SPOR 1 Ağustos 2018
76,7b OKUNMA     889 PAYLAŞIM

Ata Sporumuz Geleneksel Okçulukla İlgili Merak Edilen Her Şey

Geleneksel okçuluğa merak saldıysanız, bu ata sporunun tarihsel gelişimini ve nasıl icra edildiğini öğrenmek istiyorsanız birazdan okuyacağınız içerik sizin için çok faydalı olacaktır.
iStock

geleneksel okçulukta kullanılan ekipmanlar

kompozit yay: 'kompozit' kelimesinden anlaşılacağı üzere bu yay çeşidi, farklı malzemelerden oluşan ve bu farklı malzemelerin birleştirilmesiyle yayın gerildiği anda müthiş enerji depolayarak oku kuvvetli bir şekilde fırlatmaya yarayan yay çeşididir. kompozit yaylar, genel olarak 4 ana maddeden oluşur: tendon (sinir), ağaç, boynuz ve balık tutkalı. kompozit yayın temel malzemesi ağaçtır. yay kurulu iken, size bakan iç kısmının alt ve üst bölümlerinde, yani kabzayı tuttuğunuz kısmın altında ve üstünde boynuz ile tendon bulunur. bu boynuz ve tendon tamamen yaya güç katması açısından kullanılmıştır. bunların yapıştırılması için de mersin balığının hava kesesinden çıkarılan %100 doğal bir yapıştırıcı kullanılmıştır. bu kadar sert malzemelerden oluşan bir yayı da sanırım ancak böyle bir buluş yapıştırabilirdi. şimdi mersin balığının hava kesesinde oluşan bu doğal yapıştırıcıyı atalar o dönemde nasıl keşfetmiş? bunu bana sormayın, ben de bilmiyorum. ayrıca belirtmekte fayda var ki sadece mersin balığı değil, diğer belli başlı balık türlerinde de böyle bir doğal oluşum söz konusu. ancak en tesirlisi mersin balığıdır. şimdi genel malzemeler bu yönde, arzu ederseniz diğer konulara geçeyim. burayı çok uzatmak istemiyorum, yeri geldiğinde zaten hepsini açarız tek tek. kurulu bir yay - 2. beyazıd'ın kullandığı kurulu olmayan yaylar - yay kurulumu, terse bükerek dikkat ederseniz

lamine yay: bu yay çeşidi, yekpare olarak sadece ağaçtan üretilir. kompozit yaya kıyasla daha dayanaksız ve bu sebeple daha kısa ömürlü olur. ayrıca kompozit yay gibi de müthiş bir enerji depolayamaz gerildiğinde.

şimdi aslında yay deyince geleneksel türk yayını bir de tatar yayı ile, nam-ı diğer arbalet ile kıyaslayan insanlar var. o yüzden çok kısaca arbalete de değinelim.

tatar yayı: bu yay, çin'den osmanlı toprakları himayesi altında bulunan kırım hanlığına girmiş, oradaki tatarlar tarafından çok yaygın bir şekilde kullanılarak anadolu coğrafyasında da kullanılmaya başlanmıştır. bu yüzden ismini tatarlardan almıştır. tatar yayından kısaca bahsedecek olursak; menzili çok kısa (bildiğim kadarıyla 70 ila 100 metre arasında ortalama menzili var) fakat ağır zırhları delmesi açısından muazzam bir kurmalı yay çeşididir. tetik mekanizması, nişan alarak vurulması, tutuşu vesaire bakımından bu yay çeşidine ilkel tüfek desek yanlış olmaz. bu yaylar tamamen savunma amaçlı sur üstünde, karşıdan taarruza geçen düşman askerleri için kullanılmıştır. tatar yayı ile kompozit bir yayı kıyaslamak yanlış olur, zira ikisinin yapımı ve kullanım alanı çok çok farklıdır. şimdi kısaca diğer kullanılan ekipmanlara geçelim...

tirkeş: okları koymak için kullanılan bir kılıf. burda şöyle bir kartal motifli çok güzel tirkeş görüyoruz. -ekleme- türk yapımı bannerlord'a ait bir ekran görüntüsü: burada çok çeşitli tirkeş ve oklar görüyoruz gerçekten muazzam duruyor. bu oyunda da 3 parmak ve baş parmak çekişinin farkını net bir şekilde görebilsek keşke.
sadak: bu da yayın daha rahat taşınabilmesi için kullanılan yay kılıfı. şöyle bir kılıf.
zihgir: türk okçuluğunda olmazsa olmaz küçük bir aparattır, işlevi çok büyüktür. baş parmağa takılır ve yayın baş parmak ile rahatça çekilmesini sağlar, okçu yüzüğüdür. şimdi bunun okçuya sağladığı mühim avantajları yazımızın ilerleyen yerlerinde belirteceğiz.

kullanılan temel ekipmanlar bunlar

geriye bir de ok kalıyor, ona çok fazla değinmeyi pek gerek görmüyorum. oku bilmeyen var mı? yoktur heralde. okların yapımı da yine ağaçtan oluyordu tahmin edersiniz ki, temren dediğimiz ok uçları çok değişkenlik gösteriyordu. bu uçlar genel hatlarıyla savaş ucu ve talim ucu olmak üzere 2'ye ayrılır. talim temrenleri bellidir, değişkenlik göstermez. savaş temrenleri ise çok çeşitlilik gösterir. işte vücuda saplandığında çok zor çıkan, çıkarken vücuttan parça alıp götüren, yahut yine vücuda saplandığında çok minicik parçalara ayrılan ve zamanla büyük enfeksiyon riski oluşturan farklı temren çeşitleri vardır. bu temrenler düşmanın giydiği zırhlara bağlı olarak dönemin şartlarında hep değişkenlik göstermiş, farklı farklı temrenler kullanılmıştır.

