Ernest Hemingway'in 1922-1923 Yıllarındaki Türkiye ve Türkler Hakkındaki Tespitleri
yazım hayatına gazeteci olarak başlayan hemingway, 1922-1923 yılları arasında istiklal savaşı'nı gözlemlemek için toronto gazetesi tarafından türkiye'ye gönderilir. izlenimlerini gazeteye aktaran hemingway birçok konuyu işler. bu yazılar daha sonra işgal istanbul'u ve iki dünya savaşı (bilgi yayınevi) ve işgal istanbul'u ve iki dünya savaşından mektuplar (milliyet yayınları) adlarıyla türkiye'de basılmıştır. hemingway'in gözünden o döneme dair birkaç alıntı yapmak isterim, hem meraklıları için de bir referans olur.
- istanbul, filmlerden anımsadığımız bir karmaşa ve gizem kenti değildi kuşkusuz. fotoğraflardan ve tablolardan anımsadığımız kent de değildi. yaklaşan tren penceresinden uzanan kıvrımlı bir doğrultuda, güneşin kavurduğu ağaçsız bölümlere yayılmış bir evrendi istanbul. dört bir yanı denize çıkan bu kentte, denize giren küçük çocukların kıvancını izliyordum. mavi suların hemen ötesinde kahverengi görünümlü asya’yla birleşen bir kentti istanbul. dev duvarların arasında gürüldeyen bölümlerde, ahşap, derme çatma yapılarla örgülü boyutsal bir tabloydu istanbul.
- sabah uyanıp da haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda doğu’nun sihrine eriyorsunuz. pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına doğu’da buluyorsunuz. pierre loti’nin hikayelerindeki doğu’yla, günlük yaşantının doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. ama bunu ancak gözkapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek lokmalarına dayanıklı olması şartıyla tabii.
- ulusal yemeği hindi olan türkiye’de, neredeyse at büyüklüğünde olan bu tür hindilerin anadolu bozkırlarındaki etli çekirgelerle beslendiğini öğrendim. lokantada ısmarladığım biftek, sertliğiyle çene kemiklerimi felce uğrattı. ama balık yemeklerine diyecek yoktu. bu kentte, 168 resmi tatil günü olduğunu söylediler. müslümanlar cumayı tatil seçerken, yahudiler cumartesi ve hristiyanlar da pazar günleri tatil yapıyorlar. bol resmi tatil olanağını hatırdan çıkarmayan genç istanbulluların ya devlet dairelerine ya da bankalara kapak attığını söylediler. akşam dokuzdan önce kimse sofraya oturmuyor bu kentte. sabahlara kadar açık olan gece kulüpleri, egzotik sürprizlerle dopdolu. sokak köşelerini dolduran köfteciler, patates kızartma büfeleri, bar kapılarında kuyruk olan taksiler, gece gündüz kıpırdayan bir kent yaşamını muştuluyor.
- türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyorlar, bir yandan da insanların midesini yakıp kavuran rakılarıyla yudum yudum demleniyorlar. bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek olanaksız gibi bir şey.
- istanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. bu kentte 1.5 milyon insanın yaşadığı sanılıyor. yağmur yağmadığı zaman istanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, pera’ya paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından sanki havaya bir toz bulutu yükseliyor. insanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyorlar ve rüzgar esti mi, arada tam ve yoğun bir bulut oluşuyor.
- kaldırım taşlarıyla kaplı pera, istanbul’un avrupa kesimiydi. resmi yapıların hemen hepsi, küçük amerikan kentlerindeki postane binalarının kesin bir benzeriydi. romanya ve ermenistan konsoloslukları önünde, pasaportlarına vize almaya girişenler, uzun kuyruklar oluşturmuştu. ermeniler, yahudiler, romanyalılar, istanbul’dan kaçmaya hazırdılar. m. kemal ordularının kente çok yaklaştığı rivayetleri, her yerde duyulan korkulu bir söylentiydi.
