Woke Kültürü Nasıl Bir Tarihsel Süreç Sonucunda Bugünkü Noktaya Geldi?
gelin ben size her şeyin nasıl başladığını anlatayım...
gelin ben size bu woke kültürü'nün sol'un önüne nasıl bir baraj olarak dikildiğini anlatayım.
her şey 1989 yılında başlıyor, exxon'un 305 metre uzunluğunda (beyoğlu'nda fransız kültür merkezi'nden demirören avm'ye kadar) 30 metre derinliğinde (10 katlı bina uzunluğunda) ve 50 küsür metre genişliğinde super oil tanker'i valdez, alaska civarlarında, 50 milyon galonluk petrolü yüklenmiş bir şekilde limandan çıkış manevraları yapıyor. normalde açık olması gereken derinliği gösteren radarı yıllardır bozuk ve bakımının pahalı olmasından dolayı çalışmıyor. o sırada kaptan ve ikinci kaptan artık ne bok yiyorlarsa, gemiyi hiç tecrübesi olmayan üçüncü kaptan yönetiyor ve karaya oturtuyor. sonucunda 15 milyon galon kadar petrol denize karışıyor, inanılmaz bir çevre felaketi yaşanıyor.
exxon'un bütün bu felaketten düz hesap kaybı 3 milyar dolara yakın. 1989 yılı için bu muazzam ötesi bir rakam. yetmiyor, yarattığı çevre felaketi, yok olan türler, denizin ve o bölgenin en az 20 yıl kadar kendine gelemeyecek olması, ihmaller vs... derken açılan davada exxon'a 5 milyar dolar ceza veriyorlar. 2014 yılında yeni yapılan bir araştırmada marka ve itibar değeri, operasyonel yavaşlamalar dahil total kaybın 20 milyar dolar civarlarında olduğu ortaya çıkıyor. tam bu noktada, halliburton ve exxon'la çok yakın ilişkileri olan dick cheney ve ırak işgalini düşünmeden edemiyorum. şimdi bunu ne için anlattım?
şunun için anlattım; exxon böyle bir cezanın kesileceğini biliyor ve önden adım atıp, j.p morgan'a gidip 5 milyar dolarlık kredi istiyorlar. bu muazzam krediyi j.p morgan şirketi tabii ki kaçırmak istemiyor ama bunun risk maliyeti çok yüksek ve o tarihte bütün likiditasyon sağlayan firmaların en büyük hayali, risk maliyetlerini düşürecek bir iktisadi türev enstrümanı bulmak. j.p morgan yönetim kurulu, yaşları 20 civarında olan 8-9 kişilik genç, seçmece bir timi görevlendiriyor ve diyorlar ki "yavrum gidin, florida'da sağlam bir tatil yapın, 9-10 gün yiyin için sevişin ama sonunda bize risk faktörünü düşürtecek bir enstrüman bulun"
bu gençler de bunu yapıyorlar, gidiyorlar yiyorlar, içiyorlar ama deli gibi çalışıyorlar ve ortaya bütün finansal sistemin içinden geçecek, ekonomiyi bugünlere getirecek, hatta başımıza adalet ve kalkınma partisi'ni bile pelesenk edecek türev enstrümanı buluyorlar: credit default swap.
credit default swap (cds) bir alacaklının, üçüncü bir kişiye belli bir ücret ödeyerek, alacağını garantilemesidir. yani alacaklının, borçlunun iflas riskinden kurtulmasıdır. bu riski, artık cds satıcısı üstlenmiştir. elbette belli bir ücret karşılığı. bu ücrete "cds premium"(cds primi) denir. çok basitçe anlatacak olursam, diyelim ki bir arkadaşınızın size 100 tl borcu var ve siz arkadaşınızın bu borcu ödeyemeyeceğinden korkuyorsunuz. başka bir arkadaşınız size şöyle bir öneride bulunuyor: "bana her ay 1 lira ver, eğer arkadaşın ödeyemezse, 100 liranı ben vereceğim." kabul ederseniz, siz de cds yapmış olursunuz.
başlangıçta belirli sektörlerde bankalar tarafından kullanılan cds'ler, zaman içerisinde özel sektöre sıçrıyor, özellikle piyasa simsarları, bahisçiler, yatırımcılar ve en önemlisi emlak sektörüne fon sağlayan firmalar tarafından inanılmaz bir şekilde kullanılmaya başlıyor. mevzu o kadar çılgın bir hal alıyor ki, georgia, detroit, florida gibi eyaletlerde asla ama asla mortgage kredisi ödeyemeyecek insanlara krediler sağlanıyor, bu krediler daha sonra cds bundle'ları haline getirilerek bankalara satılıyor, risk üzerinden bahisler alınıyor vs...çılgınlık o kadar büyük seviyede ki, 62.2 trilyon dolarlık monolitik bir balona dönüşüyor. bu öyle bir miktar ki, bütün dünyayı satsak, amerika dahil, balonun yanına bile yaklaşamıyoruz.
