Yazar Olmak İsteyen Edebiyatseverler İçin İroni Dolu Bir Tavsiye Listesi
gerek can sıkıntısı, gerek kitap yazanların yerli yersiz sorularından bunalmam sebebiyle, kitabı yayımlanmış – yayımlanacak – yayımlanmamış yazarlara yönelik, sıralama ve sınıflandırma yönünden hiçbir nizama dayanmadan, gelişigüzel yazdığım yedi tavsiyeyi burada paylaşıyorum.
1. ilk tavsiyem şu olacak: yazma
şaka değil, ciddiyim. ne derdin var? aklını mı kaçırdın? roman yazarak yaşamını veya galaksimizin en dış kolunda anca yatacak yer bulmuş bu sikik, soluk mavi noktayı güzelleştirebileceğine mi inanıyorsun? hem de postmodern çağda? aklının en kuytu köşelerinde herkesten sakladığın şu düşünceden, yani zengin ve ünlü olma hayalinden kurtul. roman veya hikâye yazarak zengin olamazsın. yeryüzünde yüz binlerce yazar var ve göz önündeki birkaç bin tanesine kanarak yüzlerce kişinin doluştuğu salonlarda konuşmacı olduğun, en butik mekânlara gidip doğru telaffuz edebilmek için kıçını yırttığın eksantrik isimli içecekleri yudumladığın; fularlı, sözüm ona divine madness semptomları gösteren tiplerle yüksek sanat – felsefe üzerine bol malumatfuruş ve namedropping’ten müteşekkil sohbetlerde bulunduğun ve elli yıl sonra sanat alemiyle alakalı biyografik kitaplarda okununca bıyık altından güldüren cinsten çetrefil aşk-seks ilişkileri içinde yer aldığın bir yaşama sahip olacağına inanıyorsan… avcunu yalarsın genç yazar. türkiye’de bir yazarın 200 sayfalık romanının ilk baskısından kazandığı para ortalama 2000 lira. yani aylar yıllar harcadığın, yazmak için kendini perişan ettiğin kitabın karşılığında elde ettiğin kazanç asgari ücretten dahi az; daha acı olanı ise, kitabın üstünde çalışan editörün, kitabını dağıtan dağıtımcıların, kitabını satan tezgâhtarların, kitabını eve götüren kargocuların maaşlarından bile az… ayrıca yazar-kitap enflasyonunda eserinin raf ömrünün birkaç ayı geçmediği böylesi bir ortamda “belki allah yürü ya kulum der” diyerek kendini avutmaya kalkma, çünkü yüzde doksan beş olasılıkla yürü ya kulum demiyor.
2. metinde konu edeceğin şey
ne yazacağın seni ilgilendirir. elbette uzak galaksilerde geçen bir cyberpunk destanı yazabileceğin gibi kurgu konstrüksiyonunu alaşağı eden hypertext bir metin de yazabilirsin… şayet batı, latin amerika ve uzakdoğu’da yaşayan biriysen… sekiz kişiye bir kitabın düştüğü bir ülkede, en iyi olasılıkla doksan milyon insanın okuyabildiği ve dünyanın pek sallamadığı bir dilde yazacaksan ki bu yeterince lüzumsuz yazıya vakit ayırdığına göre durumun tam da bu, seçeneklerin epey az. türk okuru genellikle yabancı yazarlar söz konusu olduğunda en ilginç konulara – metotlara müsamaha gösterebilirken, yerli yazara aynı toleransı göstermez. hep bir kusur, hep bir olmamışlık, hep bir çiğlik ararlar metninde. sözgelimi, en basitinden kazuo ishiguro’nun never let me go’sundan en zoruna julio cortazar’ın rayuela’sına, bu tipte romanlar yazmış olsaydın olasılıkla dosyanı yolladığın her yayınevi birkaç ay içinde ret cevabını e-posta adresine yollayacaktı. ne yaptın ne ettin kitabı yayımladın diyelim, akademiden eleştirmenlere, hiç kimse eserine beklediğin ilgiyi göstermeyecekti. mesela, neil gaiman dede korkut hikâyeleri’ne dayanarak fantastik bir kurgu yazdığında kimse bunu sorun etmez ancak sen sakson destanlarına dayanarak benzer türde bir şey yazarsan iki saniyede türkiye’nin geniş ve zengin kültür mozaiği dururken elin sikiyle gerdeğe girmiş özentinin teki olarak ilan edilirsin.