- mustafa kemal’in istanbul’a girişi, tarihin en görkemli şölenlerine başlangıç olacaktı. tanımı zor bir başarıydı bu. ama bu onurlu sonun bir bölümünde aç gözlerle bekleyenler de vardı. aslanın son pençesini attığı anda, payını bekleyen sömürgen ve sürüngenlerin de beklentisiydi bu. rumları, ermenileri ve makedonyalıları saran ürpertiyi yüzlerden okuyorduk. kaldığım londra oteli’nin rum sahibi, yaşamı boyunca biriktirdiği paralarla aldığı otelde, tek müşterisinin ben olduğumu fısıldadı bana. otel sahibi rum, kaderci gözlerle, 'buradan benim ölüm çıkacak' diyordu. 'tepeden tırnağa silahlandık, tüm hıristiyanlar savaşa hazırız' diyordu. siyah gözlerini, gözlerime diken otelci, şöyle devam etti sonra: 'fransa, istanbul’u mustafa kemal’e vermeye karar verdiği için mi buraları terk etmeye zorlanacağız? yunanlılar ve rumlar daima müttefikler yanında savaştık, ödülümüz terk edilmek mi olacaktı?' böyle kızgın konuşan bir yığın rum’a rastladım istanbul’da. karmaşa ve kıyım tehlikesi her yanı sarmıştı. mustafa kemal’ini kutlamaya girişen bir türk’ün uğrayacağı saldırı, tüm kenti kana boğacak ilk belirti olabilirdi. lenin’in devriminden kaçan ruslar, mustafa kemal’in gelişini kaygıyla bekleyenler arasındaydı. birçoğu gıyaplarında komünistlerce ölüme mahkum edilen bu rus mültecilerinin bazıları, çarlık üniformalarıyla dolaşıyordu kentte. sovyet gizli polisi çeka’nın bu mülteciler için mustafa kemal’e neler önereceğini kestirmek çok zordu kuşkusuz. tüm mazlum ülkeler, tüm doğu, “mustafa kemal çok büyük adam” diyordu. başarılı önderin istanbul’a girişi, alacağı olumlu tavırla, kazandığı tüm zaferleri çok daha değerli kılabilecekti.
- aralık gecesinde ayrıldım istanbul’dan. artık savaş bitmişti. bu gizem kentinde bir çağın başlangıcında, yepyeni sürprizler başlar gibiydi. istanbul, o unutulmaz pera’dan, haliç’le örgülenen bir anılar kümesine kayıyordu artık. lozan konferansı’nı izlemek, sonun başlangıcını izlemek için isviçre’ye yöneldim. lozan kentinin belki de en çirkin yapısı olan chateau de ouchy’de toplanacaktı liderler. herkes, ismet paşa’yı görmek istiyordu burada. yüzü hafızalardan kolay kolay çıkmayan, mustafa kemal’in sağ kolu olan bu seçkin general, küçümen, sessiz ve gösterişsiz bir kimliği sergiliyordu. fotoğraflardakinin aksine, sıcak ve yumuşak yüzlü bir adam izlenimini veriyordu ismet paşa. düzinelerce gazetecinin izlediği ismet paşa’ya bir toplantı sonrası yaklaşma fırsatı buldum. kendisine yaklaşıp selam verdiğim sırada, gazeteci kalabalığını aşmaya çabalayan türk komutan, 'randevu al, bol bol görüşürüz' diye konuştu. tebessümler saçan ismet paşa, asansöre yönelip gözden uzaklaşıverdi. röportaj randevusu için buluştuğumuzda, çok iyi anlaştım ismet paşa’yla. ikimiz de fena düzeydeki fransızcamıza karşın güçlük çekmedik. ismet paşa sık sık mütevazı bir anlatımla, fransızcasının hiç de iyi olmadığını vurguluyordu. daha sonra paşa’yı montreux kentinde caz müziği çalınan bir dansta, gösteri yapan dans sanatçılarını izlerken gördüm.