bu cds denen türev enstrümanı bulan ekipteki gençler, 2002 gibi ciddi korkmaya başlıyorlar: "asla ama asla uluslararası boyutta kullanılacağını düşünmedik. kimse nasıl bir riskin altına girdiğini anlamıyordu, kimse ne yaptığını bile bilmiyordu, bizden başka. 2002'de patronum bill demchak'la toplantı yaparken, onun "ben artık bu işten ciddi anlamda korkuyorum, uykularım kaçıyor" dediği noktada, bende pılıyı pırtıyı toplayıp işi bıraktım."
emlak balonunun en çok şiştiği yerlerden biri olan georgia'da, bir emlakçı şöyle diyor: "uzun zamandır kredisini ödemeyen bir bahçıvanı oturduğu evden çıkarttık, bir sonraki adım için o evin sahibini bulmamız gerekiyordu. ancak bunun mümkün olmadığını anladık. esasında evin binlerce sahibi olabilirdi, ilk kredinin tam olarak hangi noktada, hangi kredi paketinin içinde olduğunu bulmak mümkün değildi, çok uzun uğraşlar sonunda evin iki sahibi olduğu ortaya çıktı: bir irlandalı ve bir türk. ikisi de hayatlarında hiç amerika'ya giriş yapmamışlardı."
tabii bir yerden sonra sistem çöküyor ve 2008 krizi yaşanıyor
bu dönemi, cds'leri ve yaşananları, don't look up ve vice filmlerinin yönetmeni adam mckay'in the big short filminde izlemenizi tavsiye ederim, steve carell, brad pitt'ten tut christian bale falan oynuyor.
62 trilyon dolarlık sektörün çökmesi tabii ki sessiz sedasız ya da sosyal patlamasız olmuyor. çok ciddi yargılamalar, senato müzakereleri yapılıyor, j.p morgan, goldman sachs gibi firmaların yöneticileri çağırılıyorlar, adamlara anlatın deniliyor, adamlar "anlatamayız, biz bile ipin ucunu kaçırdık, cds'lerin tam olarak ne hale geldiğini anlatmak mümkün değil" diyorlar. "baya boktan teklifleri hiç bir şeyden haberi olmayan insanlara sattık" diyorlar. yargıç "peki bu boktan teklifleri kaç kişiye sattınız?" diye sorduğunda, açık açık "arayan, soran ve sormayan herkese" diyorlar. böylesi devasa sıçışların, gerçek suçlunun bütün bir finans sektörü olduğunun açık şekilde ortada olmasına rağmen sıradan insanlar hariç kimsenin canının yanmamasının, sosyal patlama sonucu olmaması mümkün olur mu? olmaz...
new york'da bir metro var, sabahleyin spesifik bir saatte binmeyi başarırsanız bütün metro vagonlarının suit up, yani takım elbiseli iş insanlarıyla dolu olduğunu görürsünüz. bu insanlar çeşitli banliyölerden wall street'de bulunan finans şirketlerine çalışmaya gidenler. ve bu insanların önü, 17 eylül 2011 günü sabahı, metrodan inip caddeye çıktıklarında, daha önce bu sokakta hiç görmedikleri çapulcu bir grup tarafından kesildi. şirketlerine, binalarına giremediler, bilgisayarlarına oturamadılar, çapulcuların elinde kim olduklarını söyleyen pankartlar vardı: "biz geri kalan yüzde 99'uz!"
occupy wall street başlamıştı.
aslında her anlamda gezi eylemiyle kardeş bir eylemden bahsediyoruz. başlangıçta barışçıl başlayan eylemler, bir kaç müzisyenin katılımıyla büyüdü, 2008 krizi yüzünden evsiz kalanlar, işsiz kalanlar ve hayatını idâme ettiremeyen yüzbinlerce kişi new york'a akın etmeye başladı. eylemcileri esas kızdıran şey ne oldu desem, gezi parkı sürecini düşünürseniz tahmin edebilirsiniz: polisin orantısız müdahalesi, bizde portakal gazı olarak geçen ve biber gazından daha sert olan gazın serbestçe kullanımı, bütün olan bitenlere geleneksel medyanın tamamen sessiz kalması ve merkez siyasetin eylemciler için hiç bir girişimde bulunmaması.