şimdi belli başlı tanımları kafamıza yerleştirdikten sonra bu işin biraz tarihsel sürecine değinelim

yayın bulunması ve kullanılması çok eski çağlara dayanır, fakat kesin net bir tarih belli değildir. tarihçiler ilk yayın keşfedilip kullanılmaya başlandığı zamanı 15 bin ila 50 bin yıl öncesinde arar. net olarak söyleyebiliriz ki yay, en az 15 bin yıllık bir savaş silahıdır. yay farklı insan toplulukları arasında keşfedilmiş, ancak bu yayın kompozit bir hal almasını sağlayan ve bu doğrultuda müthiş geliştiren topluluk türkler olmuştur. gerek orta asya türklerinde, gerek selçuklular'da ve gerekse osmanlı'da kompozit yay gelişimini çok olumlu yönde sürdürmüş ve osmanlı'nın 16. yüzyılında son aşamasına ulaşmıştır.

türklerin ulu başbuğu olan tanrıkut mete tarafından milattan önce 3. yüzyılda kuvvetli menzil yayları üretilmiş ve bu yaylar sayesinde mete'nin özel olarak eğittiği ordusu çok uzak mesafelere ok atabilmiştir. eğitimin daha tesirli olması açısından yine tanrıkut mete çavuş oku dediğimiz ıslıklı oku keşfetmiştir. bu ok çeşidi, temrene açılan özel delikler sayesinde havada iken aldığı rüzgardan dolayı yere düşene kadar hafif uğultu şeklinde bir ıslık çalar. mete askerlerini eğitirken ve yine cenk zamanında da düşmanlarını ürkütmek için bu oku keşfetmiş ve kullanmıştır. 10 bin atlı okçunun bu oku attığını düşünün, dehşet verici bir sesle irkilmemek sanırım imkansızdır. çavuş okuyla ilgili şöyle güzel bir video var, nasıl ses çıkardığını duyabilmek için izlemenizi öneririm.

türklerin kullandıkları yaylar tarihsel süreçte hep gelişim göstermiştir dedik. bu gelişimlerden bir tanesi de yayın gittikçe kısalmasıdır. bilhassa osmanlı döneminde yay iyice küçük bir form almıştır. yayın küçücük olması demek, at sırtında iken sizin sağa-sola ve geriye dönerek rahat atış yapabilmenizi sağlıyor demektir. şimdi herkes bilir, ingilizlerin meşhur longbow'u 2 metreye kadar çıkar, hatta 2 metreyi bile geçen yaylar üretilmiştir. onlarda kompozit yay olmadığı için yekpare olarak sadece ağaçtan yay üretmişler, yayın güçlü olması için de boyutu hep arttırmak zorunda kalmışlardır. şimdi siz 2 metreye varan uzun bir yayı at sırtında kullanabilir misiniz? at sırtını geçin, yerdeyken bile rahat kullanılmaz o. işte kompozit yayın, avrupa'da kullanılan yekpare yaylara göre temel farkı esas tam burada ortaya çıkıyor. kompozit yaylar hem çok kısa, hem de çok güçlü oluyordu. bu yüzden avrupalı milletler yayı at sırtında kullanamadıkları için sadece yerde kullanmıştır. biz ise hem at sırtında, hem yerde rahatça kullandık. bir ingiliz okçu, tirkeşinde 12-14 adet ok taşırken; bir sipahi en az 60 ok taşıyordu. baş parmak çekişininin verdiği avantaj sayesinde çok seri bir şekilde ok atabilen sipahi, sadak ve tirkeşinden tutun, çizmesine kadar her yeri okla dolduruyor, oklarını çok çabuk kullanıyordu. ki bu ok sayısı 150'ye kadar çıkabiliyordu, 60'la sınırlı kalmıyordu yani.

avrupa'da sadece yer okçuluğu vardı, 2 düşman ordu birbirlerine taarruz edene kadar, göğüs göğüse gelene kadar o 12-14 adet oku kullanıyorlar, akabinde kılıçları çekiyorlardı. bizde dediğim gibi böyle bir şey yok, biz hem hücuma kalkarken, hem geri çekilirken ''gagalama'' yöntemi dediğimiz savaş sanatını icra ettik. meşhur turan taktiğinin en önemli çalışma metodu aslında türk okçuluğundan dolayı gerçekleşmiştir. düşmana hücum ederken onu ok yağmuruna tutuyorsunuz, geri çekilme taktiği uygularken de arkanıza dönerek çok seri ve şaşmaz ok atıyorsunuz, böylece düşman neye uğradığını şaşırıyor. turan taktiği ile bizim türk okçuluğu birleşince, ortaya muazzam bir güç gösterisi çıkmış oluyor. binaenaleyh, okçuluk tarihini araştıran ve okçuluk konusunda az çok fikri olan birçok tarihçi ''bu çok kullanışlı yaylar olmasaydı, türkler yüzyıllar boyunca avrupa karşısında bu kadar ilerleyemez, bu kadar varlık gösteremezdi'' der. ki çok da doğru bir ifadedir, gerçekten hem bu yaylardan dolayı, hem de o yayı at sırtında ustaca kullanmaktan dolayı türkler çoğu savaştan galip çıkmıştır.

çok eski çin kaynaklarında, bir çinli prensin şu ifadeleri kayda geçmiştir: ''türkleri yenmemiz mümkün değil, zira bu adamlar kaçarken de savaşıyor...'' işte az önce bahsettiğim geri çekilme manevrasında arkaya bakarak ok atma taktiğinden muzdarip bir prens bu ifadelere yer vermiş.

