Yeni Martin Scorsese Filmi Killers of the Flower Moon'un İncelemesi
killers of the flower moon... büyük usta (yaşayan en büyük 3-5 yönetmenden biri ) yine en iyi bildiği işi yaparak amerikan tarihinin suçla olan ilişkini bu defa 1920'lerde geçen bir kızılderili hikayesi ekseninde aktarıyor perdeye. sonuç elbet klasik sinema ölçütlerine göre muhteşem ama mesela martin scorsese standartlarına göre çok iyi mi benim açımdan tartışılır.
usta neredeyse tüm filmografisi boyunca suç-para- kapitalizm ve büyük amerikan rüyası ekseninde hikayeler anlatmış biri. tematik olarak asla vazgeçmediği şeyler bunlar. nitekim bu filmde de biraz daha uzaklara giderek aslında perdede defalarca gördüğüm amerikalıların kızılderili katliamına, soykırımına tam da kendine yakışacak türden bir tavırla, başka bir gözle bakıyor. dicaprio ve eski tüfek dostu de niro'yu da yanına alarak amerika'nın kanlı medeniyet tarihinin başka bir sayfasını aralıyor.
Uyarı: Buradan sonrası spoiler.
çok uzun bir şeyler yazmayacağım. zira ustanın son filmi meali ve tercümesi bakımından çok açık bir film. tertemiz, dümdüz, anlatmak istediğini direkt söyleyen, ima ve dolayıma ihtiyaç duymayan, herhangi bir sembolizmle kendini bir açıdan güvenli bölgeye alarak izleyicinin kafasını karıştırmaya çalışmayan, söylem ve eylem ilişkini yapıtın bütününe büyük bir tutarlıkla nakş eden bir film bu. fakat ustanın bazı tercihleri bu filmi bana göre başyapıt olmaktan alıkoyuyor. onları yazacağım çok kısa.
scorsese her büyük sanatçı gibi böyle kanlı bir tarihe kendi imzasını atmak istemiş
nitekim bunu da belirli ölçüde yapıyor. burada bir sanatçı olarak belirli tercihlerde bulunuyor. örneğin böylesine acı verici, kanlı, can yakıcı bir hikayeyi olabilecek en doğal, en sade şekilde anlatmayı tercih ediyor. bir kızılderili/yerli hikayesi anlatıldığında üniformalı bir sürü kötü beyazın olduğu geleneksel anlatıların dışına taşırıyor sinemasını. filmde neredeyse tek bir üniformalı insan yok. bunun bilinçli bir tercih olduğu o kadar açık ki. klasik bir kötü portresi çizmeden, bunu katartik efektin kolaycılığına, yararına sığınmadan, başka bir dolayım ve usulle, yaptıkları kötülükleri müthiş bir doğallık ve haklılıkla normalleştirmiş beyazları merkeze koyarak yapıyor. bir ulus, ülkü, ideal (özgürlük, vatanseverlik vs.) uğruna savaşan, savaştığına inanan ve bu uğurda yaptığı tüm eylemleri normalleştiren kötülüğün sıradanlığını ele alıyor. ustanın filmini de bu konularda yapılmış diğer filmlerden ayıran en önemli özellik bu zaten.
bilindiği üzere 2. dünya savaşı'nda suç işlemiş tüm alman subayları sadece emirleri yerine getirdiklerini söylüyordu. yıllar sonra hannah arendt bu konuya bakarken tüm bu akıl almaz suçları işlemiş insanların birer şeytan, canavar gibi görülüp, yaftalanmasındansa , bu insanların ne kadar sıradan ve normal insanlar olduklarına dikkat çeken kötülüğün sıradanlığı tezini ortaya koyan kitabını yazmış, yıllar boyunca yahudilere karşı işlenen suçların, soykırımın altında yatan ''normal'' olana ya da normalleştirilene bakmıştı. nitekim bu kavram günümüzde hala güncelliğini koruyor ve hatta gösteri çağında olup biten her şeye gözlerini dikiz eden insanlar olarak sadece kötülüğün sıradanlaşmadığı, her türden anlam ve durumun enformasyon bombardımanı altında bizleri hipnotize ettiği ve tepkilerimizin sıradaki görüntüyü izlemek için sağa, sola sayfa kaydıran parmaklarımızın otonomluğuna indirgendiği bir hal içinde yaşıyoruz. filistin-israil savaşı ve orada şu an olup bitenler bunun en güzel örneği. işte ustanın filmi bir açıdan tüm o kanlı tarihin hesaplaşmanı yapıp, gösterme biçimiyle iliklerine kadar sıradanlaşmış, normalleşmiş bir kötülüğün kendi haklı davasına olan dayancını açıklamaya çalışırken aslında ironik bir şekilde (ve evet zamanlaması da manidar) bugünlerde gözlerimizin önünde olup bitenlere karşı seyirci kaldığımız bir halin de anatomisini çıkarıyor.