ama tam olarak bizde olduğu gibi, iphone'u olan gençler, olayları sosyal medyaya taşıdı, tepkiler çığ gibi büyüdü. bu arada paralelde yavaştan unutulan 2008 ekonomik krizi yargılamaları tekrar medyanın ilgisini çekmeye başladı, tartışmalar hararetlendi, çünkü katılanların sloganı basit ve netti, dünyanın bütün nimetlerini sonuna kadar kullanan yüzde 1'e karşı gelen yüzde 99. biber gazı, yaralanmalar, tutuklamalar ve yargılanmalar derken, bu sefer wall street'in bazı çalışanları vicdan azabı çekmeye başladı ve eylemcilere katıldılar. eylemcilerin kendi aralarında kurduğu meclise dahil oldular ve bütün finans sektörüne "volcker rule" adını verdikleri tasarıyı tekrar ele aldılar. eylemcilerin başlangıçta 10 sayfalık bir bülteni olan volcker rule, bir hafta içerisinde finans sektörünün sistem açıkları yüzünden 300 sayfalık devasa bir anayasaya dönüşmüştü. bütün bunlar olurken paralelde unutulan birileri vardı; eylemleri ofislerinin camlarında izleyen wall street'in üst seviye yöneticileri, fon yöneticileri, şirket sahipleri. feci derecede korkmuşlardı.
daha occupy eylemleri sürerken, washington dc'de yapılan toplantılarda krize çözüm arıyorlardı
yaşanan krizden, eylemlerden dolayı oldukça endişeli olan obama hükümeti modern bankacılığın kurallarının elden geçirilmesi üstünde diretirken, bankerlerden kurulu heyet bunun kapitalizmi yok edeceğinden bahsediyordu. credit suisse'nin üst düzey yöneticilerinden biri "bir daha asla böyle bir şeyin olmasına izin vermemeliyiz" diyordu. eski fed başkan yardımcısı donald kohn "insanların anlamadığı sistemler yüzünden işleyen sistemleri sekteye uğratmaması gerekir" diyordu.
yine tam bu günlerde, wharton üniversitesi'nde ekonomi profesörü olan alex edmans bir research paper yayınladı ve esg paternlerine uyan firmaların, diğer firmalara göre yüzde 8-9'luk bir karlılığa sahip olduğunu öne sürdü. eskiden yayınlanmış ve unutulmuş olan araştırmalar gazetelerde tekrar yayınlanmaya başladı, oxford üniversitesi'nden michael barnett'in araştırması, new york üniversitesi'nden robert salomon'un araştırması derken, kısa sürede önümüze çok enteresan hükümet planları geldi, biz farkında değildik, bilmiyorduk. eşitlikten bahsediyorlardı, esg yeni bir terim vardı, bundan sonra environment, social ve governance'e herkes dikkat edecekti. dikkat edene çok büyük para vardı. social kısmının altında diversity, equity, inclusion diyorlardı. fonlar "selamın aleyküm ayol!" diyene basıyordu parayı.
wall street'in ve bütün bir sistemin korkulu başka bir rüyası daha ortaya çıktı: bernie sanders. açıktan sosyalist olduğunu söyleyen sanders'a demokrat parti tabanından hiç beklenmedik bir karşılık ve destek geldi. sistemi derinden sarsacağını, bütün bankacılık sistemini değiştireceğini, sosyal devlet yapısına geçeceklerini söyledi sanders. o kadar sempati topladı ki, demokrat parti primary'lerinde hillary clinton ile aşık atabilecek seviyedeydi. tabii ki bernie sanders'ın bu denli ortaya çıkışı diğer alt radikal toplulukları da hareketlendi, california'da 15-16 yaşında çocuklar yerlere, duvarlara orak ve çekiç çizmeye başladı.
yıllardır var olan dsa yani democratic socialists of america, tarihindeki en büyük kongreyi yaşadı, meraklısı için videosu aşağıda
sonrasında hillary clinton demokrat parti primarylerini ucu ucuna da olsa kazandı, bernie sanders'ın üzerinde medya müthiş bir baskı kurdu, çok radikal olduğu, çin ajanı olabileceği, geçmiş yaşantısında sovyetler birliği hayranı olduğu gibi deli saçması iddialar atıldı. hillary clinton primaryleri kazandı ama esas seçimi bu sefer herkesin dalga geçtiği donald trump'a kaybetti. donald trump'ın bu süreçteki önemi çok büyük, çünkü tepeden tırnağa "establishment" dediğimiz, petrol ve silah sanayisinden oluşan yapının kuklası olan cumhuriyetçi partinin içinde, bu yapının parasına ve desteğine ihtiyaç duymadan, kendi parasıyla başkanlık yarışını sürdürebilecek biriydi. tabii en başta bu yapı ve cumhuriyetçilerin kendisi donald trump'dan nefret etti. donald trump, "presidential" denilen üslubun çok dışında, bütün amerikan bireylerin özgüvensizliğinin ürünü olan hassasiyetlerin içinden geçecek şekilde düz ve net konuşan bir adaydı. ama bu özelliği sevildi, bu özelliğiyle de seçimi kazandı.