şimdi ben arzu ederseniz 3 parmak - baş parmak çekişi arasındaki bariz farka geleyim. zira yerde koşarken de, at sırtında hafif zıplarken de okun sabit kalmasını sağlayan ve ''mandallama'' yöntemi de dediğimiz zihgirin kullanımına tam bu aşamada değinmek gerekiyor. ama ondan önce biraz 3 parmak çekişinden bahsedeceğim.

avrupalılar, oku her daim soldan gezleyerek ve kirişi (kiriş dediğim yayın ipi) 2, yahut 3 parmakla çekmek suretiyle ok atmışlardır. bu 2 ve ya 3 parmak da sırasıyla işaret, orta ve yüzük parmağı oluyor. işte bu kişiden kişiye farklılık gösterebilir biraz, kimi sadece işaret ve orta parmağını kullanır; kimi de işaret, orta ve yüzük parmağını. ben zihgir almadan önce 3 parmağımla ok atıyordum. bu atışta, oka temas edilmez. gerçi zihgirde de temas edilmiyor ama ona geleceğim birazdan. işaret parmağı okun üstünde yer alır, orta ve yüzük parmaklar okun altında yer alır ve siz oku her daim soldan gezlemek zorunda kalırsınız. çünkü bu bir fizik kuralıdır, okun arkasında bulunan yelek kısmı, okun sağdan mı, soldan mı gezlenip atılacağına uygun olarak tasarlanmıştır. yani bunu burdan tarif etmem biraz güç, görmeniz gerek. siz oku soldan gezleyerek ve 3 parmak ile attığınız için zihgir gibi mandallayamazsınız onu ve hareket ettiğinizde, zıpladığınızda ok yayın üstünde durmaz, sallanır, hatta düşer. şimdi baş parmak çekişi ile 3 parmak çekişi arasındaki 1. temel fark bu. avrupalılar bu yüzden hep savunma amaçlı yerdeyken düşman taaruzu sırasında yay kullanmışlardır. şu görselde 3 parmağı korumak için giyilen küçük bir eldiven görüyoruz. zihgir ile baş parmak çekişinde ise ok her daim yayın sağından gezlenir ve işaret ile baş parmak kitlenerek okun yay üstünde sabit bir şekilde kalması sağlanır. işte biz buna mandal, yahut mandallama yöntemi diyoruz. kafanıza yerleşmesi açısından şu görsele muhakkak bakınız. şimdi bu atış sayesinde okun, 3 parmak çekişine göre daha hızlı gittiği kanıtlanmıştır. bu da basit bi fizik kuralıdır zaten, kirişin 3 parmaktan mı, yoksa tek parmaktan mı kurtulması sizce daha kolay olur? elbette tek parmaktan, yani baş parmaktan kurtulması daha kolay olur ve ok bu sayede daha hızlı gider. buna ek olarak, esas avantaj sağlayan bir diğer mesele de okları avuç içinde toplayarak seri bir şekilde ok gezleyip atmaktır. şimdi o son attığım görsele iyi bakın; orta, yüzük ve serçe parmağı boş kalıyor, yani onlarla bir işimiz yok. tıpkı o görseldeki gibi elinizi karşıya doğru bakan hafif yumruk şeklinde yaptığınızda ve işaret ile baş parmakları kitlediğinizde, elinizin diğer parmakları ve avuç içi boş kalıyor. bu sayede o avuç kısmında 4-5 ok tutarak çok seri atış yapabilme imkanına kavuşuyorsunuz. yani yayın üstünde zaten 1 ok var diyelim fırlatılmak için bekleyen. + bir de avucunuzun içinde tuttuğunuz 5 ok daha var, toplam 6 ok eder. siz bu 6 oku saniyeler içinde fırlatabilirsiniz... iyi bir sipahinin 10 saniye içinde 3 ok attığı kayıtlara geçmiştir. yine bu atış tekniği sayesinde iyi bir sipahi dakikada ortalama 20, hatta 25 ok atabiliyordu. işte zihgir ile baş parmak çekişine dayalı bu mandallama sistemi türklere büyük bir avantaj kazandırmıştır. avrupalılar hiçbir zaman bu yöntemi kullanamadılar.

selçuklu döneminde basılan bir sikke üzerinde atlı okçu resmi dikkati çeker. şu görselde görüldüğü gibi tam anlatmaya çalıştığım şey resmedilmiş. okçunun ok atarken aynı anda avuç içinde tuttuğu birden fazla oku görüyorsunuz değil mi? işte efsanevi türk atış hızı bu temel metoda dayanır. siz bu atış yöntemi sayesinde tirkeşinize uzanmak zorunda kalmadan, oku elinizden besleyerek seri atış yapma imkanı buluyorsunuz.

biraz daha tarihi ilerletelim. fatih'in şu meşhur gül koklayan resmini herkes bilir değil mi? bilir ama çok yüzeysel bakarız bu görsele. şimdi daha iyi fark edenler olacaktır, dikkat buyurursanız fatih'in baş parmağında ters duran bir zihgir var. zihgirler parmaktan pek çıkartılmaz, savaş zamanı ok çekmeye müsait olacak şekilde zihgir aşağı bakar, barış zamanında da fatih'in parmağında görüldüğü gibi terse çevrilerek size doğru bakar. fatih bu resimde; elinde hem gül tutarak ve koklayarak ''ben sanatkarım, entellektüelim, barışçıyım, ince ruhluyum'' diyor, hem de baş parmağındaki zihgir ile de ''ince ruhlu olduğum kadar savaşçıyım da'' mesajı vermek istiyor. işte biz bu zihgiri bilmediğimiz için orada vermek istediği mesajı anlayamıyor ve resme çok dar bakıp ''gül koklamış işte'' deyip geçiyoruz. halbuki ne kadar güzel bir resim değil mi? sultan mehmet bu resimde kendisini özetlemiş adeta. görmek isteyene, görebilene çok şey anlatmış.

