Kendi Memleketinden Sonra Belki de En Çok Türkiye'de Okunan Tür: Latin Amerika Edebiyatı
Nedir, ne değildir?
latin amerika edebiyatı denilince fransızca, portekizce ve ispanyolca konuşan ülkelerin yer aldığı coğrafi bölgenin yazınından bahsedilmektedir. kültürel olarak geleneklerine bağlı yapısı nedeniyle yakınlığımızın da bulunduğu bu ülkelerin yazını, tıpkı türk edebiyatı gibi halk hikayelerinden, sözlü kültürden beslenmiştir.
bu bölgenin edebiyatı denilince aklımıza büyülü gerçekçilik akımı gelmektedir. ispanyolca realismo magico olarak isimlendirilen bu uluslararası akımın en önemli eserleri şüphesiz ki latin amerika coğrafyasıdan çıkmıştır. kübalı yazar alejo carpentier, bu dünyanın krallığı adlı eserinin önsözünde tamamen latin amerika gerçekliğinden ve tarihinden türemiş bir başka akımdan bahsetmiştir. bu akımın adıysa real maravilloso, türkçe karşılığıysa büyülü ya da harikulade gerçektir.
19. yüzyılda kübalı şair ve yazar jose marti'nin kitapları ve brezilyalı yazar machado de assis'in 1880 yılında yayımlanan mezarımdan yazıyorum gibi önemli bir eseri de mevcuttur. 20. yüzyıldaysa nobel edebiyat ödülü'nü ilk kazanan latin amerikalı yazar, şilili şair gabriela mistral olmuştur. daha sonraki yıllarda guetamalı yazar miguel angel asturias, kolombiyali yazar gabriel garcia marquez, şilili şair pablo neruda, meksikalı şair octavio paz ve perulu yazar mario vargas llosa da bu ödülü kazanmıştır.
latin amerika edebiyatını detaylıca anlattığım ve kitap önerilerinde bulunduğum videoyu izlemek için
Tarihsel arka planına dair
latin amerika edebiyatının referansı bu topraklarda dökülen kanın mimarlarıdır. bu kan, iç savaşta çarpışanların, feodal sistemin merkezinde ağaya direnemeyen köylünün, siyasi arenada fenersiz yola çıkanların, yola çıkıp yolunu yitirenlerin, latin amerikanın itilmiş kadınını, ispanyol sömürüsü, sömürü öncesi geçmişe duyulan bir merak ve arayış, ispanyol sömürüsü öncesi de aslında var olmuş sömürünün farkındalığı ile çözümü mümkün olmayan, nihai problemi de metinlerinde hiç kaçınmadan verirler. genelde hiciv ötesi bir irade ile oturmuş yazınsal birlikten söz edebiliriz. juan rulfo'nun o yalın ve katı gerçekçiliğini, kendisiyle tanışabilmiş ve eserlerine gıpta eden 50-60'lı yıllarda ortaya çıkan yazarlar, o katı gerçekliğe insaf etmeden içine mizahı da yerleştirirler.
ben özellikle juan rulfo ve felisberto hernandez gibi isimleri, bu toprakların edebiyatçılarının öngörülmez yeteneklerini donatma açısından mühim görüyorum. ancak bir diğer isabetli atış ise jorge luis borges'in uçsuz bucaksız öykü dinamiğinden doğuyor, çok farklı bu üç yazınsal yetenek bir başka kuşağa kucak açıyor aslında.