burada iki duruma itirazım var ama
ustanın filmini, hikayesini böyle anlatma istediğini haliyle anlıyor ve zaten onun gibi büyük bir sanatçıdan bunu bekliyorum ama özellikle robert de niro'nun canlandırdığı amca william hale'in yaptığı tüm eylemleri kendinde hak görmesini sağlayan o tavrını ve onun etkisinde kalan yeğen ernest burkhart'ın amcasının ondan istediği her şeyi bir bakıma kendi iyiliği için istiyormuşçasına bir tavır ve hipnozla ona dayatarak eylemleri normalleştirme sürecindeki psikolojik sürecinin açılımını yetersiz buldum ben. bunda elbette dicaprio'nun kendini tekrar eden yüksek enerjili oyunculuk performansının etkisi de büyük.
dicaprio'nun karakteri amcasının istediği her şeyi usul usul yapmaya başlarken karakterin bu konuda 3.5 saatlik sürenin tamamı boyunca tek bir ahlaki, vicdani çatışma, ikillem yaşamaması (illa ki majör sahnelerle değil) ve tüm eylemlerin hiçbir anında ailesi ve özellikle çocuklarıyla bir ilişki içinde gösterilmemesi maalesef bir açıdan karakterin edilgenliğini, onun suçla olan ilişkisindeki sıradanlığını, ve suçu, kötülüğü içselleştirmesindeki normalliği sekteye uğratıyor. mesele 3 çocuk babası dicaprio'yu bir kez bile çocuklarını severken, veyahut onlarla diyalog halindeyken görmüyoruz. bu seçim yönetmenin kötülüğü olabilecek en alelade, yalın şekilde anlatma tercihiyle ilgili olabilir ama bizim aynı zamanda dicaprio'nun karakterine bahşedilmiş insancıllığı neredeyse hiç görmeden, oldukça düz, karton, işlevsiz ve hatta maalesef yarı gerizekalı bir karakter izlememize sebep oluyor tüm bunlar. yani dicaprio amcasının etkisinde, ahlaki açıdan hiçbir kaygısı olmayan sıran bir karakter olsa bile yaşanan şeyler karşısında onu film içinde gerçek bir karakter kılacak birçok detaydan eksik bir şekilde yaratılıyor. yoksa amcasının onun üstündeki etkisini net bir şekilde görüyoruz birkaç can alıcı sahnede ama karakterin çözülüşünü, değişimini ve bununla ilgili detayları hem de 3.5 saatlik bir süreçte doğru dürüst görmüyoruz. evet, tüm film boyunca dicaprio'nun karakterinin çiziliş biçimi adeta katatonik, hipnotik bir etki altındaki yarı gerizekalı bir adam portresine dönüşüyor. scorsese buradaki tercihteki o ince ayrımı, nüansı bence filminin duygusu içinde mutlaklaştırmak istediği karakter çizgisini doğru yaratamıyor. he keza dicaprio'nun karısını oynayan mollie karakterinde de aynı problem var.
dicaprio için çizilmek istenen karakteri anlasam bile mollie için çizilen bu alabildiğine edilgen karakter bileşimini çözemedim. zira ailesi teker teker öldürülen (bir bakıma karakter içten içe öldürüldüklerini biliyor) bir kadının içine düştüğü durum, onunda başına benzer şeylerin gelebileceği korkusuyla yaşayabileceği heyezan, korku ve gerilim neredeyse hiç gösterilmiyor film boyunca. karakterle bu anlamda inanılmaz edilgenler. elbette yerli konseyinin birkaç itirazını, mollie karakterinin başkente gidişini vs görüyoruz ama karakteleri özel ve derin kılacak, yani onları bir bütün olarak görebileceğimiz sahneleri göremiyoruz film boyunca. yine söylüyorum scorsese oldukça mesafeli, yalınkat gerçeği gözler önüne seren bir film çekmek istemiş ve filminin hiçbir yerinde seyircisini katartik açıdan tavlayacak numaralara girişmemiş (ki bu harika bir seçim) ama tam da bu seçim yüzünden yani karakterlerle kurup, yaşayabileceğimiz katartik sağalmanın tuzağına düşmeyeceğim diye özellikle bu iki karakteri resmen nüanssız, boyutsuz bir hale getirmiş.
