Üzerinden Yarım Asır Geçen Efsane Yapıt: The Beatles White Album'ün Hikayesi
50 yıl önce çıkan efsane albümdür white album. dile kolay, yarım asır.
hindistan kampından 30'dan fazla şarkıyla dönen the beatles zat-ı şahanelerinin tabiri caizse yardırmasıyla ortaya çıkan şaheser.
her zamanki iddiasında ama büyük temalardan uzak incelikli bir albüm. grup üyelerinin farklı yaratıcı arzularının çok iyi dengelendiği; dopdolu ve eklektik yapısına rağmen muhteşem sentezlenmiş. toplumsal tefsirler, politik göndermeler, zekice hicivler, parodiler, sarkazm ve absürdizm. albümü asla eskitmeyen en büyük etken belki de bu zenginlik. ayrıca şarkıların sayıca fazla olması sindirilmelerinin çok daha uzun bir zaman dilimine yayılmasını sağladı. bu nedenle de etkisi uzadı ve çok uzun bir süre yeni kaldı.
john lennon, "üç adamın müziğini tek bir albüme sığdırmaya çalışmak çok zordu herkes kendi şarkısını kendi bildiği yoldan yapmak istedi, bu yüzden bir double lp albüm ortaya çıktı." demiş.
müzik şirketinin belirlediği çıkış tarihine kadar zaman daralırken son dakikaya kadar stüdyoda sabahlamışlar. george harrison o günleri "aynı anda 3 stüdyonun da çalıştığını hatırlıyorum." diyerek anlatıyor.
george martin'e göre yapılması gereken; bir eleme işlemi sonrasında, en iyi şarkılar üzerinde çalışılması gerektiğiydi. ama john'un da dediği gibi herkes kendi bildiği gibi yapmak istedi, grubun bireyselleştiği ve tartışmaların arttığı bir dönemde bunu yapmak zor olurdu. dahası muhtemelen çok zaman alırdı.
bazıları, bunun şişirilmiş bir double lp albümü olduğunu ve iki albümün sıkıştırılarak tek bir albüm haline getirildiğini düşünüyor. hatta ringo starr, şarkıları "white" ve "whiter" (daha beyaz) olarak iki albüme ayırmaları gerektiğini söylemişti espri yollu. ringo aynı zamanda white album'ün favori albümü olduğunu da söylemiş. ben de ona katılıyorum. en sevdiğim, en özel bağ kurduğum beatles albümüdür bu.
diğer albümlerinde olmayan bir enerji patlaması var bunda. her seferinde kaotik ışıltılı bir yolculuğa çıkarıyor ve daha önce fark ettiğin detayların arkasına gizlenmiş başka detayları da keşfediyorsun. müzikal çeşitlilik bakımından kuşkusuz en yaratıcı beatles albümü. şimdiye kadar denedikleri tarzların en geniş spektrumunu kapsıyor. enstrümantal çeşitlilik de cabası. birçok çalgı aleti, çeşitli miksler, ses efektleri, denemeler derken tüm bu fazlalığa rağmen albümün sade ve basit görünebilmesi inanılmaz. böylesine sofistike bir çalışmadan bu denli rafine bir sanat eseri ortaya çıkarmak beatles'ın alametifarikası. ortaya koydukları her işte her zaman en iyisini çıkardılar. ne yaparlarsa yapsınlar ustalıklarını kanıtladılar.
aslında white album kulağa uzaktan klasik bir beatles albümü gibi gelmez. önceki albümlerdeki iç içe geçmişlik, muntazamlık ve birlik beraberlik bu albümde daha bi' ayrıksı durur. başka hiçbir grubun yakalamadığı müzikal bir dünya yaratmışlardır yine ama şarkılarının albüm için bir araya getirilmiş bir grup solo sanatçıyı andırması da beatles'ın neden dağılıp kendi yollarına gitmeleri gerektiğinin bir göstergesidir.
gruptaki bireyselleşmenin keskinleştiği, ilişkilerin gerginleştiği ve anlaşmazlıkların had safhaya ulaştığı bir dönem. stüdyoyu terk eden terk edene. paul'un dominantlığı iyiden iyiye artmış, george martin'in zayıflayan otoritesi ve yoko'nun hoşnutsuzluk yaratan varlığı derken gerilim iyice tavan yapmıştır. tüm bu olumsuzlukların da esasen albümün hikâyesine dramatik açıdan ayrı bir ruh kattığını düşünüyorum. şarkı sözü yazarlığı ve besteciliğin momentum dönemindeydiler. ivmelerinin zirvesi, yaratıcılıklarının doruk noktasıydı.
içinde her şeyin olduğu bir açık büfeye benzetilebilir bu albüm. kendine kusursuz bir tabak hazırlayabilmen için tek eksik kuş sütü. her ne kadar albümü olduğu haliyle sevsem de eğer tek bir lp albüm çıkarsaydım nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim. ve işe koyuldum:
1
why don't we do it in the road
dear prudence
glass onion
while my guitar gently weeps
happines is a warm gun
julia
helter skelter
2
i'm so tired
rocky racoon
yer blues
cry baby cry
everybody's got something to hide
sexy sadie
revolution 1
siz de böyle bir liste yaparsanız, dışarda bıraktığınız bazı şarkılara baktığınızda white album'ün neden bir double lp albüm olması gerektiğini daha iyi idrak edeceksiniz, tıpkı benim şu an ettiğim gibi. ayrıca çok iyi sayılmayacak şarkılar da albüme aitler ve bütünü tamamlıyorlar. başka bir şekilde dinlenemeyeceğini düşünüyorum. hepsi deneyimin bir parçası. o yüzden albümdeki sırasıyla teker teker şarkılar hakkında bilgiler verip ufaktan yorumlayacağım...
back in the ussr
maharishi ile beraber hindistan'da meditasyon yaparken yazılan düzinelerce şarkıdan biri. beach boys'un üyesi mike love da kamptaymış. paul bu şarkıyı yaparken chuck berry'nin back in the usa ve the beach boys'un california girls gibi şarkılarından esinlenmiş.
şarkının kayıt günlerinde ringo küsmüş gitmiş. üç hafta kadar da dönmemiş. diğer üçlünün çok yakın düşünüp ve onların yanında bir yabancı gibi hissetmeye başlamış. martin scorsese'nin belgeselinde şöyle anlatmıştı o dönemi "dairemde yoko'yla yaşayan john'u görmeye gittim. dedim ki, 'yeterince sevildiğimi hissetmiyorum, siz üçünüz çok yakınsınız.' bunun üzerine john; "ben de siz üçünüz yakınsınız diye düşündüm!" demiş. sonra paul'un yanına gitmiş ve aynı şeyi ona da söylemiş: 'gruptan ayrılıyorum. siz üçlü olarak çok yakınsınız benim için bitti artık." paul da tıpkı john gibi "bana da üçünüz öyle gibi geliyordu" demiş. velhasıl bir şekilde orta yol bulunmuş, gönüller alınmış neyse ki.
