FELSEFE 19 Haziran 2019
28,1b OKUNMA     662 PAYLAŞIM

Avrupa'daki Aydınlanma ve Akıl Çağı'nın Gerçek Kurucusu: İngiliz Filozof John Locke

Tabula rasa ve daha pek çok kritik düşüncesiyle aydınlanma yolunda önemli rol oynayan Locke'u (29 Ağustos 1632-28 Ekim 1704) tanımak, Batı medeniyetine dair kilit isimlerden birini tanımak demek.

Kimdir?

1632'de doğan ingiliz filozof, insan anlağı üstüne bir deneme adlı kitabında, insanın zihinsel bakımdan boş olarak dünyaya geldiğini söyler ve "üstünde hiçbir harf, hiçbir fikir olmayan beyaz bir kağıt" şeklinde örneklendirir. locke bu düşüncesiyle bir yandan psikolojinin temellerini atarken öte yandan da hristiyanlıktaki herkes günahkar doğar inancını yıkmaya uğraşır. kilisenin insanları ancak papazlar gibi kutsal olan krallar kurtarabilir propogandasına darbe indirerek toplumu özgürleştirmeye çalışır.

lord ashley'le tanışması ile hayatı değişmiştir

lord ashley, ileride başbakan olacak bir bürokrattır ve john locke'i bir doktor olarak yanına alır. bu sayede locke, whigs partisi tarafında (yani kraliyet karşıtı, parlemento yanlısı) politikaya girer. ashley, (earl of shaftesbury) güçten düşünce locke da hollanda'ya kaçar. zaten geliştirmekte olduğu özgürlükçü düşüncenin empirik bir gerçekliğini hollanda'da görür. eşit ve özgür insanların beraberliği. bunun üzerine ingiltere'ye döner. william'ın tahtı alması ve ii. james'in düşürülmesi için yapılan devrimin entellektüel arkaplanını çizer. mutlak özgürlükle ceza arasındaki farkı belirtir. ii. james kansız devrim sonrasında tahta geçince, haklar ilanı'nın (bills of rights) oluşturulmasında ve ii. james'e imzalatılmasında önemli rol oynar. düşüncelerini, yaşadığı hayattan okumak mümkündür. descartes'ın doğuştan gelen düşünce (innate idea) fikrini kabul etmez, yerine empirik bir planla geliştirilen akıl ve mantık yöntemini belirtir. bugün ingiltere ve abd demokrasisinin kurucusu olarak adlandırılabilir. locke'in birçok kanunu aynen abd anayasasında kelimesi kelimesine yerini almıştır. özellikle "özel mülk" üzerine düşünceleri çok abd açısından çok önemli bir dayanak noktası olmuştur.

oluşturduğu düşünce sisteminin başlangıç noktasında kendisinin bir burjuva olmasının rolü büyüktür

mülkiyet kavramı, hobbes'tan farklı olarak locke'ın düşünce dünyasında önemli bir yere sahiptir. locke'un mülkiyetle kastettiği salt sahip olunanlar değil aynı zamanda insanın bir şeye emek vermesini sağlayan vücududur da. kendisinden yıllar sonra marx ve ricardo tarafından geliştirilecek emek-değer kuramına çok yakın şeyler söylemiştir locke. insanın emek verdiği nesne üzerinde mülkiyet hakkı olduğunu savunmuştur. bu mülkiyet hakkı ki, devletin olmadığı doğa durumunda da var olagelmiştir. çünkü hobbes'tan farklı olarak, locke'a göre doğa durumunda insanlar, daha pasif, daha "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncı"dır. çünkü rasyonel bir varlık olan insan bilir ki başkalarına zarar vermek kendisine eninde sonunda zarar olarak geri dönecektir. o yüzden hobbes'taki gibi kanın gövdeyi götüreceğinden korkmaz. ama hiç sorun çıkmayacağını da söylemez. zaten öyle olsaydı devlete ne gerek kalırdı?

locke'a göre devletin varlık sebebi, işbu bireyler arasında oluşabilecek sorunları çözebilmek, onların kendi meselelerini kendi adalet anlayışlarıyla çözmelerini engellemek, onların hobbes'taki gibi bir savaş durumuna gelmekten alıkoymaktır. bu devlet pek tabii ki insanların bir araya gelip haklarını devretmek suretiyle oluşur ama locke'taki sözleşme çift katmanlıdır. ilk ve ana katmanda insanların arasındaki antlaşma vardır. bu antlaşma bozulamaz, insanlar haklarını bir kez devrettikleri için geri dönüş yoktur. ikinci katmandaysa-ki bu katman siyasal antlaşmanın olduğu katmandır- yasama gücünün nasıl ve kim tarafından yürütüleceği belirlenir. siyasal antlaşma kısmı bozulabilir, değiştirilebilir; eğer yürütme gücünü elinde bulunduran hükümdar/hükümet, bireylerin özgürlüklerine, mülkiyet ve yaşam haklarına aykırı davranıyor, yasaları kaale almıyorsa bireylerin onu devirmeye hakları vardır. locke'a göre, egemenin mutlak gücü olmamalıdır; çünkü ceberrut bir güç altında insanlar, doğa durumundan daha az özgürlük ve hak sahibi olurlar. zaten locke'a göre hobbes'un leviathan'ı, "insanların kendilerini tilkilere karşı savunduğu, fakat arslanlar tarafından tutulmaktan memnuniyet duydukları ve bu sebeple de kendilerini güvende hissettikleri bir sistemdir."

