Hayao Miyazaki'nin Muhtemelen Son Filmi, Çocuk ve Balıkçıl'ın İncelemesi
10 yıllık aradan sonra vizyona giren sürpriz hayao miyazaki şaheseri. film japonya dışındaki ilk gösterimini toronto film festivali'nde gerçekleştirdi. miyazaki’nin emeklilik açıklamasından sonra filmin çok az ön bilgiyle beyaz perdeyle buluşması filmi özellikle yönetmenin hayranları için daha da ilgi çekici yapıyor.
filmin adı türkçe’ye, ingilizce isim olan “the boy and the heron”dan çevrilmiş ve bu baştan savma isim film hakkında yanıltıcı olmaktan başka bir şeye yaramıyor. filmin japonca orijinal adı “nasıl yaşarsın?”. filme adını veren, aslında genzaburo yoshino tarafından 1937’de yazılmış bir roman. bu kitap çocuk ve balıkçıl'da, filmin genç kahramanı mahito'nun kritik bir dönemeçte okuduğu bir metin olarak karşımıza çıkıyor ve sanırım kitap türkçeye hiç çevrilmemiş.
film, ikinci dünya savaşı sırasında tokyo'da çıkan bir yangında annesini kaybeden mahito maki adlı bir çocuğun etrafında dönüyor. mahito olaydan 2 yıl sonra babasıyla birlikte teyzesinin yanına taşınıyor ve teyzesinin "yeni annesi" olacağını öğreniyor. teyze zaten baba-oğul eve taşındığında hamile. tüm bu kayıp ve değişimin etkisi altındaki mahito, tuhaf bir balıkçıl kuşuna ve lanetli olduğu söylenen ilginç bir kuleye doğru çekiliyor.
film bence şimdiye kadar izlediğimiz en karanlık miyazaki filmi. her filmde aşina olduğumuz engin denizlerle çevrelenmiş pastoral yönden güçlü sahneler bu filmde de var ama bu sahneler seyirciye bir ferahlık sağlamıyor. filmin ilk sahnelerinde boğaza yerleşen yumru kapanışa kadar oradan ayrılmıyor.
miyazaki filmlerinin alameti farikası olan; özünde kötü olmayan ama öyle gibi gözüken tuhaf karakterler, absürt bir yüz ve beden proporsiyonuna sahip nineler, biblolar, tuhaf hayvanlar, bedensiz ruhlar ve nihayetinde eşsiz sanat yönetmenliğiyle birleşen iddiasız ama titiz japon estetiğine 10 yıl sonra geri dönmek hayranlar için hem nostaljik hem de keyifli. bu estetik anlayışı şeylerin geçiciliğinin farkındalığı ve hüznünü ifade eden “mono no aware” felsefesinden ayrı düşünemiyorum. rüzgar çıkıyor, güneş açıyor, bulutlar her şeyi griye boyuyor, deniz yükseliyor ve alçalıyor. her şey başka bir şeye dönüşüyor ama yaralar ve içsel boşluklar baki. aydınlık bazen sadece bulutların arasından kendine sabırla yer açmış bir ışık hüzmesinin durağanlığında mümkün.
miyazaki “ruhların kaçışı”nda ustaca kullandığı gerçek dünya ve sihirli dünya ikiliğine bu filmde tekrar dönmüş ama bu sefer gerçek dünya dramatik yönden çok daha kuşatıcı çünkü insanoğlunun yaşadığı en büyük zorluklardan biri olan “yas” süreci başrolde. filmin yas konusuna yaklaşımı çok doğalında bir sembolizmle desteklenmiş. “sihirli dünyada” geçen bir sahnede mahito anneyi uyurken görüyor ama dokunduğunda annenin bedeni suya dönüşüyor. kaybedilen kişi kaybeden için çok büyük bir yer kaplar ama asla orada değildir. bu süreci daha iyi anlatan bir analoji olabilir mi?
2006 yapımı “pan'ın labirenti” de fantastik bir kurguyla ispanya iç savaşı'na ait gerçekçi ve siyasi bir arka planı birlikte başarıyla sunmuştu. 1944 yılında yüzbaşı olan üvey babasının yanına taşınan 10 yaşındaki ofelia da evin arka bahçesinde esrarengiz bir labirent buluyordu. bu anlamda iki film gerçekliğin yıkıcılığıyla baş etmekte zorlanan çocuk ortak paydasında buluşuyor.
miyazaki'nin sınırsız görsel ve anlatısal hayal gücünü daha melankolik ve karanlık bir çerçevede izlemek benim açımdan uzun süre unutulmayacak bir deneyimdi. yönetmenin çocukluğundan birçok otobiyografik öge içerdiği söylenen filmin gerçekten bu sefer “son” olması olası. sahi, insan sonlarla nasıl yaşar?