donald trump, seçildiğinde cumhuriyetçi parti içerisinde hakimiyeti hiç olmayan biriydi, çok büyük kısmı establishment fonları sayesinde washington'da olan senatörler ve meclis üyeleriyle başı dertteydi. hatta açık açık sırtından vuruyorlardı. japonya başbakanıyla yaptığı görüşmeler basına sızdırılıyordu, kapalı kapılar ardında kalması gereken yasa tasarıları ertesi gün gazetelerde boy gösteriyordu. tam bu noktada woke kültürü ağırlık kazanmaya başladı. "establishment" dediğimiz yapı, kendisine, yaşanan ve öngörülebilir gelecekte yaşanmaya devam edecek finansal çılgınlığa, israfa, lükse dokunmayacak, ona karşı durmayacak ama donald trump gibi kendisini açıktan tehdit eden bir siyasetçiye karşı büyük kaos yaratacak unsur olarak woke kültürünü desteklemeye başladı.
woke kültürüyle daha önce tanışmıştım, baldur's gate oyununa yıllar sonra çıkartılan siege of dragonspear ek paketinde bir rahibe, translıktan bahsediyordu. bu konu çok tartışılmıştı oyun forumlarında ama woke kültürü çok küçük bir akımdı, anita sarkeesian gibi dalga geçip güldüğümüz feministlerin akımıydı. ilk büyük şok star wars the last jedi filmiyle oldu, bence büyük kitlelerin de ilk ciddi tanışması böyle oldu, deli saçması bir senaryo, deli saçması oyunculuklar, tamamen "token" olsun diye oraya atılmış biri zenci ve biri asyalı karakterlerin aşkı falan her şey tam anlamıyla berbattı, star wars'un kendisiyle gerçekten dalga geçen bir filmdi. en şok edici kısım, bu filme basının verdiği destekti. bugünün havuz medyası gibi, bütün basın aynı cümlelerle filmi övüyor, ne kadar "diversive" olduğundan falan bahsediyordu. virüs hızla yayılmaya başladı.
özellikle her zaman uçuk fikirlerin anavatanı california'da okullara yayıldı. milli eğitim sistemlerinin son derece geniş olmasından dolayı, her okul istediği dersi ekleyebiliyordu. mesela 2019 yılında "ethnomathematics" diye bir ders çıkarttılar, bu derste "bundan sonra pisagor teoremi değil, çinli mimar gougu teoremi diyeceğiz" gibi şeyler öneriliyordu. sınıflarda, üniversitelerde beyaz bir erkekseniz söz verilmemeye başlandı, ne kadar azınlığa dahilseniz, daha çok söz hakkınız oluyordu. saçma geliyor değil mi? gerçekten değil, bizzat arkadaşım yaşadı bunu.
üstelik woke kültürü, olabildiğince geniş bir şemsiye halini aldı, çünkü amacı tamamen kaos yaratmak, dikkatleri dağıtmak, dünyanın gerçek meselelerinden zihinleri uzak tutmaktı. zenci hakları, kadın hakları, trans ve gay hakları, göçmen hakları gibi birbiriyle hiç bir alakası olmayan bütün meseleleri birbirine kaynakladılar. tam bir çamur, tam bir kafa karışıklığı, tam bir bulamaç. özellikle donald trump'ın covid krizini çok kötü yönetmesi ve bu yüzden seçimi demokratlara kaybetmesiyle, woke kültürü işin içinden çıkılmayacak bir çılgınlığa döndü. hani en başta anlattığım cds ve mortgage çılgınlığı vardı ya, woke kültürü de bunun sosyal eşleniği oldu adeta. hollywood ünlüleri çıkıp birer birer açıklama yapmaya başladılar "bende yıllardır içimde bir küneklik seziyordum ama baskıdan dolayı çaktırmıyordum", "dostlar müjde! 12 yaşındaki kızım ilk gender euphoriasına kapıldı bile! artık ona evde they/them diyoruz"
jordan peterson ilk kafayı yiyenimiz oldu, kanada'da "he/she/it" pronounlarının izinsiz kullanımı gibi bir şeyle karşılaşınca buna şiddetle itiraz etti, "ne zey/zen'i, ne zir/zir/ze si ne diyorsunuz oğlum?" derken müthiş bir karalama kampanyasına tutuldu, mizojeniyle, ırkçılıkla suçlandı, karısı da kanser olunca hepten dağıldı. çünkü dediğim gibi woke kültürü sürekli tartışma yaratsın, ortalığı bulandırsın diye oluşturulmuş bir paket, bir şemsiye. mesela translar ve gaylere uyuz mu oluyorsunuz? ırkçısınızda. sizce de hatunların efendi adam yerine piç tercihi eleştirilmeli mi? tebrikler, artık lanet olası bir ırkçı, cinsiyetçi ve faşistsiniz, sizden daha büyük orospu çocuğunu görmedik! kapsayıcılık ve dışlama konusunda o kadar ileri bir noktaya geldi ki, mao zedong görse "düşünemedik!" diye hüngür hüngür ağlardı.