şarkı uçak sesiyle başlıyor ve uçak sesiyle kapanıyor. sovyetlere bi' gidip geliyoruz adeta. temposu ve ritmi bünyeyi dans etme isteğiyle sallarken paul her "baaaack" dediğinde coşturuyor. "that georgia's always on my mind" derken georgia'yı hem kadın ismi, hem ülke olarak kullanarak yaptığı kelime oyununu da çok seviyorum.
dear prudence
john'un şarkılarında çalgıların ve ezgilerin birbirileriyle harika uyumu; deneyselliğin estetikle ve ruhla buluşturan o matematiği kotarma becerisi inanılmaz.
bu şarkı, içimde bir lotus çiçeğinin yaprakları gibi açılıyor. hiç kesilmeden eşlik eden gitar sesi büyüleyici. tiz geri vokaller ve yükselen enstrümantal çeşitlilik o tatlı gitarı duyulmayacak noktaya gelene dek bastırıyor. en sonunda su altına batan lotus gibi şarkı da yavaşça sadeleşiyor ve sakinleşerek gitarın rahatlatıcı sesiyle kapanışı yapıyoruz.
gelelim hikâyesine, hindistan kampında prudence farrow da bulunuyormuş. tanrı'ya ulaşmak için kendini üç hafta eve kilitlemiş. maharishi kampında adeta 'kim en çabuk kozmik olacak' yarışması varmış. john lennon sonrasında "ben zaten kozmikmişim haberim yokmuş" diyor. sayesinde prudence farrow da kozmik oldu. şanslı karı. sen maharishi'den medet umarsın ama lennon seni ölümsüzleştirir işte...
rishikesh'in bir başka konuğu donovan, lennon'a parmak vuruşlu gitar stilini öğretmiş. lennon bu tarzı, julia ve happiness is a warm gun da dahil olmak üzere white album'deki bir dizi başka şarkıda da kullanıyor. ayrıca ringo tatilde olduğundan back in the ussr'da olduğu gibi burda da davulu paul çalmış.
beatles'ın arınmak, ilham ve içe yönelmek gibi arayışları vardı. ün, para ve tüm uyuşturucu maddelerin veremediği şeylerin peşindeydiler. hindistan'a gidip gerçekten aradıklarına bir 'cevap' bulabileceklerine inandılar. sadece the beatles üyeleriyle sınırlı kalmayan tüm bu manevi arayış içindeki insanların hâli aslında oldukça ilginç. soyut ve geçici olmayanı bulma yolunda spritüel arayışlar onları materyalist dünyada sahip olduklarından daha fazlasını istemeye yöneltmiş.
glass onion
john lennon'ın, the beatles'ın müziğinde gizli anlamlar arayan ve şarkıları gereğinden fazla yorumlayan kişilere verdiği cevap niteliğinde bir şarkı. john, kendine has o sarkastik ince mizahıyla, önceki şarkılarına göndermeler yaptığı bu eserinde ortaya yine olağanüstü bir iş çıkarmış. kapanıştaki yaylılar da ayrıyeten muazzamlar.
john, "here's another clue for you all, the walrus was paul" satırını gruptan ayrılmaya niyetlendiği sıralarda, yoko ile birlikteliği ve paul'dan ayrılıyor olmanın getirdiği suçluluk duygusuyla, espri mahiyetinde yazmış. bir nevi "bele vaziyyetin içine soxum ben gidiyorum alın amk" dercesine son şakasını yapmış (henüz seksist küfrü bırakmadığı zamanlar).
lennon'ın seslendirdiği şarkılarda fetiş yaptığım bazı nağmeler muhakkak oluyor. bu şarkıdaki vokaline ayrı bayılıyorum. mırıldanmaya başlarken ilk önce hep "fixing a hole in the ocean" ve "looking through the bent backed tulips" kısımları beynimde yankılanıyor. ses tellerine kurban olunası "ocean" ve "tulips" tınıları o kadar güzel ki.
glass onion'ın anthology 3'te iki farklı versiyonu var. birinde john'un hebele hübele sözleri karıştırıp dalgaya vurduğu versiyonu dahi güzel. doğaçlama gelişen her nüanstan (bir aksilik dahi olsa) farklı bir yenilik yaratma özelliği son derece artistik. john'u john yapan faktörlerden.
diğer anthology versiyonunda ise john'un nefes seslerini duyuyor olmak beni çok hüzünlendiriyor nedense.
ob-la-di, ob-la-da
john lennon, stüdyoya kafası bir dünya gelmiş. hadi yapalım artık şu şarkıyı diyerek direkt piyanonun başına geçmiş ve tuşlara var gücüyle basarak ortaya çok şiddetli bir ses çıkarmış. daha önce yaptıklarının iki katı daha hızlı olan bu versiyonu kullanmışlar.
john, "şarkıya birkaç söz vermiş olabilirim ama bu paul'un granny shit'i" demiş (ahahah). john, kendi şarkılarına da en ağır eleştirileri yaptığı için sorun yok. hepsini sevse asıl o zaman saçma ve samimiyetsiz olurdu. yaptıkları tüm şarkıları beğense idi, bu sadece ne kadar narsist biri olduğunu gösterirdi. herkes bilir ki, lennon bu şarkıdan nefret ettiğini söyleyerek paul'a iyilik yapmıştır ve elbette paul da bunu çok iyi bilir. gerçek arkadaşlık budur zaten. bu ikiliyi efsane yapan da buydu; birbirlerinin eksikliklerini düzelten ve en iyisine yönlendiren "iki rakip beyin"di onlar. john, her zaman seviyeyi yükselten taraf olmuştur. bunun için en çok çabalayan oydu.
eğlenceli ve oldukça da matrak bir şarkı tamam lakin bir çocuk şarkısını andırmıyor mu? evet. biraz sinir bozucu mu? evet. çaldığı an şarkıya eşlik etme isteği hâsıl oluyor mu? buna da evet. yeğenime doğum günü videosu hazırlarken ilk aklıma gelen şarkı ob-la-di, ob-la-da olmuştu.
