BİLİM 11 Ağustos 2017
81b OKUNMA     1322 PAYLAŞIM

Birinin, Miras Aldığı Genetikten Bağımsız Olması Neden İmkansızdır?

Sözlük yazarı "inne iplik patana pam pis"; insan doğasının genlerle nasıl da çarpıcı derecede şekillendiğini, tabula rasa denilen davranışçı teoriyi ve insanın inanç eğilimlerini çok güzel anlatmış.
iStock.com


temellerini john locke'un attığı "tabula rasa", yani "boş levha" teorisi, köylüler, işçiler, köleler, ırkçılığa maruz kalanlar... yani ezilen insanlar tarafından uzun süre sahiplenilmiştir.

zira bu teori yanlış da olsa eşitliği de beraberinde getirmektedir. zira bir köylünün bebeğiyle bir kontun bebeği arasında fark olmadığı, aslında iki bebeğin de tamamen aynı potansiyele sahip olduğu, soylu ailenin bebeğinin "sadece ama sadece" ailesinden gelen maddi güç sayesinde (eğitime zenginlerin ulaştığı bir dönem) üstün özellikler kazandığı düşüncelerini de beraberinde getiren "tabula rasa" teorisinin, binlerce yıldır aşağılanan ve aptal oldukları düşünülen fakir halk kitleleri tarafından sevilmesi pek de şaşırtıcı değil.

John Locke

mendel'in henüz genetik biliminin temellerini bile atmadığı o dönemde, aristokrat olmayan herkesin "he ya! bizim çocuğun o çocuktan ne farkı var ki?" şeklinde düşünmesi kadar doğal ve normal bir şey olamaz sanırım. (yanlış anlaşılmasın; tabii ki çocukların potansiyelleri, ailelerinin aristokrat veya köylü olmasıyla ilgili değil ama çocuk beyni de tabula rasa değil.) tabula rasa teorisi genetik biliminde ilerleme kaydedilene kadar, psikoloji bilimine de yön vermiş, davranışçılığın doğmasına da yol açmıştır.

davranışçılığın kurucusu john b. watson "behaviorism" adlı eserinde tabula rasa teorisini şu şekilde pratiğe dökebileceğini ifade etmiştir:

"bana bir düzine sağlıklı ve iyi durumda bebek verin, elimde onların içinde büyüyecekleri ve benim belirlediğim bir dünya olsun; yeteneklerine, eğilimlerine, yatkınlıklarına, becerilerine, atalarının mesleğine veya ırkına bakmadan, aralarından gelişigüzel seçeceğim birine istediğim mesleği kazandırabileceğime size garanti veririm; onu doktor, avukat, sanatçı, tacir, evet hatta dilenci veya hırsız yapabilirim." yani uzun zaman boyunca genetikten bihaber olan psikologlar ve eğitim psikologları boş levha teorisinin etkisinde kalmışlardır. ancak dna'nın keşfi, insan genom haritasının çıkarılması, nörobilim'in gelişmesi ve başta nöroloji alanındaki tıbbi gelişmelerle işin rengi değişmeye başlamıştır.

John B. Watson

steven pinker'ın "boş sayfa. insan doğasının modern inkârı" kitabının konusu tamamen bu . noam chomsky de dil ve zihin kitabında dil konusu üzerinden bunu irdeliyor bildiğim kadarıyla (chomsky'nin bu kitabını henüz okumadım).

müsaadenizle steven pinker'ın "boş sayfa" kitabının 67-68. sayfalarından alıntıyı aktarayım, nereye varmak istediğim biraz daha açıklığa kavuşsun

"ikizler ve evlatlık alınan çocuklar, insanoğlunun zihnindeki farklılıkların genlerindeki farklardan kaynaklandığı yönünde güçlü ve dolaylı bulgular sağlayan doğal deneylerdir. bir süre önce genetikçiler, bu farklara sebep olabilecek genlerden bazılarını saptadı.

foxp2 adlı gende bulunan kararsız bir nükleotit, konuşma ve dilde kalıtsal bir hastalığa sebep oluyordur.

aynı kromozomdaki başka bir gen olan lim-kinase1, üç boyutlu kavrama yetisinin oluşmasına yardım eden ve büyüme nöronlarında bulunan bir protein üretir: bu gen silindiğinde, kişinin zekası normal olur, fakat parçalanmış bir nesneyi yeniden toplayamaz, parçaları düzenleyemez, şekilleri kopyalayamaz.

igfr2 geninin bir versiyonu, yüksek genel zekayla bağlantılıdır, 4 iq puanı kadar büyük bir etkisi vardır ve normal bireyler arasındaki zeka varyasyonlarının %2'sinden bu gen sorumludur.

d4dr dopamin reseptör geninin ortalama versiyonundan daha uzun bir haline sahipseniz, macera peşinde koşturan biri olma ihtimaliniz artar, yani uçaklardan atlayıp donmuş şelalelere tırmanan, tanımadığı kişilerle sevişen türde biri olabilirsiniz.