neden mi? bunun tanzimat döneminin frankofil yazarlarının inşa ettiği halka rehberlik eden yazar stereotipinden cumhuriyet retoriğine bir yığın sebebi var ama ben sana hiç değilse birini özetleyeyim. türkiye sanat ve edebiyat camiasının bilinçdışında temel bir ön kabul vardır. sanat – edebiyatın lokomotifi batı – latin amerika ve bir ölçüde uzakdoğu’dur. ana sahne onlarındır. yenilikleri onlar bulur, yeni metotları, yeni anlatım tarzlarını, yeni akımları onlar yaratır, biz, daha az izleyicili - okurlu, yani daha küçük bir sahnede olanlar ise ana sahnede icra edileni yerelleştiririz. vazifemiz budur.
işte tam da bu yüzden köhneleşmiş edebiyata yeni bir soluk getirmek arzusuyla yanıp tutuşan çiçeği burnunda türk yazarları “genellikle” ilk kitaplarının yayımlanmasının bedeli olarak, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek misali, mezkûr önyargıyla malul yayınevi - okur – eleştirmen triumvirliğine istediklerini kuzu kuzu verir. kasaba – köy – taşra – bozkır - kekik kokulu çayırlar – çeşme başında su dolduran kızlar – pis, alkolik, ahlaksız baba – aile içi şiddet – şehir köy çatışkısı - varoş mahalleler – torbacılar – orospular – pezevenkler - körkütük âşık delikanlılar –veciz cümleler dizen bilge adamlar – ebeveynine benzemek istemeyen ama zamanla ebeveynine dönüşen karakterler – kadına karşı şiddet - sevgiyi bir türlü bulamayan intihara meyyal depresif kadınlar - açlık – fakirlik –yalnızlıklarını içkiyle gideren loserların doluştuğu kaybedenler kulübüne dönüşmüş barlar – hayata karşı sitemkârlık vs… oysa genç yazar bindiği dalı kesmiştir, haberi yoktur. zira yayınevi – okur - eleştirmen triumvirliği ondan artık hep böyle şeyler bekleyecek ve o da bu talebi karşılayıp varlığını kalıcı kılmak ve onu övenleri hayal kırıklığına uğratıp eleştiri almamak için binlerce muadili bulunan bu temalarda yazmaya devam edecektir. bu yüzdendir ki türk edebiyatında eserleriyle bir yere geldikten sonra dramatik bir kırılma yaşayıp farklı tarzlara, deneylere yelken açan yazar sayısı çok azdır. hatta var mıdır ki öyle biri lan?
3. bu safhada artık yazar atölyelerine değinmem gerekiyor
son yıllarda ülkemizde tavşan gibi çoğalan edebiyatla alakalı atölyeler şu motivasyonlardan en az birine dayanmaktadır:
a. atölyeyi düzenleyen yazar tatile gidip instagram’dan fotoğraf paylaşmak, kirasını ödemek, cep telefonunu değiştirmek veya benzeri, son tahlilde bir süre cebinde para olmasını istemektedir.
b. atölyeyi düzenleyen yazar kişisi insanlara iyi roman nedir, nasıl yazılır gibi başlıklarda ders verecek yetkinlikte, velhasıl “edebiyatın epistemesi’ni kavramış yazar” kimliğinin hâlihazırdaki “yayımlanmış veya ödüllü yazar” aurasına katacağı artı değerin idrakındadır.
c. atölyeyi düzenleyen yazar kişisi tümüyle sübjektif olan zevklerini ve görüşlerini idealize etmek, sözün kısası, kendi edebi macerasını ve eserlerini olumlama derdindedir.
d. yazar kişi atölyesine katılan yazar adaylarının kendisiyle sohbet ederken söz kendi kitaplarından açıldığında göt gibi kalmamak ve “hocam şu şu öykünüzde şöyle bir şey olduydu” deyip göze girmek için en az bir kitabını satın alacaklarını bilmektedir.
