

irfan: ne tav olması efendim, çığlık çığlığa kaçtı. meğerse canlı kelebeğin koleksiyonu yapılmazmış. ben bilemedim tabii, hayvanları odanın içine doldurdum bin beş yüz tane kelebek. e kız içeri girince ne oldu? yarasa gibi hücum ettiler üstüne. hayvanlar haklı, bunaldılar tabii yıllarca bir odanın içine tıkışıp kalmaktan.

97. bölüm

bölümün ilk dakikasından başlar irfan: ah efendim, cevizli ballı kaymaklı muz dediniz de aklıma pek tâlihsiz şekilde kaybettiğimiz mürşit dayım geldi.

ihsan: ne oldu? yedi tabii adamcağız, sonra azdı değil mi?

irfan: yok efendim. adamcağız bakkala bal almaya giderken muz kabuğuna bastı, kafasını ceviz ağacına çarptı ve öldü. cenâzesinden sonra üç gün üç gece kimse uyuyamadı bizim köyde.

ihsan: ah canım, çok seviliyordu demek.

irfan: yok efendim. yengem, meftânın anısına cevizli ballı kaymaklı muz yapıp dağıttı bütün köye. bir sene sonra ortada köy möy kalmadı.

ihsan: ne oldu köye?

irfan: nüfus patlayınca belde oldu.

98. bölüm

alâkasız bir anı anlatır: massachusetts'teyim. evde ders çalışıyorum. arkadaşlar böyle çağırdılar beni, kalktık gittik. efendime söyleyeyim, bunlar böyle masanın üstünde bir harita açmışlar. bana soruyorlar: "irfaaan hadi bize doğduğun yeri göster." bulamadım, iyi mi?
ihsan: bulamazsın tabii, dünya haritasında mars'ın ne işi var?

irfan: bakıyorum haritaya; erzincan olması gereken yerde nacnizre diye bir il var. aman ya rabbi! korku sardı beni. n'aptılar acaba n'aptılar diyorum, ben bir saat boyunca yan odada ders çalışırken ruslar anadolu'yu işgâl mi etti?

sevinç: aman allah korusun.

irfan: korudu efendim korudu. meğerse ben haritaya ters bakıyormuşum. bir çevirdim, oldu mu size nacnizre yerine erzincan. tek bir hamleyle, bir tek şehit bile vermeden koskoca doğu anadolu'yu düşman elinden, rus hücumundan kurtardım ben.


100. bölüm

irfan bey, elinde ekmek kızartma makinesiyle ihsan'ın evine gider.

makinenin fişini mikrofon gibi tutunca bir anı canlanır gözünde: amerika'daki grammy ödüllerinde yaptığım o muazzam konuşmayı hatırladım. fakat çok bozulmuştum. orada konuşmam sâdece dört sâniye sürdü. daha anamın adını zikredemeden kestiler. meğerse orada konuşma yapma hakkına yalnızca kazananlar sâhipmiş. kardeşim, anamı özlemişim, duyguya girmişim, atmışım kendimi sahnenin ortasına. bodyguardlar yaka paça indirdiler. olsun, avrupa'da işi şansa bırakmadım. dublin'de eurovision yarışmasında ingilizlere ayrılan masanın altına sızdım. maksadım orada pusuya yatmak. hani kazanan ülke 12 puan alınca kameralar onları gösteriyor ya, işte tam o sırada o çıtır sunucu kız "r.m. douze points" deyince fışkıracağım masanın altından, yumulacağım sunucu kıza ve "anne anne merhaba" diyeceğim.

pelin: müthiş plan.

irfan: neresi müthiş pelincim. salak ingilizler, toplam 14 puan aldılar. ilk sekiz ülkeden hiç puan çıkmadı. o sessizlikte benim içim geçmiş, uyuyakalmışım. üç sonra dekoru sökerken buldular beni.

yine aynı bölümde, sevinç ve menekşe'yi üzgün gören irfan anlatır: bundan seneler evvel massachusetts'teyim. sınav zamânı. manyak gibi ders çalışıyorum. artık contayı sıyırmışım, beyin dumuruna ramak kalmış, duvarlara tırmanacak vaziyetteyim. bir arkadaşım tuttu beni elimden, ünlü transandantal meditasyon uzmanı hintli yogi haçaburaba kaçaboraba'nın toplu seansına görürdü. verdim üç yüz doları hintli yogiye ve onun bir tutam mutluluk isimli sıra dışı tekniğini öğrendim ve bu sâyede huzur ve mutluluk buldum. ki bu teknik sâyesinde daha sonraki yıllarda karşılaştığım trajedileri aşmayı öyle kolay başardım ki anlatamam efendim. buna kara melek dizisinin son on bölümü de dâhil.