latin amerika edebiyatının en değerli öğesi olarak görülen şey, pek çok kişiye göre büyülü gerçekçilik olsa da ben marquez'in doruğuna yaklaşabilen tek yazar olarak salman rushdie (kendisi ingilizce yazar ve hint asıllıdır) olarak görüyor ve bu öğenin 80-90 sonrası edebiyatçılarını bir kısır döngüde boğduğunu düşünüyorum. nitekim marquez'in orantısız edebiyat saldırısının yer çekimine yakalanan hiç bir edebiyatçı asla bir üst edebiyat üretimi ortaya koyamıyor. deneysel ifadeler barındıran istisnalar dışında. aslında burada yazarın özgünlüğü ve etkisi ardıllarına faturayı kesiyor. her ne kadar büyülü gerçekçilik motiflerinden sıradışı başarı sağlayan istisna romancılar bulunsa da asla bir marquez etkisi yaratamıyorlar. hatta işin ilginç yanı şu ki yüzyıllık yalnızlık sonrası marquez dahi sonraki eserlerine bu motife dair keskin kokuları sunamıyor okuruna. yalnızca kendisine özgü ve böyle kendi metnini özgü kılan o değerli yazınsal üslubu miras kalıyor diğer eserlerine. marquez'in kalıplarını barındıran bir metni, onu iyi tanıyan ve ezber yapan okurlar bilirler ki o tür benzetmeleri yalnızca gabriel garcia yapabilmektedir. marquez'in tamlamaları ve oluşturduğu gerçeküstü kalıplar asla bükülemez bir maden niteliğini taşımaktadır.
yalnız işte benim karşı çıktığım husus da burada, latin amerika edebiyatı yalnızca büyülü gerçekçilikten oluşan bir edebi anlayış değil. özellikle ayrımsanması gereken bu husus, aksi pek çok yazınsal değerin oluşturduğu etkiyi inkar etmek olacaktır. belki hiç bir edebiyat eseri bir yüzyıllık yalnızlık etkisiyle batı edebiyatını ve diğer coğrafyaları bu derece derinden sarsmadı fakat rayuelagibi dille neşreden, edebiyatta işlenen labirent uzuvların joyce, perec, ınfante gibi yazarlarla birlikte en onurlu duruşunu gösteren borges'in okunması gereken 250 kitap listesinde tüm eserleriyle ifade edilen julio cortazar'ın, fuentes'in, ınfante'nin, bioy casares ve burada anmadığım hatta okuma fırsatı henüz bulamadığım pek çok yazara haksızlık olacaktır. edebiyat kişisel bir uğraş olsa da kaynağı asla diğer eserlerin oluşturduğu etkiden eksik düşünülemez.
işte boom yazarlarının hepsine göz attığımızda hepsinin birbiriyle olan farklılıkları net biçimde göze çarpmakta. birbirleriyle sürdürdükleri alışverişe rağmen sonu gelmeyen bir açlıkla batı edebiyatının külleri arasında yollarını bulur ve bu yolla kendi edebiyatlarının gelişimini arttıracak muazzam eserler üretirler. bu noktada batı edebiyatını da kendi dehlizinden çıkartabilecek eserler yaratabilen julio cortazar adında, sürgün arjantinli, yazdığı her eseri birbirinden farklı ve deneyselliğe sürülmüş en leziz dilimlerle yaratır. romanları ve öykülerinin merkez kişileri genelde avrupa'daki sürgünler olan julio cortazar'ın düşünce dünyası muzip bir ifade ile yazdıklarıyla kesişir. edebiyat ve yaşamın varoluş katmanındaki bir üst pencereden kafasını çıkartan cortazar hepsini bir oyun olarak görür.
diğer taraftan eleştirileri ve yazdığı artemio cruz'un ölümü, terra nostra, kutsal bölge gibi eserlerle fuentes ve bana göre, yazınsal niteliği güçlü bir ifade taşıyan ama kişiliği ile makyavel bir profili çizen mario vargas llosa da pek çok batılıya meydan okuyarak yazınsal hünerlerini sakınmamışlardır.
yine de şu var ki jorge luis borges ismi, evet latin amerika topraklarında biliniyordu borges fakat beckett ile paylaştığı ödülü almasa bu adam keşfedilmese batıda, belki georges perec, italo calvino, umberto eco gibi yazarlar ortaya çıkmayacaktı ve bizde de pek çok şey eksik kalacaktı...