neyse. artık bu 3 parmak ve baş parmak çekişini daha fazla uzatmayayım, zira değinilecek çok konu var. yalnız son olarak eklemek istediğim bir husus daha var 3 parmak çekişiyle ilgili. onu da çok kısa yazıp bitireyim. günümüzde işaret ve orta parmaklarımızı havaya kaldırarak zafer işareti yapıyoruz ya, işte bu işaretin kökeni ingiliz-fransız yüzyıl savaşlarına dayanır. fransızlar, esir aldıkları ingiliz okçularına yönelik bu zafer işaretini yaparak ''kirişi çeken en az 2 parmağı kesin'' der ve şayet bu okçular serbest kalırsa, bir daha ok atamazlar.

şimdi tarihten biraz ok yaralanmalarına bakalım

aslında siz vücudunuza ok yediğiniz zaman hemen ölmezsiniz, okun öyle bir özelliği yok. oku yediğiniz yerde çok kan kaybetmiş, yahut oku çıkardıktan sonra çok büyük bir enfeksiyon kapmış olabilirsiniz. tarihe baktığımızda bilhassa batı dünyası bu ok yaralanmaları karşısında çok ilkel yöntemler kullanmıştır, bunlardan en önemlisi ''dağlama yöntemi.'' ok, insan vücuduna girdiği zaman, hekimler oku vücuda en az zarar verecek şekilde çıkartmaya çalışmışlar ve çıkardıktan sonra da o bölgede oluşan enfeksiyon riskini kapatmak için seferber olmuşlardır. yazının başında oktan bahsederken dedim ya, çok farklı savaş temrenleri kullanıldı diye. işte adama mesela ok giriyor, oku çıkartırlarken vücudundan koca bir parça da sökülüyor. acı içinde kıvranan adama ne yapabilirsiniz? çoğu zaman en basit yöntemle keskin ve ateşte bekletilen kızgın bir bıçağı alıp adamın o vurulan bölgesini dağlayarak tedavi etmeye çalıştılar.

günümüzde elimize ulaşan en eski ok yaralanması vakası, erken bronz çağında yaşamış ''buz adam ötzi''ye aittir. ötzi, 1991 yılında, ötztal alplerinde 2 alman turist tarafından tesadüfen bulunmuştur. yapılan bilgisayarlı tomografi çalışması sonucunda ötzi'nin omzuna aldığı bir ok darbesi ile hayatını kaybettiği tespit edilmiştir. ölümü, ok yaralanmasıyla gerçekleşmiş en eski mumya olduğu için ötzi önemli bir arkeolojik keşiftir. ötzi bulunduğunda yanında bir adet tirkeş ve içinde sadece 3-4 tanesinin kullanılabildiği toplam 14 tane ok bulunmuştur. diğer okların yapım aşamasında eksik olduğu görülmüştür. bunların yanında bir de tabi ki aşağı yukarı 1.80 metre civarında uzun bir yayı vardır. yapılan tıbbi araştırmalar ötzi'nin ok yarasından oluşan enfeksiyondan değil, okun önemli damarlara isabet ederek çok çabuk kan kaybetmesinden dolayı öldüğünü ortaya koyar.

ötzi gibi dünyanın çeşitli yerlerinde ok darbesi alıp da kurtarılamayan, tedavi edilemeyen yüz binlerce insan olduğu muhakkaktır. bir kez daha anlaşılıyor ki batı dünyası o dönemde ok yaralarını tedavi etme konusunda maalesef yetersiz kalmıştır. ortaçağda cerrahlık, insan anatomisinin yeteri kadar bilinmemesi ve anestezinin de keşfedilmemesiyle birlikte çok ilkel yöntemlerle ve acımazsızca, bilgisizce yapılan bir meslekti.

batı dünyası bu ilkel yöntemlerin yanında bir de çok sığ bir bakış açısıyla bu ok yaralanmalarının tanrı tarafından ceza olarak verildiğine, tedavisinin de yine tanrı tarafından sağlanacağına inanıyorlardı. bu bağnazlık ve yobazlık takdir edersiniz ki 16. yüzyıl rönesans-reform hareketlerine kadar sürmüştür. o döneme kadar islam dünyası tıpta hem çok daha gelişmiş, hem de bu sığ düşüncelerden kendini arındırmıştı.

örneğin 1215 yılında, papa 8. boniface'in zaten katolik inancına ters düşen insan kadavraları üzerinde çalışılma fikrine karşı çıkması sonucunda hekimlerin ameliyat yapmalarına resmi yasak konuldu. bu yasak neticesinde avrupa halkı çok zor duruma düşmüş, zaten gerilemekte olan tıp bilimi batı'da iyice yerle yeksan edilmiştir.

avrupa'da tarihe geçmiş en önemli ok yaralarından biri de, 15. yüzyıl başlarında ingiltere kralı 5. henry'nin yüzüne aldığı ok yarasıdır. 1403 yılında, bir ayaklanma sırasında burnunun sol tarafından ok yiyen henry çok zor şartlar altında ameliyat edilmiş ve güçlükle kurtarılmıştır. tarihi kaynaklara göre okun evvela gövdesi çıkarılmış, fakat okun ucu 15 cm kadar kafatasının içinde gömülü kalmıştır. kral henry'nin bu yaralanmadan kurtulmuş olduğunu, 1415 yılında agincourt savaşına katılmasından anlıyoruz.

tarihi kayıtlara göre 5. henry, john bradmore adında bir hekim tarafından cerrahi müdahaleyle kurtarılmıştır. bu müdahalede bradmore, diokles kaşığına benzer bir aletle ok ucunu çıkarmış, yarayı beyaz şarap ve gül yağı ile dezenfekte etmiş, cerrahi girişim sonrasındaki yara bakımını da; ekmek, arpa, bal ve terebentin yağıyla pansuman yaparak tamamlamıştır. shrewsbury müzesinde 5. henry'nin yüzüne aldığı ok yarasının gösterildiği vitrin

sonuç olarak tarihteki ok yaralanmaları, dönem itibariyle en ciddi ve en tehlikeli yaralanma çeşididir. ok yaralarını kapatmak için hekimler çok kafa patlatmış, binlerce yıl bu yaraları tedavi etmek için çok uğraşmışlardır.