oysa kapitalizmin kanlı canlı temsili olarak tüm motivasyonu sadece para olan ve bu uğurda yaptığı her şeyi normalleştiren william hale karakteri tam da istenen sonucu veriyor. çünkü motivasyonu net. tam da kartonluk ve derinlik arasındaki bir normalleştirmenin izleğinde hale karakteri temsil edilmesi istenen her şeyi layıkıyla yerine getiriyor. aynı çizgide oluşturulan mollie ve ernst karakterleri ise bu seçimin kurbanı oluyorlar.
işte tam da bu tercihler yüzünden karakterlerin bir tür tematik, biçem seçimiyle güçlü bir edilgenliğe hapsedildiği yapı sanki onları insan kılan asal eksenin plastikleşmesine, bir bakıma somuttan soyuta metafizik bir kötülük birliği kurulmasına sebep oluyor. karakterler var olan kötülük karşısında o kadar edilgenler ki bu bir bakıma kötülüğe karşı alınması gereken tavrın aksi yönünde bir uyarı olabilecekken bir açıdan da karakterlerini ve yönelimlerini meşrulaştıran bir sonuç yaratıyor. ve hatta örneğin mahkeme salonundaki yargı süreci bu sebepten ötürü bir tür müsamere olarak gösteriliyor. socrsese nazilerin yaptıklarıyla tarihsel perspektifte bir koşutluk kurmak istiyor aslında. bu çok açık. çünkü insanlık tarihinin en büyük kötülüklerinden biri gözler önünde öylece duruyor. buradan amerikan tarihi için bir sağlama yapmak isterken o sıradan kötülüğün koşullarını yaratan, doymak bilmeyen kapitalist yapının da ilmek ilmek kuruluşunu da yedirmek istiyor hikayesine ki tüm bunlarda sorun yok zaten. iyi beyaz adamın kahraman olmadığı bir düzlem yaratmak için ve o tuzağa düşmemek için idealist bir memur tipolojisi de yaratmıyor ve memurların içine bir kızılderili memur da ekliyor. ama 3 ana karakterden ikisine biçtiği rol, onları konumlandırdığı ahlak/etik/vicdan/eylem düzlemini de maalesef yer yer inandırıcılıktan azade hale getiriyor. eğer onları bu şekilde göstermek o açıdan doğruysa da bu karakterlerin eylem motivasyonlarının altının çok daha net çizilmesi gerekiyordu. işte bu noktalar hasebiyle killers of the flower moon öyküsünün yalınlıktan gelen gücünü yitiriyor bir açıdan. gerçek dediğimiz kavram sahip olduğu duygudan bir açıdan saflaştırılarak ayırıldığında ortaya çıkan şey o gerçeğin dönüştüğü şeyin karşılığı olmuyor sanki. yani gerçeğin yalınlığı tam da ona uygun tertemiz bir anlatma ve gösterme hali yaratacakken kendi gerçekliğinden daha soyut, metafizik bir alana çekilmiş başka bir gerçeklik ortaya çıkıyor sanki.
son tahlilde
allah ülkemizdeki kötülerin ömründen gani gani alıp büyük usta scorsese'ye versin ki usta daha bir sürü film çeksin bizler için. bu istek ve temennim bir yana genel olarak sevdiğim filminin bir başyapıt olduğunu düşünmüyorum ben. scorsese'den çok daha iyilerini izledim ben. yine söylüyorum genel sinema ölçütleri için bir başyapıt olabilir ama scorsese filmografisi için ancak iyi bir film diyebiliyorum killers of the flower moon için. zaten sinema aşığı olan insanlar için gidin görün demeye gerek bile görmüyorum.