Üslubu nasıl?
latin amerikalı yazarların yüksek irtifalı adrenalinlerinin hastayım. hepsi tropik meyve, ucuz rom ve dans manyağı. iklimleri de güzel. öyle romanları var ki, her sayfada biri birini ya kucaklıyor ya da beceriyor. bu işte, hayatın ta kendisi.
tarihin karanlık tünellerinden geçmişler. hala da geçiyorlar. kitapları bazen politik manifestoya dönüşüyor, bazen annenin yemek defterine, bazen de mahallenin orospusunun dedikodusuna. ama hep kanlı canlı, ter kokulu, sıcak. faşistler, cuntalar, sosyalist düşler, gırla seks, savaş, efsaneler, yemek kavgaları, şarap, rom, tütün, yazın kavurucu sıcağı, kışın ciğer yakan hüznü, delicesine neşe... yaşadıkları her bok, doğrudan kelimelere sızıyor. hem de nasıl.
asıl manyaklık dillerinde. marquez, cortazar... bunlardan birini okurken, dilinle öyle bir göt etmek zorundasın ki, aşka, saplantıya dönüşsün. yoksa sadece bir başka vasat yazar olursun.
roberto bolaño'ya bak mesela. nasıl bolaño olunur? tabii ki 15'inde okulu bırakıp proust okuyarak. sonra darbe zamanı şili'ye gidip kendini öldürtmeye çalışarak. eğer ölmezsen ve biraz yeteneğin varsa bir dahiye dönüşürsün.
ruslar kelamı kutsal sayar, dünyayı değiştireceğine inanır. latin amerikalılar ise allak bullak olmuş dünyayı yeniden kurmak için kelamı kullanır. kolektif hafızayı, çalınan anlamı geri almak için. ister büyülü gerçekçi de, ister sokak düzeyinde olsun, fark etmez. kelime onlar için silahtır.
latin amerika edebiyatına aşığım. bazen "bu kadar hayat enerjisi beni öldürecek" diye homurdanıyorum. sonra bir sayfa daha çeviriyorum ve sırıtıyorum. çünkü başka nerede bir devrimci aşçının, dans ederken felsefe sıçtığını görürsün? iyi dokunmuş bir söz, kalbe iyi gelir. bu boktan dünyada bir viski kadehi kadar gerçek.
Bizde neden seviliyor olabilir?
latin amerika edebiyatı... bazı ortamlarda latin amerika'dan sonra en çok türkiye'de okunduğu söylenilir. ne derece doğru bilmiyorum, (varsa) istatistiklere bir göz atmak lazım fakat ülkemizde çokça popüler olduğuna eminim. bunun bir kaç sebebi var. birincisi, latin amerika ülkelerinin tarihsel serüveni az çok bize benziyor (krallıklar, demokrasi ve bağımsızlık için verilen mücadele, darbeler, ekonomik krizler vs.) bu yüzden empati yapıp kavrayabileceğimiz ve bize tanıdık gelebilecek çok olay var. ikincisi, çoğu eserde gördüğümüz büyülü gerçekçilik ve yerlilik. (bu yerlilikte akdeniz kültürü de var, ordan da aşinayız aslında. ) biz türkler, destanları/efsaneleri fazlasıyla severiz. içerisinde büyülü olayların olduğu ama gerçekliğin de ona paralel olarak stabil şekilde aktığı metinler bize doğal olarak çekici geliyor. bu tür bir üsluba en büyük örnek olan yaşar kemal'den alışığız zaten. bu ortak noktaları avrupa edebiyatında veya amerikan edebiyatında yakalayamıyoruz çünkü onların tarihsel serüvenleri, sosyo-politik düzenleri, karakteristik özellikleri bize daha uzak geliyor. onların metinlerini okurken merak ve başka bir kültürün izlerini sürmek için okurken, latin amerika edebiyatını okurken; kendimizden izler, benzerlikler bularak okuyoruz. olay bence budur.