şimdi tarihteki ok yaralanmlarına da kısaca bu şekilde değindikten sonra müsade ederseniz ben menzil okçuluğuna geçeyim

son 1-2 konu kaldı, bunları da yazdıktan sonra bu uzun yazıyı tamamlayacağım. o yüzden sizi çok sıkmadan, çok ince ayrıntıya girmeden anlattım, anlatmaya çalışıyorum.

menzil okçuluğunda amaç, oku en uzağa fırlatmaktır. tarihi kayıtlara geçen bu disiplinde rekor 17. yüzyılda yaşamış olan tozkoparan iskender isimli oldukça güçlü bir kemankeşe aittir. bu kemankeş, okunu tam 847 metre atarak, bugün bile kırılamayan ve sanırım hiç kırılamayacak bir dünya rekoruna imza atmıştır. şimdi insanlar çok şaşırıyor, işte ''yaklaşık 1 km gider mi ok? nasıl atmış, nasıl yapmış'' falan gibi değişik tepkiler geliyor ve bu sebeple bazı insanlar da inanmıyor bu dünya rekoruna. mesela 4. murat başlığında ben biraz bunlardan bahsederken ''yalan söylüyorsun, gereksiz ecdat propagandası yapıyorsun'' gibi deli saçması tepkilerle karşılaştım. ben mi yalan söylüyorum, yoksa tarih mi? karar verin. konumuza dönecek olursak, tozkoparan iskender nasıl bu kadar uzağa ok atabildi? birinci faktör: kullandığı yayın çok sert olması ve bu sebeple müthiş enerji gücüyle okunu fırlatması. ikinci faktör: bu sert yayı kullanabilecek adamın, yani iskender'in çok kaslı bir fiziğe sahip olması. öyle ki geceleri uyurken bile başına 2 nöbetçi dikerek sağa, yahut sola dönmesini istememiş, yay kuran ve geren kollarını korumaya çalışmıştır. adamda nasıl bir fizik gücü var, siz düşünün artık.

esasen baktığımızda okçuluk çok ciddi kas gücü isteyen bir spor. sadece iskender değil, genel olarak tüm okçular belli bir seviye fizik gücüne sahip olmak zorundaydılar. yabancı bir tarihçi topkapı sarayı'na gelerek yaptığı incelemede, 240 libreye kadar çıkan türk yaylarının olduğunu belirtmiştir. 240 libre, 120 kiloya tekabül eder ki siz 120 kiloluk bir şeyi bugün 2 elinizle kaldıramazsınız. savaşçı türklerin ne kadar kas yığını - fizikli insanlar olduğu buradan çok rahat anlaşılıyor. düşünün, tek parmak (baş parmak) ile ve tek kolla 120 kilo çekiyorsunuz? gerçekten inanılması güç müthiş bir şey bu.

yay sertliğinin yanında bir de menzil okçuluğunun temel disiplini var. yani iş sadece yayda bitmiyor, ben elime alayım sert bi yay, atayım gitsin 847 metre... böyle bir şey yok. yayı tutuş açısından tutun; oku çekiş mesafesine (kulak arkasına), rüzgarın estiği yöne kadar birçok farklı unsur var. menzil okçuluğunu icra etmek gerçekten çok güçtür, basit bir şey değil öyle. bu yüzden tozkoparan iskender'in attığı rekor, yüzyıllardır kırılamamıştır.

kemankeşin attığı okun düştüğü yeri ve bu mesafeyi kaydetmek için dikilen taşlara menzil taşı denirdi. eğer padişah bir atış yaptıysa, padişah adına dikilen taşa da nişan taşı denirdi. uzun bir sütun şeklinde olan bu taşlar üzerinde genelde kısaca kemankeşin adı, kaç metre attığı ve o günkü tarih yazılı olurdu. bu taşlar osmanlı zamanında yüzlerce, hatta binlerce iken; maalesef günümüze 30 küsür tanesi ulaşabilmiştir. bu 30-40 tanesinin çoğu istanbul'da bulunmaktadır. betonlaşmış şehir hayatımızın bizden alıp götürdüğü ve kaybolmakta olan bir kültür de budur. binalar, apartmanlar dikilirken bu menzil taşları yıkılıp gitmiş. ne üzücü bir durum değil mi?

neyse, ben size kısaca diğer rekorları da yazayım

mir-i alem ahmet ağa - 839 metre
bursalı şuca - 820 metre
yine iskender - 844 metre (2 farklı rekoru var)
parpol hüseyin efendi - 796 metre
çulluh ferruh - 807 metre
lenduha cafer - 798 metre
sultan 2. mahmud - 810, 808 ve 804 metre olmak üzere 3 farklı rekorda ok atmıştır.

hazır menzil okçuluğundan bahsetmişken, kısaca değinmek istediğim bir ''mahmut efendi'' hikayesi var. ''hikaye'' kelimesini sözün gelişi yazıyorum; yaşanmış, gerçek bir olaydan bahsedeceğim.