evet, tüm yaratıcı yazarlık – roman – öykü ve benzeri atölyeler bu motivasyonlardan en az birine dayanmaktadır ve hakikat bu iken sittin sene bunu atölyeyi düzenleyen yazara kabul ettiremezsin. uğraşma. iki dakika içinde dünyada yaratıcı yazarlık atölyesinde yetişmiş yazarlardan örnek verip (chuck palahniuk, kazuo ishiguro) seni muhafazakâr olmak ve 19.yy’ın edebiyatı yücelten inançlarına bel bağlamakla itham edip son safhada yaptığı “iyiliği” kavramayan bir hödük olduğun sonucu çıkaracaktır. sakın ama sakın “istatistiki olarak her bin katılımcıdan ancak bir ikisinin başarılı olması atölyelerin varlığını meşru kılmaz” veya “ne kadar iyi niyetli olursanız olun verdiğiniz eğitimin er geç sizin edebi zevkiniz ve tercihlerinizle oluşmuş bir müfredatla işlemesi romanın tektipleştirilmesine neden olmuyor mu?” gibilerinden havalı sorular sorma, çat diye o meşhur yanıtı alıp ortamdan siktir edilirsin. “biz insanlara yazarlık nasıl yapılır öğretmiyoruz ki amcık beyinli?” atölyelerin hiç faydası yok mu? cinayet işlemenin bile öldürülen kişinin ileride öldürmeyi plandığı eski kız arkadaşını kurtarmak, hapishanede otuz sene kalıp trafik kazasına kurban gitmekten yırtmak veya ileride bir savaş olursa düşman askerini öldürmenin yarattığı travmayı en aza indirmek gibi olumlu tesirleri varken elbette atölyelerin de katkısı yok diyemem. mesela kitapsever insanlarla tanışmanı, o kadar kitap okuyup öküz olduğun için anlayamadığın teknikleri bir ihtimal sökmeni kolaylaştırabilir, ek olarak edebiyat camiasında bağlantılar kurup çorbada tuz misali birkaç yıl içinde yarrak kürek kitaplar ailesine yeni bir üye katmanı sağlar.
4 – kitabının yayımlandığını farz ederek konuşuyorum, asla ama asla tevazu maskesini çıkarma
şöyle ki, türk edebiyat camiasının kılcal damarlarında bir tekke – kışla hiyerarşisi işlemektedir. genç yazardan övünmemesi, yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatmaması, başına ne gelirse gelsin sineye çekmesi, yakınmaması, çok konuşmaması, zevzevklik yapmaması, onu bunu şikâyet etmemesi ve iyi kitabın er geç yolunu bulup okuruna kavuşacağı gibi determinist –ve kolaylıkla çürütülebilir - bir düşünceyi benimsemesi beklenir. ayrıca büyüklere saygı gösterip mütevazı yazın dünyamızın nadir bulunur “ulu” yazarlarını eleştirmemesi beklenir.
sözün kısası genç türk yazarı demek, yıkıldı yıkılacak bok kokan bir tekkenin avlusunda süpürge sallayan bir mürit olmaktır. mesela çok bir iyi bir roman yazdığını düşünüyorsun, ancak bir problem var, kitabın hakkında hiç kimse hiçbir dergide, kitap ekinde yazmadı, seni eleştirmedi, görmezden gelindin. sikik bir durum… oysa bir bakıyorsun, eleştirmenler veya kendini eleştirmen sananlar sikimsonik yazarları öve öve bitiremiyor. allah allah, diyorsun. merak edip bu kitaplardan birini ediniyorsun, son sayfayı kapatınca insiyaki “vay babayın, anne baba kız çocuğu muhabbetlerinden mürekkep bu yarrak kürek öyküleri nasıl agamben’lerden butler’lardan tespit aşırarak övdünüz lan” diye nara atıyorsun, komşuların duvarlara vurup “edebi anksiyeteni gündüz yaşa amın oğlu” diye bağırıyor, şayet oturduğun semt cihangir, kadıköy falansa belki komşularından biri “ayrıca yakınacağın yerde eco’nun aşırı yorum kitabını oku seni gidi aşağılık herif” diye bir tavsiyede bulunuyor. işte bu noktada evinde nasıl susuyorsan, genel olarak da susacaksın genç yazar. şayet durumu eleştirirsen çok geçmez bir akademisyen “ah kafka’lar, tanpınar’lar, gombrowicz’ler, atay’lar neler neler yaşadı, bu kadar şikâyet etmedi caanım” minvalinde azarlayıcı bir cevap verir, sonra da az önce paylaştığım kaderci önermeyi ellerini arkasında kavuşturmuş, tilmizine ders veren derviş bilgeliğiyle seninle paylaşır, sen de uslu uslu götünün üstüne oturursun.
neden mi böyle oluyor, diye sorduğunu duyar gibiyim. çünkü türk akademisi, ölçeği daraltırsak, türk edebiyat camiası ahbap çavuş batağının yanı sıra nekrofiliden de muzdariptir. bunun da yığınla sebebi var, kafa açmayacağım ok? bu kancıklar ölü yazar sever, öleceksin genç yazar. onların seni yaşarken görmemesi, keşfetmemesi gerekiyor, olay en baştan buydu, ileride seni övecek kişilere malzeme vermesi haricinde sana en ufak faydası olmayan, derin mi derin, soğuk mu soğuk bir tevazu kuyusunda karanlıkta solarken bir de yazmaya devam edip hayatını tüketmen, geberip gitmeden evvel de güncene “türkiye yedin beni” gibi çığlığımsı şeyler karalayıp gölgede kalışını jenerik şekilde taçlandırman gerekiyor ki cenaze namazından birkaç yıl sonra eleştirmenin tekinin sahafın birinde senin kitabını keşfetmesiyle fitili yanacak süreç için şartlar oluşmuş olsun. bu zaman dilimi içinde günbegün çürürken bu “entelektüel” abi ve ablalarını “neden bizim genç nesil edebiyatçılarımızdan böyle ayrıksı, hırçın, ezber bozucu şeyler çıkmıyor ki canım, çok üzülüyorum” gibilerinden yakınıp jonathan’ları, susan’ları, valeria’ları, alejandro’ları yağlarken gördüğünde “sizin yüzünüzden orospu çocukları” diye patlamayacağından emin misin?