tabii işler fon yönetimleri açısından süper gidiyordu bu arada. dei ve esg adı altında saçma sapan projelere yüzer ikiyüzer milyon dolar veriyorlardı ama sisteme olası baş kaldırının, odin göstermeye yeni bir occupy wall street'in yaratacağı zararın yanında son derece telafi edilebilir rakamlardan söz ediliyordu.
mesela dünyanın en büyük yatırım firması, aynı zamanda woke kültürün bayrak taşıyanı blackrock'ın ceo'su larry fink'i dinleyelim
"we will force behaviours..." yani davranışları zorlayacağız! her ne kadar kadın hakları için bunu söylüyormuş gibi görünsede, işin temelinin öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. kadın kotaları, kadın önceliği derken ortaya çıkan işin kalitesi müthiş derecede azalıyor, bunu göremiyor olmaları imkansız. ama şimdi buna itiraz ette gör nasıl dev-woke anında patlıyor beyninde!
tabii bu işin sosyal alt yapısı da var. amerika müthiş zengin bir ülke, amerika aynı zamanda ne kadar zengin olduğunun farkında olmayan bir ülke. her şeyin başında devasa toprakları, dümdüz alanları var. dolayısıyla dünyanın geri kalanının en büyük sorunu olan toprak ve yerleşim, burada sorun olmaktan çıkıyor. world of warcraft oynarken tanıştığım amerikalı arkadaşımın yaşadığı fakir mahallesi, binaları ve bahçeleriyle bizim göktürk, zekeriyaköy seviyesinde. "komşum polis, bahçesinde havuzu var" demişti. dolayısıyla bu zenginliğin, bu rahatlığın getirdiği boşluk ve şımarıklıkla woke kültürü kendisine rahatlıkla tartışma alanı bulabiliyor. mesela türkiye bana kalırsa woke'luk açısından amerika'dan fersah fersah önde, zeki müren, bülent ersoy, kuşum aydın, fatih ürek, en son kerimcan durmaz falan...ama bizde bu konular tartışılsa önce yılmaz morgül falan karşı çıkar "boyun devrilsin açlık var fakirlik var konu bize mi geldi allah cezanı almasın" diye. peki aynı boşluk ve rahatlıktaki bu insanların, gerçek meselelere eğildiğini düşünün bir? woke kültürü gibi bir saçmalık bu kadar popüler hale gelebilmişken, yüzde 1'in dünyanın yüzde 99'una sahip olduğu gerçeği yayılırsa ve önemsenirse ne olur?
işte bu olmasın diye önümüze atıldı woke kültürü...
credit default swap'ler unutuldu, 2008 mortgage krizi unutuldu, occupy wall street unutuldu, volcker rule unutuldu, işe yarar her şey ama her şey unutuldu. gerçek suçlular, sistemin tıkanıklığı, zenginlerin aç gözlülüğü, aşırı ve gereksiz lükse harcanan paralar, ardı arkası kesilmeyen finansal hırsızlıklar, hepsi unutuldu ve yeni palazlanan amerikan solunun tek derdi hiç bir işe yaramayan, hiç bir soruna çözüm bulmayan, kondom takmakla giderilecek kürtaj oldu, solun tek söylemi cinsiyet kavramı ve kimlik politikasına indi, radikalize oldu ve günün sonunda herkesin nefret ettiği bir şeye evrildi.
bir kitleye bir şeyi inandırmanın en kolay yolu, aynı şeyi defalarca söylemektir. dünkü seçim hezimetinden sonra aşırı "solcu" the view kadınları, sorumlu olarak beyaz heteroseksüel kadınları gösterdi...
işte woke kültürü budur.