101. bölüm

irfan, sevinc'e incitmeden nefret kusmanın bir yolunu anlatır: dışişlerinde ilk yıllarım. işim icâbı bol bol kâğıt zımbalıyorum. yalnız dikkatinizi çekerim, kâğıt zımbalamak son derece nâzik bir iştir.

ihsan: bilmez miyim. ne zaman zımbalanan bir kâğıt görsem gözümden iki damla yaş süzülür.

irfan: beyefendi ne kadar güzel söylediniz, ne kadar güzel yaşattınız bana o ânı. dışişlerinde dediğim gibi mutlu mesut kağıtları zımbalıyorum. derken günlerden bir gün, yanımdaki masaya bâbür denen bir mendebur geldi. kendisi de kâğıtları zımbalıyor. yalnız dikkatinizi çekerim, her kâğıdı üç kere zım zım zım zımbalıyor.

ihsan: vay öküz.

irfan: öküzün önde gideni. efendim olmaz ki her kâğıt bir kere zımbalanır, bu adam üç kere zım zım zım zımbalıyor. böyle böyle üç yıl geçti. artık tahammül edemedim, burama kadar geldi. gittim dedim ki kendisine: bâbür bey, üç kere zımbalamanıza gerek var mı?

ihsan: vay vay çok sert girişmişsin adama be.

irfan: ne yapayım efendim, üç sene tahammül etmişim burama kadar gelmiş. fakat hiçbir şey değişmedi, adam üç kere zımbalamaya devam etti. bu kâbus bitmek bilmedi. günlerden bir gün ben bu bâbür'ü fotokopi odasının önünde kıstırdım bir köşeye. kardeşim dedim; patladım artık. yâni ayıp olmuyor mu??

ihsan: sen ne yaptın irfan?

irfan: yaparım, burama kadar gelmiş. fakat sonuçta ne oldu? etkisini gösterdi. ertesi gün geldim odama, baktım masamın üstünde bâbür'den geldiği anlaşılan bir kâğıt. üzerinde "s.. tirgit irfan" yazıyor. ama olsun, o kâğıt tam bir defa zımbalanmıştı.

102. bölüm

irfan ile ihsan, güzellik yarışması seyreder.

podyumu görünce irfan'ın bir anısı canlanır: şu podyum bana, massachusetts'te katıldığım o defileyi hatırlattı.

ihsan: sen, defileye katıldın?

irfan: tabii efendim, hem de ünlü siyâhi model naomi campbell'ın, çukulata renkli modelin arkasından podyuma çıktım. ertesi hün bütün magazin basını benimle ilgilendi. boy boy fotoğraflarım çıktı; üstüne de böyle bir başlık attılar: podyuma fırlayıp naomi'ye saldırmaya çalışan ünlü türk sapığı. ama kendi kaşındı, o kadar güzel kız ki giymiş bikiniyi, böyle bir uçtan bir uca yürüyor. dayanamadım beyefendi, fırladım arkasından. dört koruma beni zor indirdiler. işte kendisinin geçen sene ülkemize geldiğinde çıkarttığı rezâletlerin, yüzünü gizlemesinin, medyadan kaçmasının arkasında yatan sır bu. benden korkmuş, ben görebilirim diye rahatsız olmuş...

birkaç dakika sonra, kalabalık korkusundan konu açılır.

irfan'ın bu konuyla ilgili de bir anısı vardır: kalabalık korkusu çok önemli konudur. benim balamir dayımda vardı. fakat kendisi bir anda kurtuldu. bir kahveye daldı, üç kişiyi çatır çatır öldürdü. f tipine kapattılar ömür boyu. artık dayı sağ, ben selâmet.

yine aynı bölümdeyiz. irfan hipermetrop olur ve gözlük takıp ihsan'ın evine gelir. durumunu anlatır: bizim sekreter aysu var. geçen akşam onu bana yemeğe dâvet ettim. birlikte âfiyetle yemeğimizi yedik. derken kanepeye çekildik; ben ona yaklaştım, o bana yaklaştı, ben ona sokuldum, o bana sokuldu. sonra ben âniden panik içinde "aa berna, biz senle yarın akşam buluşmayacak mıydık" dedim, soluğu dişçide aldım.

menekşe: göz doktoru diyecektiniz sanırım.

irfan: hayır efendim, aysu iki tane dişimi kırdı... ben aslında bir taneyle yırtardım ama o telaş içinde, o panik içinde "bernaaaa ben aslında seni seviyorum, aysu benim için tek gecelik mâceraaa" dedim. e takdir edersiniz ki mâceranın sonu a harfiyle bittiğinden ağzım kabak gibi açık kaldı..

sevinç: geçmiş olsun irfan bey. o bahaneyle dişlerinize de baktırmışsınızdır.

irfan: inşallah efendim, yarın sırasıyla gideceğim. evvela asabiyeciye, arkasından da diş hekimine.

menekşe: e hani soluğu dişçide almıştınız?

irfan: ama ne yapayım adam üstüme çökünce korkuyorum, paniğe kapılıyorum, "vurma aysu vurma vurma" diye titriyorum.

104. bölüm

ihsan, reklam filmi için irfan'a gresman rolü verir.

irfan da bu rol için ne kadar heyecanlı olduğunu anlatır: ailemizde sâdece yâkup dayım kamera karşısında yeteneklerini sergileme fırsatı bulmuştu.

ihsan: ne yaptı?

irfan: banka soydu. o sırada da güvenlik kamerasına yakalandı hıyar.

- bu esnada telefon çalar -

irfan: aman aman, yâkup dayımsa sakın ona hıyar dediğimi söylemeyin, çok kızar.

ihsan: kardeşim, tanımam etmem niye arasın yâkup dayın burayı?

irfan: canım mazallah hıyar dediğim kulağına gitmiştir adamın. bu gün sağmalcılarda izin günü. bakkala gidiyorum diye çıkar, şak diye basar burayı.