şunu da belirtmekte fayda var; anthology 3 versiyonu çok ama çok daha iyi. john, şarkının başında ve sonunda çılgın atıyor. tüm anlaşmazlıklara ve çekişmelere rağmen ortamda ne kadar eğlendiklerini fark ediyorsunuz. kıskandım ne diyeyim.
wild honey pie
paul mccartney hem vokalde, hem akustik gitarda, hem de davulda tek başına kendi tabiriyle 'ev yapımı' bir şarkı yapmış. yarı enstrümantal bir şarkı da denebilir buna. albümdeki diğer şarkı honey pie ile müzikal bir bağlantısı yok. 20 ağustos 1968'de, kaydedilmiş. ancak o zamanlar george'un zevcesi olan pattie bunu çok beğendiğinden albüme koymaya karar vermişler. yani biraz arkadaş hatrı için çiğ tavuk yemek gibi olmuş.
the continuing story of bungalow bill
john'un ob-la-di, ob-la-da nefretine karşılık bungalow bill gibi bir şarkı yapmasına bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyenlere akıl diliyorum. isyan ediyorum.
lennon'ın mizahıyla, paul'un mizahının mukayese edilemeyeceği bariz, zira çocuk şarkısı yapmakla, çocuksu bir şarkı yapmak arasında fark var. john'un kendine has sarkazmı onu benzersiz kılıyor. white album kalite kontrol yapılarak sürülseydi ob-la-di, ob-la-da'dan sonra çıkartılacak şarkılardan biri de bu olurdu deniyor fakat hiçbir şey bu şarkının en sevdiğim white album ve hatta en sevdiğim lennon şarkılarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. john'un "all the children sing!" diye bağırdığı an tempo tutarak söylemeye başlıyorum.
john'un topluma karşı kinayeli ve alaycı yaklaşımı şarkılarında eğlendirici bir unsurdur. pekâlâ bu şarkı amerikan politikasına gizli bir dokundurma olarak da görülebilir.
while my guitar gently weeps
duyduğum en şiirsel şarkılardan. albümü sanat eseri yapan dokunuşlardan biri. silent beatle'ın çiftesi pek olurmuş derler. george harrison'ın bir şarkı yazarı olarak hünerleri lennon- mccartney tarafından büyük ölçüde gölgede kalmıştır. lennon-mccartney tarihteki en iyi müzik bestecilerinden biridir ama harrison'ın yetenekleri de bir bakıma filler tepişirken ezilen çimenler misali göz ardı edilir.
bu efsane şarkının çıkış noktası, tesadüf diye bir şeyin olmadığı ve her şeyin birbirine bağlantılı olduğuna inanılan doğu felsefesine dayanıyor. george harrison raftan herhangi bir kitap seçer, rastgele bir sayfasını açar 'gently weeps' yazısını görür ve kitabı kapatıp şarkısını yazmaya başlar.
harrison daha sonra lennon ve mccartney'nin şarkıya hak ettiği ilgiyi vermediğinden şikayet ediyor. john ve paul, kendi şarkılarını hazırlamakla o denli meşgullerdir ki zaman zaman ciddileşmek ve kaydetmek çok zor hale gelir. harrison "ciddiye almıyorlardı ve hepsinin şarkım üzerinde çalışıyor olduklarından emin değildim. o gece eve gittim, 'yazık olacak bu şarkıya' diye düşündüm çünkü şarkının oldukça iyi olduğundan emindim." diyerek anlatıyor o günleri.
ortamdaki gerginliği ve şarkısına olan ciddiyetsizliği akıl dolu bir taktikle lehine çevirmek isteyen harrison, eric clapton'a giderek "neden stüdyoya gelip benim için bu şarkıyı çalmıyorsun?" teklifinde bulunuyor. clapton ise "bunu yapamam. daha önce kimse beatles kayıtlarında çalmadı. diğerlerinin hoşuna gitmez." diyerek teklifi kibarca geri çeviriyor. harrison ısrarını sürdürür ve 'bu benim şarkım ve üzerinde çalışmanı istiyorum' diyerek onu ikna eder. stüdyo aşamasında eric clapton'un varlığı, grubun geri kalanının şarkıyı daha çok önemsemesini sağlıyor.
let it be albüm çalışmalarında george bir süreliğine stüdyoyu terk ettiğinde john "eğer salı gününe kadar dönmezse clapton'ı alırız" diyerek espri yapıyor.
mick jagger 2002'de rolling stone'a verdiği röportajda bu tatlı ve hüzünlü şarkıya beğenisini "sadece bir gitarist böyle bir şarkı yazabilirdi." diyerek göstermiş.
happiness is a warm gun
kısaca; lennon'ın magnum opus'u.
bu şarkı bir başyapıt. tüm beatles şarkıları içinde en sevdiğim. dinledikçe vücuduma enfekte edildiğini hissediyorum ve artık o ayrılmaz bir parçaya dönüşmesi eşiğini geçeli çok oldu.
"mother superior" elbette ki yoko onu'yu refere ediyor. oidipus kompleks'te lennon'un eline su dökülemez. ilk karısı cynthia'nın dedikleri geliyor aklıma: "john annesi ve teyzesinin yerine geçecek birini arıyordu ve yoko'yu buldu." demişti. şarkıdaki cinsel metaforlarda, o dönemlerde yeni başlayan ilişkisinin etkisi büyük. "stüdyoda olmadığımız zamanlarda yataktaydık" diyor john.
mutluluk sıcak bir silahtır sözünü george martin'in gösterdiği bir dergiden bulmuş lennon. aynı zamanda ünlü karikatürist charles schulz'un happiness is a warm puppy karikatüründen gelen bir tabir bu. şarkıyı, birçok farklı parçanın muazzam birleşiminden oluşturmuşlar. john'un en güçlü ve en tutkulu olduğu vokallerinden biri ayrıca. sesinin her tonunu duyuyoruz. falsettoları harika.
"i need a fix.." öncesi gelen gitarda harrison döktürmüş. revolution açılışını da aynı şekilde yaptıkları kirli ve sert gitar da enfes. ayrıca bu şarkıda 50'lerin rock & roll'una hiciv niteliğinde doo-wop akord programı kullanılmış.
yüksekten aşağıya inme tabirinin bir uyuşturucu göndermesi olduğunu ileri sürenler de var. bir cinsel gönderme olduğunu iddia edenler de.. büyük olasılıkla cinsellikle ilgili bir gönderme. john lennon'ın it's so hard şarkısında "going down" kalıbını ereksiyon kaybını refere etmek için kullanmış (tabi o zamanlar cialis icat edilmemiş henüz).
paul mccartney ile john lennon'ın rekabetini, özellikle de paul'un mesleki hırsını düşününce, karşısına böyle bir şarkıyla gelen john'dan izin isteyerek tuvalete gidip orada gizli gizli ağlayan bir paul hayal edebiliyorum. şaka bir yana paul bu şarkının albümdeki favorilerinden olduğunu söylemiş (e bi zahmet paul'cuğum).
martha my dear
bazen sadece bir köpek olmak istersiniz.