locke için diğer önemli bir nokta kuvvetler ayrılığı ilkesidir. ona göre yasama ve yürütme erkini ellerinde tutanlar farklı kişiler olmalıdır. çünkü yasama erkini tutanın yürütme erkine de sahip olması, keyfe göre yasalar çıkarılmasına ya da yasaların keyfince uygulanmasına sebebiyet verir ki bu durum yine bireylerin temel hak ve özgürlüklerini tehdit eder.

felsefe tarihi, belli başlı filozofların bir tartışmasıysa eğer, bana en ilginç gelen tartışma, bilgi üzerine olan tartışmalardır

bu yüzden bence bir insana eğer felsefeyi sevdirmek istiyorsanız ona öncelikle a priori olarak bilgi meselesini anlatmak gerekir...

A priori: Felsefede, "deneyden önce olan".

filozoflar, bilginin nasıl elde edildiği konusunda, milattan önceden beri ikiye ayrılmışlardır. bazı filozoflar bilginin elde edilmesinde gözlem ve deneyi öne çıkarırken, bazıları önceliği zihne vermişler. birinci gruptakiler ampirist, ikinciler rasyonalisttir. ampirizmi savunanlara göre insan, sahip olduğu bütün bilgiyi duyu organları aracılığıyla edinir. bunlara göre insan zihninde doğuştan herhangi bir bilgi bulunamaz. rasyonalistlere göre ise insan, duyu organları ile bütün bilgilere ulaşamaz.

mesela sofistlerden başlayalım. onlar için bilgi aslında bir nevi halisünasyondur. işe yarayıp yaramaması önemlidir. sonra platon'a geçelim. o, bilgiyi ikiye ayırır: akıl bilgisi (noesis) ve duyu bilgisi (doxa). ilkinden idealara ulaşırız, ikincisinden duyularla algılanabilen şeylerin bilgisine. aslında platon "iyi" kavramının dayanacağı bilgiye ulaşmak amacındadır. mesela aristo... o da bilimsel bilginin ne olduğunu araştırmış, sonunda mantığa ulaşmıştır. mesela septikler, bilginin insanı mutlu edip edemeyeceği konusunda düşünmüşler ve sonunda epokhe'ye varmışlar. mesela descartes, onun için bilginin başlangıcı düşünmektir. filozofların filozofu leibniz de bilgi konusundaki tartışmalara katılmış, aklın bilgilerini a priori olarak görüp, doğruluklarının zorunlu olduğunu karşıtlarını savunmanınsa çelişki olduğunu belirtmiştir.

işte john locke da, felsefe tarihine yani "bilgi tartışması"na; insan bilgisinin kaynağı, kesinliği ve sınırları üzerine bir araştırma olan insan anlığı üzerine bir deneme ismindeki kitabıyla katılmıştır. locke'a göre insan ruhunun içinde bulunanlar da dahil, bütün düşüncelerin bütün bilgilerin kaynağı deneydir. bu yüzden de bilginin kesinliği diye bir şey söz konusu olamaz. bizim nesnelerde bulunuyor diye varsaydığımız nitelikler, aslında duyumlarımızın işlenmiş halinden başka bişey değildir. büyüklük, sayı, biçim gibi bilgiler kesin olmasa da gerçeğe biraz yakındırlar ama koku, renk, tat gibi bilgiler özneldirler. anlaşılacağı gibi aslında locke'un bilgi konusundaki görüşleri, bir ilk özelliği taşımaz ama locke görüşlerini tutarlı ve sistematik bir biçimde ortaya koymuştur.

locke, bahsedilen kitabında amacının insan zihninin yapısını ve işleyişini çözümleyerek, nesneleri bilip bilemeyeceğimizi araştırmak ve bilgimizin sınırlarını saptanmak olduğunu söyler. sonuçta bilgi konusunda zihnimizin boş bir levha (bkz: tabula rasa) olduğu sonucuna varır. zihin önce gözlem/deney yapar, bilgiyi adlandırır sonra bunları sınıflara ayırır, ardından mantıkla bu bilgileri işler.