18. yüzyılın sonlarında, 3. selim zamanında, ingiltere'de elçilikte bulunan mahmut efendi adında bir zat görev yapıyor. biliyorsunuz 18. yüzyıl, artık osmanlı'nın iyice batı üstünlüğünü kabul ettiği ve avrupa'yı yakından takip etmek için avrupa'nın birçok yerinde elçilikler açtığı zamanlar... her neyse, mahmut efendi ingiltere'de bulunurken orada bir etkinlik, bir spor müsabakası olduğunu fark ediyor. stadyum alanı gibi bir alanda, okçuluk şenliği yapılıyor ve bu şenliğe mahmut efendi de katılmak istiyor. şenliğin içinde menzil atışı gibi, puta (hedef) atışı gibi çeşitli dallar var. mahmut efendi menzil atışına girmek istemiş fakat ingilizler ''sen o küçücük yayla ne yapacaksın'' deyip mahmut efendi'yi müsabakaya almak istememişler. mahmut efendi buna çok içerlenmiş, konuyu padişaha arz etmiş. padişah ingiltere'ye haber salarak mahmut efendi'nin müsabakalara alınmasını istiyor ve alınıyor da. neyse, herkes atışını yapıyor ve sıra geliyor mahmut efendi'ye. ingilizlerin o müsabakada en fazla ulaştığı mesafe 217 metre. sıra mahmut efendi'ye gelince insanlar müsabakayı yavaş yavaş terk etmeye başlıyor, yani o küçücük yayla pek bir şey başaramayacağını düşünüyorlar mahmut efendi'nin. mahmut efendi oku sağdan gezleyerek baş parmağıyla çileyi (kirişin o dönemdeki ismi çiledir) çekiyor ve bırakıyor... insanlar şok oluyor. ok tam 430 küsür metreye düşüyor. etrafına toplanan kalabalık, mahmut efendi'ye dönerek ''nasıl başardın bunu, nasıl attın'' diyorlar. içlerinden birisi ''siz bizle dalga geçmek için geldiniz sanırım buraya'' diyor. mahmut efendi gayet mütevazi bir şekilde ''aman efendim, bizi bu mesafeyle ok meydanına kemankeş diye almazlar bile.'' diyor.

fatih döneminden itibaren okçuluk, osmanlı'da savaş sanatının yanı sıra spor amaçlı da icra ediliyordu ve bir kemankeşin okçular tekkesine girebilmesi için en az 594 metre ok atması şarttı. 594 metreden aşağı ok atanı, okçular meydanına almıyorlardı. işte bu ciddi atış mesafesini, yeryüzünde türkler o küçücük kompozit yaylarla, zihgir sayesinde baş parmak çekişiyle gerçekleştirmiştir. baş parmak ve 3 parmak farkını anlatırken es geçtiğim küçük bir nokta daha var, onu da belirteyim. baş parmak ile diğer parmaklar arasında aşağı yukarı 5 cm kadar bir fark var. bu 5 cm'lik fark sayesinde de siz oku daha geriye, kulak arkasına kadar çekebilir ve bu sayede oku çok daha uzağa atabilirsiniz. baş parmak çekişinin size sağladığı bir diğer avantaj da budur.

insanlar ok meydanına alınmadan önce ''kepaze'' denilen yay formunda basit bir aleti sürekli gererek kolları güçlendiriyor ve kendisini hazırlıyordu. ''kemankeş'' sıfatı, bu kepaze aşamasını geçmiş usta okçular için kullanılmıştır. bugün kullandığımız ''kepaze olmak'' deyimi burdan gelir. yine bugün kullandığımız ''çilekeş'' deyimi de osmanlı'dan, okçuluktan gelir. çile, kiriş demekti az önce söyledim. keş de, ''çekmek'' manasına geliyordu. yani kemankeşe çok çile çektiği için çilekeş deniliyordu.

ingilizlerin, okçuluk tarihleri boyunca longbow ile attıkları ve kayıtlara geçen menzil oku rekoru 330 metredir. 330 nerde, 594 metre ve 847 metre nerde? aradaki farka bakar mısınız?

peki şimdi konuyu farklı bir yere taşıyayım. okçulukla ilgilenen tarihçilerin üzerinde durduğu 2 temel konu var

1- yay yapımı ve kullanımı bu kadar zor olduğu halde (bir yayın yapımı 1 ila 5 yıl arasında değişkenlik gösteriyor bu arada, onu da belirtelim yeri gelmişken) yay neden 18. yüzyıl sonuna kadar savaş silahı olarak kullanılmış? bırakılmamış? 

2- tüfek osmanlı topraklarına bu kadar erken girdiği halde (yanlış bilmiyorsam 15. yüzyılda giriyor) ve yapımı, aynı zamanda kullanımı yaya kıyasla çok daha kolay olduğu halde neden 19. yüzyıla kadar yaygın bir şekilde kullanılmamış?

şimdi evet yayı yapmak, kullanmak biraz kabiliyet ve çok fazla kas gücü isteyen bir şey. temel okçuluk eğitimi almadan siz ok atamazsınız. mesela çok fazla kas gücü istediği için ingilizler okçuları çiftçi çocuklardan yetiştirmiştir. zira o dönemde tamamen kol gücüne dayalı çiftçilikle uğraşan çocukların kolları daha gelişmiş olduğundan, bu işe daha yatkındılar.