beatles albümlerinin tasarlanma şekilleri her zaman kusursuz veya kusursuza yakındır. her şarkı bir sonraki şarkıyla; aranjmanıyla, enstrümantasyon olarak, prodüksiyon kalitesiyle her bakımdan en ince ayrıntısına kadar uyum içindedir. white album'de olduğu gibi yine şarkıların sıralaması bunu doğruluyor. martha my dear albümde öyle bir şarkının akabinde geliyor ki allak bullak olmuşken sizi hemencecik pamuk şekeri kıvamına getiriyor. bu şarkı çok aşina olduğumuz o bilindik paul ezgilerine klasik bir örnek de teşkil etmekte.
i'm so tired
kesinlikle albümün en iyilerinden. meşhur hindistan kampı sırasında dünyevi zevklerden uzakta ve arayışlarda bir john lennon. bedenen ve zihnen arınmaya çalışırken tüm günü meditasyon yapmakla geçirmektedir. geceleri uyuyamaz. yoko ono'dan gelen mektuplar onu heyecanlandıran belki de yegane şeydir. o aşamada yoko ono'yu artık sadece entelektüel bir kadın olarak değil, bir kadın olarak da görmeye başlar. "my mind is set on you." sözleri onu nasıl saplantı haline getirdiğinin bir delili.
bunu her dinlediğimde john'un hâli gözümün önüne geliyor. söyleme tarzı itibariyle teatral bir havası var şarkının. gerilimli atmosferi çarpıyor önce, sonra ruh hali bulaşıyor ve artık her yorgun ve uykusuz anların resmi marşı oluyor. bu şarkı bana çok az şarkının yaptığı o etkiyi yaptı. içimde kök salan, gittikçe büyüyen ve her dinleyişimde daha çok sevdiğim şarkılardan oldu.
yine john'un şarkılarında sıklıkla bulunan o çocuksu alaycılıkla eğip büktüğü kelimeler var. çok istediği bir şeye sahip olamayan, tutturup duran şımarık bir çocuğun izlerini de hissettim.
bir de 1969'da let it be oturumları sırasında, şarkının muhteviyatına pek bir uyumlu macca versiyonu vardır ki, bezgin ve zoraki.. dinlemekte fayda var.
blackbird
mccartney'in tek başına kaydettiği bir başka şarkı. mccartney'nin yarattığı melodiler arasında şahsi olarak en sevdiğiymiş ayrıca. bach'ın "bourrée in e minor" bestesinden esinlenmiş. şarkıda bahsi geçen siyah kuş aslında bir metafor. dönemin çalkantılı siyasi ikliminin bir meyvesi olarak doğmuş. bir nevi mccartney'den lennon'ın "revolution" karşılığı diyebiliriz (ben de boş adam değilim politik şarkı yapabilirim).
sivil haklar hareketi'nin etkisiyle, şarkısında kuş olarak siyahi bir kadını sembolize ettiğini söylüyor paul. abd'de dönemin baskısıyla mücadelesini sürdüren siyahi bir kadına 'asla umudunu kaybetme' dileği belki de.
macca, hindistan dönüşü iskoçya'da bulunan çiftliğine kapanarak yazmış sözleri. dışarıda bekleyen hayranlarına "hâlâ orada mısınız?" diyerek seslenmiş ve pencere önünde gitarıyla çalarak ilk kez blackbird şarkısını söylemiş. şarkıyı tek başına kaydetmiş, zira harrison ve ringo o sırada kaliforniya'da bulunuyor. lennon ise farklı bir stüdyoda revolution 9 üzerinde çalışmaktaymış.
metronom kullanmamış bile, ayaklarıyla ritim tutmuş. açıkçası bu şarkıyı seviyorum. kuş cıvıltıları eşliğinde bülbül gibi şakıyan bir adet paul'a asla hayır diyemem. lakin, vokal desteği alsaydı çok daha iyi olabilirdi. kimseye dokundurtmamasına gerek yoktu şarkısını.
piggies
piggies, albümdeki en az sevdiğim şarkı. çok net. şarkıya dair en hoşuma giden şey klavsen enstrümanı olabilir.
george harrison, piggies'i 1996'da yazmaya başlamış, aynı yıl benzer şekilde taxman'i de besteliyor. her iki şarkı da, müzikal açıdan oldukça farklı olmakla birlikte, para hırsı, sosyal uçurum ve sınıf farklılıklarıyla ilgili yorumlar ve metaforlar içermekte. "piggies" şarkısı sanılanın aksine polis eleştirisi değil. domuz olanlar aslında işçi sınıfına saygı duymadan varlıklarını koruyan üst sınıf ve politikacılar. şarkı, john lennon ve harrison'un annesi louise'den de lirik katkılar almış.
ayrıca bu charles manson ve ailesi tarafından yanlış bir şekilde yanlış yorumlanmış şarkılardan biriymiş ki en ilginç şey bu sanırsam.
manson'a göre 'domuzcuklar' ölüme mahkum edilen beyazları temsil ediyormuş. tarikatını da, siyahların yükselip beyazları öldüreceklerine inandırmış. ama onlar vahiy kitabında ve white album'de bulunacağına inandıkları bir dizi ipucunu kullanarak kurtulacaklarına inanıyorlardı. öyle de bir delilik hali anlayacağınız. garibim harrison kırk yılın başı şarkı yazar, o da charles manson tarikatının ulusal marşı olur. nasıl bir talihsizlik.
rocky raccoon
bu şarkının ünlü marvel karakteri rocket raccoon'a esin kaynağı olduğuna dair söylentiler vardı. en sevdiğim paul şarkıları arasında. john'a sorulduğunda "bunu tabii ki paul yazdı, ben hiç öyle incil saçmalıklarıyla falan uğraşır mıyım aklınız alıyo mu hiç?" minvali konuşmuş. ama kendisi bir ton enstrüman çalıyor bu şarkıda. belki de bu yüzden çok seviyorum şarkıyı. özellikle harmonium denen küçük orgu çalışına kurban olasım geldi.
beatles'ın müzikal çeşitliliği malum. white album'de yer alan olağanüstü enstrümanları düşünürsek liverpool'dan çıkan bu hergelelerin honky-tonk müziğine bile el atmış olmaları ne kadar çatlak olduklarını gösteriyor. paul'un bu şarkıdaki hikayesinde bob dylan'dan fazlasıyla etkilendiği aşikar. anlattığı kısa öyküyü hayal ettirme işinde en az dylan kadar iyi olabileceğini kanıtlıyor.
don't pass me by
bu şarkı tamamen ringo'nun ürettiği ilk şarkı. hem yazıyor, hem besteliyor, hem de söylüyor. neşeli bir ritmi olmasına rağmen sözleri pek de hüzünlüdür. albüme koyulmasından birkaç yıl önce tamamlanmış esasen. dipfrize atmışlar bir bakıma ve zamanının gelmesini beklemişler.
ringo'yla en özdeşleştirdiğim şarkı little help from my friends olduğu için böyle no help bir şarkıda sanki ebeveynlerinin elini bırakıp pati pati yürümeye çalışan bebek canlanıyor gözümde.
