Çirkin Ama Heybetli Yapılarla Öne Çıkan Tartışmalı Mimari Akım: Brütalizm
brutalizm, ii. dünya savaşı'ndan sonra, savaştan zarar görmüş toplumların yeniden inşa edildiği bir dönemde ortaya çıkmış bir mimari tarzdır.
amaç, binaların çok basit ve işlevsel bir yapıya sahip olmasının yanı sıra, aynı zamanda oldukça dayanıklı olmasıydı. çünkü, ii. dünya savaşı'nda hemen hemen bütün güzel binalar yıkılmıştı.
brütalizm, 1950'lerde birleşik krallık'ta ortaya çıkan bir mimari tarzdır. modernizmin bir uzantısı olan brütalizm, işlevin formdan daha üstün bir ifadesidir. basit geometrik şekiller, çıplak beton ve tuğla yapılar ve dekoratif unsurların tamamen yokluğuyla karakterize edilir. işlevlerine hizmet etmek için var olan çirkin ve heybetli binalar yaratır. birçoğu öyle ki, insanları içinde barındırmak yerine, dışarıda bırakmak için yapılmışcasına tasarlanmış görünür.
ancak, birleşik krallık'ın savaş sonrası mimari özelliği olan iki musluklu lavabo gibi, brutalist mimari de belirli bir dizi tarihsel sürecin sonucudur.
nitekim, birleşik krallık, ii. dünya savaşı'nın kazanan tarafında yer alsa da, savaşı esasında kazanmamıştır, zira savaşı sadece atlatmıştır.
bu söylemi açmam gerekirse; londra yerle bir olmuştu. londra'nın bombalanması (bkz: the blitz)
savaşın akabinde, britanya imparatorluğu, kolonilerinin bağımsızlığını ilan etmesiyle dağıldı. ekonomi de o kadar büyük bir yıkıma uğradı ki, kolonileri elinde tutmak ile ilgili bir politika güdülmesi britanyalılar için doğru bir önerme olarak görünmüyordu. zira, britanya'da gıda karne uygulaması zafer günü sonrasında, ta ki 1954'e kadar devam etti.
brütalist mimari, savaş sonrası britanya'nın en acil ihtiyaçlarından biri olan "nüfusun nasıl barındırılacağı" sorununu çözecekti.
1970'lerde brütalizm, sovyetler birliği'nde bir kez daha popülerlik kazandı. sovyetler, savaştan en az ingilizler kadar, hatta belki de daha fazla etkilenmişti. ve ekonomileri, görece daha da yavaş toparlandı. ucuz ama dayanıklı malzemelerden yapılmış, hızlı, standartlaştırılmış ve seri üretim binalar tam bir nimetti aynı şekilde "panelka" denilen prefabrik yapılar bu dönem görülmeye başlanmıştır.
brutalizm, ideolojik-estetik bir tercih değil, daha çok pragmatik bir inşaat yöntemiyle harmanlanmıştı.
ii. dünya savaşı'ndan önce, mimari olarak bir kaç tarz vardı; barok ve beaux-arts süslemeler, klasik öğelerle uyumlu monumental ölçekli cepheler, dış cephede düzen, kolonlar, simetri ile post-rönesans etkileri... bunların genel harmanlaması ile "eklektik" uyumlu binalar çokça görülmekteydi; yani tek bir tarza bağlı değil, birden fazla avrupa geleneğini birleştirilmişti denilebilir. (bkz: eklektisizm)
o dönemde kamusal mimarinin büyük kısmı bu yöne doğru gidiyordu: heybetli, gri ama gösterişli. rönesans'tan beri gelişen mimari tarzların bir sonucuydu. gri olmasının sebebi ise malzeme ile ilintiliydi; zira eni bir yapı malzemesiyle çalışmaya başlamışlardı: beton ile. beton aslında yeni değildi, ancak güçlendirmede kullanılan yeni teknikler birçok yeni fırsat yarattı ve betonerme denilen inşaat tekniğine ulaşıldı.
beton gerçekten hızlı dökülebilirdi. geometrik şekiller, paranızın karşılığında size en kullanışlı alanı sunardı. beton boyamak aslında hiçbir işe yaramadığından, bu adımı atlayabilirdiniz. londra'nın büyük bir kısmı evsizken, kimin dekoratif unsurlara ayıracak parası var ki?
brutalizm, güç gösterisi yaparken aynı zamanda, ne yazık ki, çok çirkin de olabilir. genellikle renkten yoksun, yükselen beton yapılara sahiptir.