17. kromozomdaki serotonin transport genini durduran dna parçasının kısa bir versiyonuna sahipseniz, nevrotik, endişeli biri olma ihtimaliniz artar, birine hakaret edeceği veya kendini aptal yerine koyacağı korkusuyla sosyal ortamlarda pek öne çıkmayan biri olabilirsiniz." 

ayrıca ikizler konusu için bakınız


nereye varmak istediğimi çoktan anlamışsınızdır ama lafımı bitireyim; kısacası aristokrat bir ailenin bebeği ile köylü bir ailenin bebeği arasında, anne-babalarının sosyo-ekonomik statülerinden bağımsız olarak genetik farklılık var.

bu gen farklılıkları da davranışlarda büyük değişikliklere yol açabiliyor.

eğilimlerimizi genlerimiz belirliyor. tüm eğilimlerimizi genlerimizle miras alıyoruz. yani davranışsal olarak inanmaya meyilli olup olmamak genetik mirasımızın bir parçası. inanma eğilimi zeka, ılımlılık-isyankarlık, içe/dışa dönüklük, nevrotiklik gibi genlerimizle miras aldığımız diğer özelliklerimiz/eğilimlerimizle de doğrudan veya dolaylı olarak ilgili. bunların yanı sıra çevresel faktörlerin de etkisiyle -mesela alınan eğitim düzeyi/kalitesi, sosyoekonomik durum, bireyin yetiştiği ailenin sevgi dolu bir aile olup olmaması gibi faktörler- bireyin inanma/reddetme eğilimi belirginleşiyor.


genetik olarak inanma eğilimine sahip biri, dindar bir aile tarafından yetiştirilmişse ve/veya sosyoekonomik durumu kötüyse ve bu yüzden hayatı boyunca düşünmeye zaman bulamayacağı kadar çok çalışmak zorunda kalmışsa ve/veya kendisine söylenen herhangi bir şey üzerinde düşünebilecek kadar zeka gerektiren genetik mirastan yoksunsa vs. inanma eğilimi doğal olarak baskın hale gelecektir.

aynı zamanda teistlerin var olduğunu iddia ettikleri tanrının qualiası tanrı bilgisidir. bu yüzdendir ki tüm çocuklar ateist doğar. çünkü henüz o bilgiye haiz değillerdir. inanma eğilimi genlere bağlı ancak bilgi aktarımı çevresel/kültürel bir olay. haliyle tanrı bilgisinin aktarımı duracak olursa tanrı inancı diye bir şey kalmayacaktır. yani tanrı inancının yapısının iki bileşeni var; tanrı bilgisi ve inanma eğilimi. tabii ki tanrı bilgisinin aktarımını durdursak bile, yani şu andan itibaren doğan hiçbir çocuk hayatları boyunca tanrı fikri ile hiç karşılaşmasa bile, inanma eğilimleri devam edecektir.


hatta neden inanma eğilimini tanrı kavramıyla sınırlıyoruz ki? örneğin, inanma eğilimi yüksek bir genetik mirasa/kombinasyona sahip biri, muhtemelen kendisine söylenen herhangi bir yalana da daha kolay inanacaktır.

son olarak spekülatif bir düşünce olarak şunu da eklemek istiyorum

madem inanma eğilimi genlerimizle bu denli ilgili, inanma eğiliminin bir göstergesi olarak tanrı inancı insan türü için doğal seçilimin (daha doğrusu sosyal seçilmin) bir parçası haline gelecek olursa, inanan çiftlerin çocuklarında inanma eğilimi giderek belirginleşip sonraki jenerasyonlarda teist birey sayısı artabilir. veya tam tersi şartlarda ateist birey sayısı artabilir. genlerimizin bilişsel fonksiyonlarımız üzerindeki etkisi ayan beyan ortadayken çok da ütopik bir düşünce değil bu. (belki distopik olacak ama inanma eğiliminde olanlar veya tam aksine reddetme/sorgulama eğiliminde olanlar sosyal/cinsel seçilim sonucu avantaj elde ederek popülasyonu domine edip, diğer tarafın yok olmasına yol açabilir. ki belki de japonya'da veya iskandinav ülkelerinde yaşanan da budur. veya tam tersi olarak ortadoğuda yaşanan da budur.)

bu seçilim türünün yoruma açık bir örneği de var; abd'de yapılan araştırmalara göre akademisyenler yine akademisyenlerle evlenmeyi tercih ediyormuş ve evlenen bu çiftlerin çocuklarının iq ortalaması da haliyle yükseliyormuş. (kaynak: https://www.ted.com/…ur_kids_be_a_different_species )

abd'deki akademisyenlerin büyük çoğunluğunun ateist olduğunu da biliyoruz. haliyle bu evliliklerden doğan çocukların bu seçilimin sonucuna göre ateizme daha yatkın oldukları/olacakları söylenebilir sanırım. tabii ki bunu gözlemleyebilmek için kaç jenerasyon geçmesi veya nasıl bir bilgi havuzu oluşturulması lazım bilmiyorum.