"waiting for your knock dear,
on my old front door."
"see the hands a'moving,
but i'm by myself."
bunlar seks ve mastürbasyon göndermesi mi? yoksa tamamen benim fesatlığım mı?
ringo aslında hayatı boyunca davulların arkasında kalmak ve çoğunlukla görmezden gelinmek istemiyor. beatles'daki günlerinin aksine ilerleyen yıllarında bir grubun lideri olmak istemiş.
ayrıca bu şarkının anthology 3 versiyonunun başındaki konuşmalar o kadar güzeldir ki duygulanmamak elde değil.
why don't we do it in the road
ringo starr'ın yardımıyla paul mccartney'nin elinden çıkan bir şarkı. söylenene göre gayet spontane gelişmiş her şey. john lennon ve george harrison diğer şarkılar üzerinde çalışırken bu white album'ün son aşamalarında kaydedilmiş. lennon daha sonra macca'nın 'ayrı kaydetme' kararının gruba zarar verdiğini söylediği bazı açıklamalarda bulunmuş. bölünmüşlük orada başladı demeye getirmiş zannımca. şarkıyı sevdiğini söylüyor ama incinmiş de aynı zamanda.
ama paul savunmaya geçmekte geç kalmıyor. o da john'un revolution 9 ve julia parçalarında aynı şeyi yaptığını söylüyor. "kasıtlı değildi, her iki taraf da tek başına çalışırdı zaten." diyor ve ekliyor "o george'la bir şeyler üzerinde çalışırken, ringo ve ben boşta kaldık sonra hadi gidip yapalım dedim ringo'ya. that's all. o bensiz çalışırken iyiydi ama ben yapınca 'bastard' olan ben oluyorum!" paul'un açıklamaları bu minvalde. ringo da daha sonra the ballad of john and yoko'nun kendisi ve harrison olmadan kaydedildiğine dikkat çekiyor. "paul ve ben hiç gocunmadan yaptık valla" deyip işin arkasında duruyor ringo ringo şişeler.
şarkıyı ilk kez dinlediğim anı hatırlıyorum. gözlerim fal taşı gibi açılmış, 'bi' dakka bu paul mu gerçekten?' diye duraksamıştım. bu albümde paul'un vokal yeteneğiyle kendi sınırlarını aştığı iki şarkıdan biri de budur hiç şüphesiz. ses tellerini patlatırcasına kendinden geçerken, sözlerin de 18+ imâlar taşıması ayriyeten iç gıdıklayıcı bir havaya sokuyor dinleyiciyi. beatles şarkılarının bu 'deneyim' yaşatan etkisi inanılmaz.
fakat yine 'john da dahil olsaydı acaba ortaya nasıl bir eser çıkardı?' diye düşündüğüm şarkılardan biri. john'un içinde ukte kaldı besbelli. aslında bana sorarsanız tam onun sesine yakışacak bir şarkıydı bu. belki de john söylemeliydi. ama paul tarafından gözardı edildi. paul dünyanın en tatlı insanı olabilir lakin mevzu müzik olunca hırs konusunda rakip tanımadığını itiraf etmek gerek. kameralar önünde george'la münakaşa eden de oydu hatırlarsanız. üstünlük taslayan hâli biraz sinir bozucu değil miymiş?
i will
nasıl ki lennon'ın "girl" şarkısı onun ideal kız tasviriyse, bu da paul'un ideal aşk tasviriydi. "why don't we do that in the road" gibi edepsiz bir şarkıdan hemen sonra, böyle naif bir şarkıyla çıkageliyor paul ve yine şaşırtıyor. hem 'dirty' hem de romantik olabilirim demeye getiriyor belki de.
paul mccartney ve grup arkadaşları rişikeş'te bu şarkı üzerinde çokça çalışmışlar. paul yazdığı melodiler içinde en sevdiklerinden biri olduğunu söylüyor "i will"in. bunu yapabildiği için kendini şanslı hissediyormuş. zira rişikeş'teki meditasyon günlerinde donovan'ın da aralarında olduğu bir ekiple melodinin üzerine sözler yazmaya çalışmışlar. paul hep daha iyi sözler bulmaya çabalamış ve en sonunda basitlikte karar kılmış. kendi içinden gelen en yalın, en düz, ama en etkili aşk sözcüklerini kullanarak şarkıyı tamamlamış. funfact: şarkının kayıtlarında lennon metal bir parçayı tahtaya vurarak tempo tutmuş.
julia
julia da tıpkı dear prudence ve happiness is a warm gun gibi, john'un hindistan dağlarında oturup, vejetaryen beslenerek yazdığı şarkılardan biri. şarkı aynı zamanda donovan'ın lennon'a öğrettiği fingerpicking gitar stilini içeriyor.
donovan o günleri şöyle anlatmış;
"john, parmak stili gitar öğrenmeye hevesli iyi bir öğrenciydi. bu stilli kullanarak julia ve dear prudence'i yazdı. paul zaten parmak stilini az çok biliyordu. george ise 'chet atkins tarzı'nı tercih etti."
şarkıda geçen "ocean child calls me" sözü yoko ono'yu temsil ediyor. adı japoncada 'child of the sea' yani denizin çocuğu anlamına geliyormuş. bir bakıma annesini ve yoko'yu aynı şarkıda harmanlanmış. john lennon gençlik yıllarına kadar annesiyle hiç gerçekten tanışmamış. ilk kez ergenlik yıllarında tanıştığı annesiyle olan ilişkisi biraz karmaşık bir hâl almış haliyle. lennon'ın yoko ona'ya olan aşkında, geç bulup tez kaybettiği anneciğinin etkisi muhtemelen fazladır. annesini kaybetmenin acısını ve anne sevgisi özlemini yıllar sonra onunla tedavi edebilmiş.