"ham" anlamına gelen ve bu rengi de veren "brüt"ten esinlenerek ona "brutal" adını verdiler. ingilizce "brutal" (vahşi, sert) ile benzerliği yüzünden tarz ingiltere’de biraz ironik biçimde "brutalism" olarak anıldı. yani isimlendirme biraz çeviri oyunu da var diyebiliriz. aslında biraz da "adını koyduk bari sonuçlarını kabullenelim" gibi bir durum vardı.
ama, öte yandan da aynı zamanda büyüleyici, neredeyse fütüristik görünümlü binalar da ortaya çıkmıştır. michigan'daki st francis kilisesi:
brütalist mimarinin öncülü/ilham kaynağı charles-edouard jeanneret, nam-ı diğer le corbusier'dir. kendisi, ii. dünya savaşı'ndan önce betonarme betona aşık olmuştu, çünkü hem basınç hem de çekme dayanımı açısından mükemmel esneklik ve iyi özellikler sunuyordu. betonarme yeni bir şey değildi, ancak le corbusier'nin fikri beton brüt - ham betondu. "malzemelere dürüstlük" vurgusu yapıyordu, yani "betonun beton gibi görünmesini sağla".
bu, betonun doğal renginde görünmesine, doğal olarak aşınmasına ve ahşap kalıbından yeni çıkmış gibi, işlenmemiş görünmesine izin vermek anlamına geliyordu. mimarlar bugüne kadar betonu yalnızca yük taşıyan yapılarda kullanmışlardı. le corbusier ise betonu görünür yüzeylerde de öne çıkardı.
kulağa hoş geliyor mu? bu fikrin tek bir küçük kusuru vardı. ham beton tek başına kullanıldığında soğukluk ve kayıtsızlık yayar, bir bakıma apartman versiyonu "günaydın" demeyen komşu gibidir. hava şartlarından dolayı berbat bir şekilde aşınır ve ucuz görünür. bu sebeple de o zamana kadar sadece askeri mühendisler ve köprü inşaatçıları, sadece faydacı nedenlerle, görünür yüzeylerde ham beton kullanmışlardı. ama brutalizm ile mimarlar aynısını yaptığında, ortaya çıkan sonuç en tartışmalı mimari tarz oldu denilebilir.
geçmişin süsleme, dekorasyon, pilaster ve benzeri dekoratif unsurlarıyla durum düzeltilebilirdi, ama bolca değindiğim gibi, ii. dünya savaşı'nın hemen ardından bu yönelme ihtiyaç listesinin dibinde yer almaktaydı.
bununla birlikte, çoğu brütalist binanın ciddi iç hava sorunları vardır. üzerine, mimariyi tamamlayacak şekilde kullanılan düz çatılar akdeniz iklimi haricinde soğuk iklimlerde korkunç izolasyon ve su sızıntılarına sebep olacaktı. bir de, bürt beton bu sebeple küf ve mantar yuvası haline dönüşecekti. her ne kadar modernizmin erken dönem bir eseri olsa da bu hikayenin en bilindik örneklerinden biri le corbusier'in bilindik eserlerinden biri olan villa savoye'ya ait. burada detaylı şekilde anlatmıştım: (bkz: villa savoye/@sesarium)
kısaca; ii. dünya savaşı olmasaydı, brütalist mimarinin yaygınlaşması pek olası değildi. brütalizmi popüler kılan şey estetikte ani bir değişim değildi; masküleritenin zaferi değildi; doğaya meydan okumak değildi; manzara üzerinde hakimiyet kurmakla hiç ilgili değildi.
evet, le corbusier gibi bazı mimarlar bu tür şeylere ilgi duymuş olabilir elbette, ama ii. dünya savaşı'ndan sonra avrupa'nın büyük bir kısmı yerle bir olmuştu. insanlar harabelerde ve moloz yığınlarında yaşıyordu.
bir şekilde, kısa zamanda tüm bir şehri yeniden inşa etmeniz kesinlikle gerekiyorsa ve ekonominiz de çökmüşse, bunu art deco veya viktorya tarzıyla yapmayacaksınızdır. basit, hızlı ve ucuz bir stile ihtiyacınız vardır.
beton ucuzdur. düz çizgiler ve süssüz yüzeyler hızlı ve kolay bir şekilde dökülebilir. ve bugün hala daha birçok brütalist bina ya yıkılmayı ya da ınstagram’da "çirkin ama cool" hashtag'leri ile paylaşılmayı beklemeye devam ediyor.
sevdiğim bir anekdot ile bitireyim:
"bir mimarla bir cerrahın ortak noktası nedir? ikisinin de hataları çiçeklerle örtülür."