tüfeğin yapımı daha kolay, kullanımı da kolay. fakat burda dikkat edilmesi gereken bir husus var ki, o da tüfeğin çok yavaş ve kısa menzilli (tarihsel döneme göre konuşuyorum) olması idi. siz tüfek ile dakikada 1 mermi atarken (biliyorsunuz eski tüfekler çok ilkeldir, bi kere ateşledikten sonra onu tekrar doldurması vesaire çok zaman alır, o ayrıntılara girmeyeceğim artık), bir kemankeş dakikada 20-25, hatta çok usta ise dakikada 30 ok atabiliyordu. bu yüzden tüfek osmanlı'ya erken girdiği halde pek kullanılmamış, yay çok uzun yıllar boyunca elden hiç düşmemiştir. tamam sağlam omuz kası istiyor, öğrenmek istiyor, bol bol pratik yapmak istiyor ama, bi kere öğrenince de yürüyüp gidiyorsunuz ve durdurulmaz bir güç oluyorsunuz.

mesela osmanlı deyince akla hep yeniçeriler gelir. yeniçerilerin belli bir potansiyel gücünün olduğu muhakkaktır. fakat benim aklıma ilk önce sipahiler gelir, sipahiler olmasaydı osmanlı tıpkı geçmiş yüzyıllarda türklerin ilerlediği gibi asla ilerleyemezdi. o sipahi ki; en ağır zırhlı şövalyeleri bile malazgirt'te, varna'da, mohaç'ta ve aklınıza gelebilecek her türlü meydan muharebesinde yenmiştir. sipahiler olmasaydı, ben sanmıyorum ki türkler her meydan muharebesinden bu kadar başarılı çıkabilsin...

yeniçeriler ise tüfeği 1 atış yapıp bırakarak, kılıca geçmek suretiyle kullanmıştır. yani tüfek yeniçerilerin sırtında durmuştur hep, ''1 atış yap, doldurmaya uğraşmadan kılıcı çek ve düşmana taarruz et'' mantığında hareket etmişlerdir.

artık yazıyı genel olarak toparlayıp, son olarak da günümüzde okçuluğun nasıl değer gördüğüne, daha doğrusu görmediğine dikkat çekmek isterim.

şimdi bu okçuluk 19. yüzyıldan itibaren iyice kaybolmaya başlamış, bu kadar yaygın ve etkili bir şekilde kullanmamıza rağmen unutulmuş; bu binlerce yıllık kültürü tekrar hayata geçiren atatürk olmuştur. bu köklü kültürün yeniden canlanması için bazı yerlerde okçuluk kursları açmış, insanların ilgisini bu spora çekmeye çalışmıştır. ancak ne var ki, atatürk vefat ettiğinde her iş yarım kaldığı gibi maalesef okçuluk faaliyetleri de aksamış, yerine gelen ismet paşa ''bu devirde ok mu atılır'' mantığında hareket ederek tüm okçuluk kurslarını kapatmıştır.

1930'lardan 2000'li yılların başına kadar bu spor yeniden unutulmuş, bu sporu tekrar canlandırma girişiminde bulunan murat özveri, soyadı gibi büyük bir özveriyle çalışarak müthiş işlere imza atmıştır. geçtiğimiz haftalarda teşrif ettiği çomü'de okçulukla ilgili yaptığı küçük konferansta, türk okçuluğu federasyonunun tamamen modern okçulukla ilgilendiğini, geleneksel okçuluk konusunda hiçbir şey bilmediğini belirtmiştir. bunun ötesinde, 2004 yılından beri çalışmakta olduğu geleneksel türk okçuluğunun tarihsel boyutunu tamamlamış, işin bilimsel metodlarına geçmiştir. konferansta bize anlatmaya çalıştığı konular çok güzel ve takdire şayandı.

aynı zamanda diş hekimi olan doktor murat özveri haricinde isimlerini anmadan geçemeyeceğim yaşar metin aksoy, adnan mehel gibi insanlar da, tarihin arka odası isimli programa çıkarak türk okçuluğu ve tarihi hakkında detaylı bilgiler sunmuş, bu alanda çalışmalar yapmış insanlardır.

benim bu köklü spora başlamamda çok büyük tesiri olan çanakkale/biga geleneksel atlı okçuluk şenliklerini 2010'dan beri her yıl düzenleyen ve kendisi de iyi bir kemankeş olan kaymakam beğ fatih genel'i anmadan da olmaz. tesadüf eseri buraları okursalar kendilerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim.

şimdi işin bir diğer tarafından, gericilerin yaptıkları eleştirileri göz önüne alarak yorumlayalım. bana göre gerçekten gericiler. ben türk okçuluğundan bahsettiğim zaman aldığım tepkiler şu oluyor:

-bu devirde ok mu atılır?
-millet uzaya gidiyor, biz okla mı uğraşacağız?
-modern silah varken bu yayı neden kullanayım?
-birisine ok atsam öldürür mü, yaralar mı vs?
-ne zevk alıyorsunuz bu ilkel şeyleri kullanmaktan?
-ruhsatlı silah alsan daha iyi değil mi abi?
vesaire vesaire...

bana gelen genel tepkiler bunlar. ha bir de işte tozkoparan'dan falan bahsedince ''ecdat propagandası yapmayın!!'' diye deli saçması tepkiler alıyorum. niye çocuğum? bu kadar köklü bir tarihi, kültürü anlatınca ecdat propagandası mı yapmış oluyorum? sen cahil kafanla robin hood gibi hayali bir karakteri bilmekten öteye gidemezken, ben 2. beyazıt'ın kemankeş hocası şeyh hamdullah'tan bahsedince mi ecdat propagandası yapmış oluyorum? eğer öyleyse evet, ben ecdat propagandası yapıyorum kardeşim. burda gerici ve cahil olan ben değil, robin hood gibi hayali karakterlere ağzının suyunu akıta akıta imrenen ve kendi kutlu tarihini bilmeyen sen gerici oluyorsun. bunu evvela kafanızda güzelce belleyin. hiçbir şey bilmediğiniz halde, sırf yabancı hayranı ergenler olduğunuz için longbow başlığına girip methiyeler düzerken siz propaganda yapmıyorsunuz; ben kendi tarihimi anlatırken propaganda yapmış oluyorum öyle mi? hadi kardeşim devam edin bu kafayla.