şarkı, yoko ono'da sonunda annesininkine eşit bir sevgi bulduğunu ve bundan sonra ruhunu onun ilhamına karşı çıplak bırakacağından bahseder. aynı zamanda artık gerçekten özgür olabildiğine işaret ediyor. ayrıca sözlerin bir kısmını lübnanlı şair halil cibran'ın şiirinden uyarlamış.
julia'nın inanılmaz bir büyüsü var. kısacık bir şarkı olmasına rağmen 10 dakikalık doyurucu uzunlukta gibi geliyor bana. albümdeki favorilerimden. sadece ruhu uyutan, dinginleştiren bir ninni gibi adeta. noksansız bir tastamamsızlık, uyumlu bir uyumsuzluk var sanki. müzik eğer matematik olsaydı bu şarkıda yanlış bir formül var galiba derdim. asla olumsuz anlamda kast etmiyorum.
john lennon'un besteleme yeteneğinin büyüklüğü, iki tür melodi hareketliliğine sahip olmasıdır. bir dış hareketlilik ve bir iç hareketlilik. dış hareketlilikte melodi yukarı ve aşağı hareket eder ya da birkaç nota kullanılır. iç melodide, melodi neredeyse bir notadan oluşur. tüm bunlar yine, yeni, yeniden lennon'ı dahi müzisyen statüsüne taşıyan mükemmellikler.
anthology versiyonunda john ile paul'un arasında geçen konuşmalar ağlatır! john'un çocuksu, utangaç halleri ve paul'un onu teşvik edişi şarkıdan bile daha duygusal olabilir. annesiyle ilişkili bir şarkı yapıyor olması john'u belli ki zorlamaktadır. yoğunlaşmaya cesaret edemez gibidir o anlarda. çok savunmasız gelir sesi adeta yardım beklercesine. paul'un güzel, cesaretlendirici sözlerini duyduktan sonra beatles'ın neden beatles olduğunu bir kez daha anlarsın.
birthday
bu şarkıyı dinlerken john bundan nefret etmiştir diye düşündüm ve nitekim piece of garbage olarak nitelemiş. kendi görüşüdür. ama aşağı yukarı katıldığım bir görüştür bu.
yer blues
albümün en sevdiğim üç şarkısından biri. lennon'ın en sevdiğim şarkılarından çok rahat ilk 10'da. tüm zamanların en çok sevdiğim parçalarından biri ayrıca. ruhu var bu şarkının ya. çok gerçek. çok elle tutulur. fazlaca hayatın içinden. herkesin empati kurabileceği, evet ben de böyle hissetmiştim çoğu kez diyeceği bir duygusu var. bir haykırış, bir isyan, bir vazgeçiş. artık hiçbir şeyin umrunda olmaması.
depresyon havalarında ses tellerini yırtarcasına ı feel so suıcıdal just lıke dylan's mr. jones diye bağırarak söylemek kadar sarhoş eden başka bir şey yok.
tanrı'ya ulaşma ve intihar hisleriyle bezeli duygular içinde yine büyülü hindistan havasında yazılmış bir şaheser. lennon ve yoko ono ilişkisi henüz başlamamış olsa da o sıralar mektuplaşıyorlar. lennon, ideal kız tasviri "girl" eserindeki aşkı yoko'da bulduğunu farkediyor muhtemelen. aynı zamanda, maharishi kampında her gün sekiz saat meditasyon yapıyor ve (kendi deyimiyle) dünyadaki en sefil şarkıları yazıyordu.
" 'ölmek istiyorum, çok yalnızım' diye yazdığımda şaka yapmıyordum. gerçekten de öyle hissettim." bunlar onun cümleleri.
john'un, beatles'taki diğer üçlüye kısaca 'ben herkesle çalabilirim düdükler' deme şekli olan (bkz: the dirty mac) hakkında yazmama gerek yok bu başlığa bakabilirsiniz.
ringo enfes bir betimleme ile 60'ların grunge rock'ı diyor bu şarkıya. hatta grunge blues.
grubun 4 üyesi de kutu gibi bir odada dip dibe kaydediyorlar. zaten dinlerken havanın o ağırlığını, yoğun enerjiyi, o sinerjiyi, ambiyansı hayal edebiliyorsunuz. müthiş bir momentum var ortamda. şarkıyı tanımlayan anahtar kelimeler: rough, raw, pure, dirty.
şarkının, beklenilen o mutlu ve iyimser beatles tonundan km'lerce uzaklığı john lennon'ın özelinde. ve tabii ki aynı zamanda the beatles hakkında harika olan şeylerden: çok yönlülükleri. her şarkı diğerlerinden farklı. white album'ü bu kadar çok sevme nedenim bunu mümkün olduğunca esnetebilmeleri, en uç noktalara kadar özgürce taşıyabilmeleri.
yer blues'un yaydığı enerji hiçbir şeyle kıyaslanamaz. bir nükleer silah ya da benzeri bir şeyle belki.
şarkıyı övmeyi biraz abartıp yazılmış en iyi blues parça olarak tanımlarsam eğer; beyaz bir adam tarafından yazılmış olması bunu daha da ilginç kılar. :)
mother nature's son
paul bu şarkıyı liverpool'da ailesinin evinde yazmış. baba ocağına her gittiğinde yaparmış bunu. orada iyi bir ruh halindeyken bir şeyler yazmayı bir fırsat olarak görüyor. nat king cole'un nature boy şarkısından esinlenmiş esasen. paul'un karısı linda ile fotoğraflarına aşina olanlar bilir. doğa içinde ailecek birçok kareleri vardır. ikisi de doğayı ve doğada olmayı seviyorlar. bu yüzden böyle bir şarkı çıkarması şaşırtıcı değil.
john'un, maharishi'nin doğadan bahsettiği bir konferanstan ilham alarak yazdığı, mother nature's son'la benzer sözlere sahip olan şarkısı i'm just a child of nature albüm dışı kalıyor. bu şarkının müziği yıllar sonra imagine albümünün klasiklerinden jealous guy olacak ayrıca. iyi ki de albüm dışı kalmış.
şu noktanın altını çizmekte fayda var. maharishi'nin söyleşisinden aldıkları ilhamın ikisini de benzer şarkılar yaratmaya itmesi ilginç. yıllar içinde birbirlerine benzemelerinin bir çeşit mesleki deformasyon olduğunu düşündürtüyor bana.
şarkıyla ilgili en enteresan bilgi, kaydedildiği sırada grup içi gerginliklerin en ayyuka çıktığı dönemde olmaları. çatışmalı, bol gerilimli zamanlardan geçiyorlardı. macca çoğunlukla tek başına çalışmış stüdyoda.
tanıklardan biri şöyle anlatıyor, ki o dönemi kafalarda canlandırmak için mükemmel bir anektod: paul ve george laylaylom çalışırken ve her şey çok iyi pozitif havadayken içeri john ve ringo girmiş. birden hava buz. atmosfer anında tamamen değişmiş. ortamdaki gerginlik tavan yapmış ve 10 dakika boyunca sürmüş bu durum. ta ki john & ringo geri gidene kadar. bu anı, beatles'ın nerden nereye gittiğini göstermesi bakımından ibretlik. tüm olayın paul ve john arasındaki güç savaşı olduğu da bariz.
paul ileriki solo albümlerine de koymuş bu şarkısını ama beyhude çabalar. beatles ruhu olmadıkça tat aldığımı söyleyemem.