5. dördüncü maddeye ek olarak, sakın bana uyup parrhesiastes rolüne bürünme
Parrhesiastes: Hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettigi durumlarda hakikati söyleyene denir.
edebiyat camiamızdaki isim yapmış kişileri tiye alma, onlarla taşak geçme, foyalarını ortaya dökme; görünürde gülüp eleştiriyi medeni şekilde kabullenen çağdaş insan rolüne soyunacaklardır , oysa tam o esnada camiada persona non grata ilan edilmen için yazdıkları pusulayı el altından uşaklarına uzatmaktadırlar.
6. öykü yazanlar için ek tavsiye
türkiye’de yalnızca üç büyük edebiyat dergisi vardır. sözgelimi öykünün bu dergilerde paylaşılmasını istiyorsan tek yapman gereken dergilerde belirtilen e-posta adresine 12 puntoyla yazılmış öykünü word formatında yollamak ve söz konusu derginin gelecek sayılarından birinin kapağında ismini görmeyi ummaktır. şayet geri zekâlıysan elbette üstüne basa basa vurgulanan bu yöntemi deneyebilirsin. zamandan tasarruf sağlamak istiyorsan tek yapman gereken şey ise şu. bu dergilerin editörleriyle bir yolunu bulup tanış, pohpohla yahut dergi editörünün bir atölyesi varsa oraya kaydol. bu kadar basit amk ya, hayır yani, ülkemizde bir kurumun yozlaşmadığı görülmüş mü ki hala salak gibi o öyküyü e-posta olarak yollayıp haber bekliyorsun lan? hiç mi öyküsü yayımlanan isimleri merak edip google’da araştırmıyorsun, stalklamıyorsun? nasıl bir malsın anlamadım ki!
7. çevre edinme mevzusu
lafı gelmişken söyleyeyim, şayet türkiye’de geleceği parlak, baskı üstüne baskı yapan, her yerde “ne olacak bizim halimiz” ifadesiyle elin çenende boşluğa melankolik bakışlar attığın veya son yılların trendine uyarak elinde kahve kupasıyla yanına yörene bakındığın pozlarınla karşılaşmamızı ve ardı arkası kesilmeyen bu görsel işitsel tekrarlara maruz kalan beynimizin cehennemde cayır cayır yanmakta olan goebbels’i haklı çıkartırcasına bir noktadan sonra seni “iyi yazar” olarak kodlamasını istiyorsan, edebiyat camiasındaki irili ufaklı çetelerden birine dahil olmak zorundasın ya da bir çete kurmalısın. ilk seçeneği tercih ettiğin varsayımı ile devam ediyorum. önce kendine uyan çeteyi radarına alarak nemalandıkları mecraları (dergi, gazete, sosyal medya portalı, atölye) takip edeceksin. sonra onlarla bir vesileyle tanışacaksın, eğer tanışamıyorsan sosyal medya aracılığı ile onları öyle övgülere boğacaksın ki varlığını fark etmek dışında bir seçenekleri olmayacak. bu aşamada seni test edecekler, hazır ol. mesela ilk kitabın çıktığında aralarından biri eserine abartılı övgülerde bulunacak. övgüde bulunan kişinin kitabı çıktığında al gülüm ver gülüm’ün ver gülüm’ünü ustaca gerçekleştirip karşılığını ödemelisin. şayet efektif olduğuna inanırlarsa seni çetelerine dahil edeceklerdir. birkaç yıl içinde her yazısı, her öyküsü, her şiiri memleketin en önemli edebiyat dergilerinde sorgusuz sualsiz yayımlanan birine dönüşeceksin. ne karşılığında? öykücülüğe yeni bir bakış sunmayan vasat altı bir öykü kitabı hakkında “dört ellilik bir konçerto” veya “nasıl kostak, yaman bir dil. lefebvre’nin ritimanalist kavramının edebiyatta vücut bulmuş hali” gibi sözler sarf etmek gibi mesela? eh, pek büyük bir bedel değil bence.