bir de, bu okçuluğu bir siyasi parti ile özleştirmeye çalışan insanlar var. ya da o parti, okçuluğu sahiplenmeye çalışıyor da diyebiliriz, hiç fark etmez. kimin ne yaptığı sizi ne ilgilendiriyor? şimdi atıyorum, bilal ok atıyor diye siz niye atmayacaksınız? bilal denize girse, siz de mi denize girmeyeceksiniz sırf o giriyor diye? bu gereksiz kompleksleri aşmanızı öneririm. atatürk'ün bile büyük bir önem verdiği türk okçuluğunu, böyle gereksiz partilerle birlikte anmayın.

ben, günümüzde bu türk okçuluğunun kesinlikle ve kesinlikle okullarda ders olarak okutulması taraftarıyım. bakınız yaz yaz bitmedi, gerçekten o kadar köklü ve derin bir okçuluk tarihimiz var ki... ben sadece bunun bir kısmına değinebildim. gençlerin bu ata sporuna, bu kültüre sahip çıkması için kesinlikle okullarda en azından 2 derslik ''türk okçuluğu tarihi'' adında bir ders eklenmeli kanaatindeyim. bu iş gençlere yaptırılmasa bile, en azından gösterilsin. yay nedir, nasıldır, nasıl üretilir, nasıl kurulur, nasıl gerilir'den tutun, tanrıkut mete'ye kadar bu işin tarihsel süreci de anlatılmalıdır. bu sayede tarih dersi de gençler için hem daha zevkli bir hale gelmiş olacak, hem de uygulamalı olarak okçuluğu kısmen ve ya tamamen öğrenmiş olacaklar.

biz spor deyince aklımıza futboldan başka bir şey gelmiyor. bu da bi spor, niye önemsenmiyor? ben başladığımdan beri sağ omuz kasım inanılmaz gelişti. başlarda 30 libre yayları bile çekmekte zorlanırken, şimdi 60 libre (30 kiloya tekabül eder) yayları bile gerebiliyorum.

geleneksel türk okçuluğuna başlamak isteyen arkadaşlara naçizane tavsiyem: evvela fizik çalışın, şınav çekin, ağırlık kaldırın, bir şeyler yapın. kürdan gibi cılız kollarla sert yayları geremezsiniz. ben ilk başladığımda ciddi kas ağrıları çektim, o kaçınılmaz. işte siz o kas ağrılarını çekmek istemiyorsanız, önce kuvvetlendirin kendinizi.

yazıyı yavaş yavaş bitirsem iyi olacak artık, oldukça uzadı. elimden geldiğince her konuya değinmeye çalıştım ama değinilmeyen, yahut değinip de çok yarım kalan konular muhakkak var. onları artık ilerleyen zamanlarda, aklıma geldikçe yazıyı düzenleyerek ilave ederim. size genel okçuluk tarihinden bir şeyler katabildiysem ne mutlu bana.

dostlardan sorular geliyor, en temel 2 soruya kısaca açıklık getireyim.

1- bu spora nerden ve nasıl başlarız? kurs var mı?

bu sorunun cevabını ben değil, siz bulacaksınız. şehirden şehire fark var, her ne kadar son 4-5 yıldır çok ciddi manada geleneksel okçuluk yaygınlaşsa da, her ilde kursu bulunmayabiliyor. ikamet ettiğiniz yer neresi ise iyi araştırma yapın, kurs var mı - yok mu öğrenin.

2- yay nereden satın alabilirim?

öncelikle kursa yazılmadan, yani temel eğitimi almadan sakın yay almaya kalkmayın. cidden başlangıç aşaması çok zor bir spor, ben kendimden biliyorum yani çok zorlanmıştım ama 1 ay içinde bol pratik yaparak kolay kavramıştım atış tekniklerini.

soruya gelirsek, biz kendi kültürümüzü unuttuğumuz için düne kadar geleneksel yaylar da yurt dışından tedarik ediliyordu. bilhassa macar usta grozer isminde bir adam var, o macaristan'da çok çeşitli formlarda (türk, kore, macar yayı formlarında) yay üretiyor. bu isimle aratırsanız bulursunuz internette. ancak, ben kesinlikle ondan yay almanızı önermem. zira o adamdan yay alan insanların hangisine sorsam memnun kalmadıklarını bana ifade ettiler. herkes şu konuda hemfikir: grozer'in ürettiği yaylar dayanıksız, yapay malzemelerden oluşan ve seri atış yapılamayan kalitesizlikten ibaret. bir de kalitesiz olduğu halde kısmen pahalı yay satıyor. o yüzden ben tavsiye etmiyorum, isteyen araştırsın.

size önerebileceğim timur altay kaygısız var. kendisi ok, yay, zihgir gibi çok çeşitli ana malzemeler satıyor. kendisine ulaşmak isteyen bana mesaj atabilir.

sadece zihgir isteyen bana yine mesaj atabilir. zihgiri yalnızca ok atmak için değil, tıpkı bir yüzük gibi süs niyetine de kullanabilirsiniz. nitekim ben şahsen hem talim sırasında kullanıyorum, hem arada yüzük gibi parmağıma takıp dışarı çıkıyorum. öyle kozmetik bir ürün o.

bunun haricinde başka yay-ok üreten kimler var bilmiyorum, aslında çok var ama herkes kaliteli iş ortaya koyamıyor. burda iş malzemeleri satın alacak müşteriye düşüyor, mesela yay alacaksanız iyi araştırın. sorun, sorgulayın.