everybody’s got something to hide
john, bu şarkıyı da yoko'yla olan ilişkisi hakkında yazmış. kısaca ikimiz bir fidanın güller açan dalıydık, her toplantıya, her yere beraber gidiyorduk çünkü bir an bile ayrı kalamıyorduk ama bizim dışımızda herkes gergindi. halbuki aşık olduğunuzda her şey açık ve nettir. yani john, n'apsaydık siz rahatsız oluyorsunuz diye aşkımızı gizlese miydik diyor. bu şarkı, aşklarının neden tarihe damga vurduğunu belli eden bir yapıya sahip. onca kötü söze ve saldırıya rağmen emsalsiz bir şekilde birbirlerinden başkasını görmediler. romeo & juliet olsa bunca baskıya iki günde biterdi ilişki. john'un korkunç ününe rağmen gelen tepkilerin umrunda olmaması, her zaman bildiğini okuması, hayran kaybederim tasasını zerre yaşamaması. çevrelerindeki tüm kakofoniye rağmen, o tüm sarkastik hicviyle olanlara böyle eğlenceli bir şarkıyla yaklaşıyor. o kadar temiz ki. asla negatif ya da sert bir tutum yok. sadece aşık bir adamın yapacağı türden; rahat, huzurlu ve mutlu.
şarkıdaki ziller delicesine ritim tutma ve eşlik etme aşkı veriyor insana. enerjisi inanılmaz. şarkıyı kaydederken ne kadar eğlendiklerini tahmin edemiyorum bile.
şarkıdaki "monkey"in eroine bir atıf olduğu iddiası var. "the deeper you go the higher you fly" gibi sözler buna delil olarak gösteriliyor. 1940'lı yıllarda ortaya çıktığı düşünülen ve eroin bağımlılığı için kullanılan bir caz terimi varmış "i’ve got a monkey on my back" gibi. ama john bunu reddetmiş. aslında şarkıdaki "monkey"in yoko olduğunu ve john'un da yoko'ya bağımlı olduğu gerçeğini düşünürsek bu da makul.
öte yandan her beatles albümünün bir uyuşturucu maddesi etkisiyle yapıldığı rivayeti var malum. (lennon, rubber soul albümünü "pot album" revolver albümünü ise "acid album" olarak tanımlamış. yani biri ot kafasıyla, diğeri lsd kafasıyla yapılmış.) pot, lsd derken white album'ün de kapağının bembeyaz oluşuyla bunun bir eroin albümü olduğu hatta kapağın da buna bir referans deniliyor. bence uçuk bir ihtimal.
paul bu konuda konuşurken john'un hiçbir zaman dile getirmediği ve kabul etmediği şeyi açıkça söylemesi dikkatimi çekti. "o zamana kadar ot ve lsd göndermeli şarkılar yapmıştık. fakat john eroin göndermeli şarkı yapmaya başlayınca hepimiz hayal kırıklığına uğradık, bu bizim için sertti." vb. açıklamalar yapmış. grubun doğrucu davud'u rolüne soyunmasının nedeni john'un kötü yanını göstermek istemesiydi miydi acaba? gerçek dost insanın ayıbını örter. ulu orta her şeyi söylemek zorunda değilsin paul.
bir diğer uçuk bulduğum iddia da şarkıyla ilgili. karşılıklı mastürbasyon üzerine yazılmış olabileceğiyle ilgili bir şey duymuştum. yakın zamanda paul mccartney'in john'la bir grup seks esnasında mastürbasyon yaptığı açıklamasını da düşününce... bilemiyorum altan. *just kidding*
sexy sadie
hindistan kampının son günleri ortaya çıkmış şaheserlerden biri. john sen dur dur giderayak bombayı patlat. paul'un anlattığına göre maharishi'nin, kamptaki kadınlardan birine asıldığı dedikodusu çıkıyor. zannediyorum bu noktada paul cool çocuğu oynamaya karar veriyor. "n'olmuş yani adam kimseye iffet yemini falan etmedi ki. bana tanrı gibi davranmayın sadece bir meditasyon öğretmeni olarak görün diyen kendisiydi. bu yüzden meditasyon merkezini terk etmek için yeterli sebep olduğunu düşünmedim." diyor fakat ringo ile beraber, kampı diğerlerinden 4 ay önce terk etmeleri de ilginç doğrusu. paul ayrıca john'un hindistan'da bir anlam arayışı içinde olduğunu ve hayatın anlamı nedir sorusuna maharishi'den bir cevap bulabilme umudu içinde olduğunu da söyler.
şarkının doğma süreciyle ilgili en güzel şeylerden biri sanırım george harrison'ın etkisi. o ve john'un havaalanına gitmek için bekledikleri taksi bir türlü gelmek bilmez. ellerinde valizler, artık iyice paranoyaklaşmış ve tükenmiş haldedirler. "maharishi, what have you done?" sözünü çok saçma bulur george, sakın böyle yapma der. bunun üzerine john 'maharishi'yi 'sexy sadie' olarak değiştiriyor. john bu son dokunuştan sonra ingiltere'ye yoko'ya uçuyor. george ise hindistan'ın güneyine gidip bir süre daha kalıyor. george'un ölene dek bitmeyen hindistan aşkı da malumunuz. maharishi'nin skandalı hakkında george 'namus bekçiliğine gerek yok masum değiliz hiçbirimiz' minvali bir yorumda bulunuyor. anlaşılan tek kızgın john'muş. hatta şarkısının yumuşatılmadan önceki sözleri bayağı sert: "you little twat/ who the fuck do you think you are?/ oh, you cunt."
geri plandaki tüm bu gülümseten detaylara rağmen şarkının son derece depresif ve üzücü tonlarda olması john'un kırılganlığıyla ilintili.
bu adam gerçekten inanılmaz biri. dehasının ardındaki öfkesinin sarkazmla dışavurumu tek kelimeyle muazzam. maharishi, john ve george'a neden kampı terk ettiklerini sorduğunda john "well, if you're so cosmic, you'll know why." cevabını veriyor. buna sonsuza kadar gülebilirim galiba.
john, smokey robinson'ın i've good to been to you şarkısını çok sever. this boy'u yazarken bu şarkıdan ilham aldığı gibi sexy sadie'nin açılış sözlerine yine bu şarkıyla benzer bir açılış yapar.
radiohead, creep şarkılarından 'fazla' ilham aldığını düşündükleri için lana del rey'e dava açmışlardı. lana da o şarkıdan ilham almadığını söylemesine rağmen yayın haklarının %40'ını teklif etmiş. fakat radiohead'in aç avukatları %100'ünü istemiş. gel gelelim karma police ve sexy sadie şarkılarının benzerliğine. bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur. bu ne yavuz hırsızlıktır, bilemedim.