locke "eğer matematik ya da mantık doğuştan varsa, neden çocuklar dış dünya ile bağlarını kopardığımızda bunlara ulaşamıyorlar...", "neden bir çocuğun zihinsel açıdan da gelişmesi için dış dünya ile bağlarının olması, bir şeyler görüp, duyup, koklayıp tatması gerekiyor?" gibi sorularla rasyonalistleri köşeye sıkıştırmıştır. locke'ın bu sorularına ve genel anlamda bilginin edinilmesi fikrine leibniz'in cevapları da en az locke kadar ilgi çekicidir ki bunları anlatmak için kendi başına bir leibniz yazısı yazmak gerekir...

bilgi sorunu deyip geçmemek gerekir, bilginin nasıl elde edildiği konusundaki görüşü esasında insanın tanrı'ya olan bakışını da değiştirebilmektedir. bilginin doğuştan gelmediğine, kesinlikle deney sonucu oluştuğuna inanmak materyalizme yakınlaşmak demektir ve sonunda da tanrı fikrinin insan beyninin ürünü olduğuna varılabilir amma lakin ki öyle değildir, locke bir deisttir.

bilgi konusunu eşeledikten sonra bir de siyasi yönüne değinelim... john locke, felsefe tarihinin yanında siyaset dünyasında da önemli bir yer elde etmiştir. insan özgürlüğüne verdiği önem ve bu özgürlükleri kısıtlayan kurumlara karşı düşünceleriyle, bu kurumların meşruluklarını sorgulamaya açmıştır. yaşadığı dönemlerde krallıklar, adem peygamberin tanrıdan aldığı gücü devam ettiren bir yapı olarak görülürdü ve bu onların hakkıydı. locke, bu krallıkların yanı yönetimin ortaya çıkışını farklı bir açıdan değerlendirerek bu hakkın sorgulanmasını sağladı.

ona göre siyasal güç: mülkiyet alanını düzenlemek ve korumak için ölüm cezası veya daha az şiddetli cezalar koymak, bu yasaları uygulamak ve yabancıların vereceği zararlardan devleti korumak için yasa yapmak hakkıdır. locke, bu gücün ortaya çıkışını doğal durumdan kalkarak açıklar. doğal durumda insan tamamıyla özgür durumdadır. bütün insanlar eşit ve özgür oldukları için, başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ve malına zarar vermemesi gerektiğini öğrenir. herkes birbirinin hakkına saygı gösterir. doğa durumunda, bir hakkı ihlal edilen kişi, bunun için cezalandırma hakkına sahiptir. herkesin ihlal yapan kişiyi cezalandırma ve doğa yasasını uygulama hakkı vardır ama bu cezalandırma hakkı, öç alma, kendisinin veya yakınlarının lehine karar verme gibi insani zaaflar yüzünden mantıklı olmadığı için karışıklık ve düzensizliği doğurabilir. onlara yardım edecek-uzlaştıracak ortak bir üst olmadan, birisinin bir başkasının kişiliği üzerinde bir baskı oluşturması savaş durumudur ve doğa durumunu terk etmek, bir nevi savaş durumunun sonucudur. işte bu da, insanların siyasal toplumu kurmalarına sebep oluşturmuştur... peki bunun bizim için önemi nedir? önemi: eğer ki bu siyasi güç bahsedilen nedenle doğmuşsa, bu gücün bir sınırları da vardır ve insanlar tarafından belirlenmelidir düşüncesini getirmesidir.

o’na göre devlet, insanların sadece kendi sivil çıkarlarını tedarik etmek, korumak ve geliştirmek için oluşturduğu bir insan toplumudur. bu sivil çıkarlar; yaşam, özgürlük, sağlık ve para, arazi, ev, eşya gibi mülkiyetlerdir. bu yüzden locke, liberal sistemin de önderlerindendir ve bir liboştur. bilgi konusunda locke'in karşısında leibniz yer alırken, siyasi konulardaki karşılığı hobbes'tur.

yazımızın sonuna gelirken bir locke sözü verelim: "hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi ön yargılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. dolayısıyla, gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsinizdir."

ama madem ki ben bir leibnizciyim, onun sözüyle bitirelim de nispet olsun: "tahmin ediyorum ki, becerikli yazarımız insanların önyargılarını kaybetmemek ve onlar hakkında tartışmaya girmekten kaçındıkları zaman bunların tabi fikirler olduğu maskesi altında saklanmalarından dolayı doğuştan fikirler doktrinine düşman olmuştur"

fakat görünüşe göre yazarımız, amacı ne kadar övgüye değerde olsa, konuyu çok farklı bir yöne götürmüştür. bana öyle geliyor ki, yazarımız kaynağı akıl olan gerekli bilgilerle, duyu deneyimleriyle, hatta bizimle beraber oluşan, elle tutulabilen gerçekleri yeterli derecede birbirlerinden ayırt edememiştir.

öyle...

Hayata Farklı Bir Açıdan Bakmayı Sağlayan Klasik John Locke Görüşü: Tabula Rasa