helter skelter
gitarların çılgın attığı albüme yakışır şekilde yine gitarların şahlandığı bir şarkı bu. john bas gitarda ve saksafonda döktürmüş resmen. sondaki, ringo'nun “i’ve got blisters on my fingers!” çığırışı da kulağa son derece john vari geliyor. ne yalan söyleyeyim, john söyleseydi acaba nasıl olurdu diye düşünürken aklımı yediğim bir başka şarkı bu da. muhtemelen daha 'heavy' olurdu. ve yine paul'un kendini aştığı şarkılardan. john tarafından şarkılarına granny shit eleştirisi yapılan paul'un en sonunda gaza gelip heavy metali icat ettiği şarkı desek abartmış olur muyuz acaba? bu konuda ciddi bir tartışma var. resmen her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. beatles ikinci döneminde she's so heavy, revolution ve back in the ussr gibi sert şarkılar çıkarıyor. içlerinden en serti de bu rock'n roll ve hard rock karışımı olan helter skelter. heavy metal tarzının öncüsü kabul ediliyor.
bazıları ise ilk heavy metal şarkının black sabbath olduğunu iddia etmekte. tabii black sabbath'ın helter skelter'dan sonra çıktığı da bir gerçek. black sabbath grup olarak karanlık tema ve hard rock'ı aynı potada birleştirerek metal dönemi başlatıyor. devamında judas priest, iron maiden ve motörhead gibi gruplar geliyor zaten bu alanda. ama ilk metal şarkının helter skelter olduğu yönünde görüş birliği hakim. tohumu eken the beatles idi. müzikte devrim yapmak zaten onların işi olmuştu artık.
esasen tüm bunlar paul'un yaratıcılık hezeyanları içinde olduğu zamanlara denk gelmekte. paul, the who grubunun çok sert bir şarkı üzerinde çalıştığını duyuyor ve kolları sıvıyor. hani beşinci beatle kim geyiğine birçok cevap verilebilir ama bi' düşününce paul'un diğer personası yani patron kişiliği olabilir bence bu beşinci beatle. ekmeğini aslanın ağzından kaparcasına bir hırs. hayret etmemek elde değil.
şarkı üzerinden bir punk rock, garage ve grunge tartışması bile var. ilk punk şarkı helter skelter mıydı? bu olmasaydı nirvana olmazdı gibi büyük büyük laflar. bu da biraz fazla gibi geldi bana açıkçası. elbette ki beatles olmasaydı şimdiki pop müzik farklı şekillenirdi. psychedelic ve prog rock gibi müzikleri yaratmış olmaları da yadsınamaz. başka hiçbir grup sound'larını onlar kadar değiştirmemiştir. nasıl ki kubrick sinemada her janra çektiği filmlerde en iyilerini bırakmışsa beatles da olabildiğince geniş müzik yelpazesinde ellerini attıkları her tarza en iyi şarkıları bıraktılar.
şarkı, en büyük ününü charles manson'ın sözleri yanlış yorumlayıp her şeyi bok etmiş olmasından alması inanılır gibi değil. albümde tehlikeli yığınla şarkı bulunmasına rağmen ihale buna kalıyor. garibim paul. allah'ın delisi güzelim şarkıyı çarpık felsefesinin bir gerekçesi olarak sonsuza dek kirletti. şarkının hiçbir şekilde cinayetle ilgisi olmamasına rağmen sondaki yaygaranın cinayet sonrası alem yapmak olarak yorumlanması falan ne sapkınca düşüncelerdir bunlar. hastalıklı zihinlerin her şeyi kötülüklere çekebileceğinin kanıtı.
şarkının sonlarında müziğin yavaş yavaş azaldığı ve bitip tekrar yükselmeye başladığı kısmı hem çok orijinal, hem de ürkütücü buluyorum. charles manson'ın bu şarkıdan çok etkilenip o hastalıklı kafasından ırk savaşı başlayacağını falan üretmesi aslında şaşırtıcı bile gelmiyor. yani sorunlu bir beyni manipüle edebilecek denli tuhaf bir etkisi varmış gibi bu şarkının.
helter skelter, en tepeden en dibe inmekle ilgili bir sembol olarak kullanılmış. roma imparatorluğunun yükselişi ve düşüşü gibi bir nihayete erme durumu.
şarkıyı aslında bir meydan okuma olarak görebiliriz. sadece hanım evladı gibi şarkılar yazabilmekle suçlanan paul'un alın size diyerek yüksek sesli müzik, haşin ve kulak tırmalayıcı bir vokal, gürültülü davullar eşliğinde tozu dumana katması. macca'nın farklı şarkılarda farklı seslere bürünebilmesi de takdire şayan. sanki başka biri söylüyormuş gibi geliyor bazen.
long, long, long
dedikleri gibi bu şarkı haşin helter skelter ve siyasi gerginliğiyle revolution 1 arasında sükunet sağlıyor. bir aşk şarkısı gibi görünse de aslında tanrı hakkında yazılmış. sözler tamamen harrison'ın ruhani yolculuğuyla ilgili. tanrı'nın ne olabileceğini görmeyi beklerken içsel yolculuğunda bir anlam arayışı içindedir. spiritüal anlamda hindu felsefesinden etkilendiği de bir gerçek.
george otobiyografisinde bob dylan'ın blonde on blonde albümünde bulunan sad eyed lady of the lowlands şarkısından ilham aldığını anlatmış. dylan'ın müziğinden bariz şekilde büyülenen sadece lennon değildi anlatacağınız. tom petty, harrison'ın tıpkı kutsal kitap'tan alıntı yapan bir insan gibi dylan'dan alıntılar yaptığını söylemiş. white album'ün çıkmasından kısa bir süre sonra, harrison woodstock'ta dylan ve grubuna teşekkürlerini sunmuş. ikisi, "i'd have you anytime"ı yazmışlar. ki bu da kalıcı bir arkadaşlığa doğru ilk adım olmakla kalmayıp aynı zamanda george'un ilerideki albümü all things must pass'in ilk şarkısı olmuş.
beatles için çok tipik bir durum ama bu şarkının bugünkü müzisyenlerin çoğunu nasıl etkilediğini farketmek her seferinde saygımı bir kez daha arttırıyor.
george'un narin sesi şarkının melankolik ruh haliyle birleşince etkisi insanı sarıp sarmalıyor. iddiasız ama küçük bir hazine gibi bu şarkı ve yıllar geçtikçe daha da derinden etkiliyor.
şunu da belirtmekte fayda var; beatles bestelerinin olağanüstü tercümanı olan elliot smith, george'un ruhunu long long long yorumuyla gerçekten yakalamış. onu da dinlemenizi öneririm.
revolution 1
white album için kaydedilen ilk şarkı olma özelliğini taşıyor. 1968'in başında hindistan'da yazıldı. paris'teki 1968 öğrenci ayaklanması, vietnam savaşı ve martin luther king'in öldürülmesinden sonra john lennon için siyasi bir uyanışı temsil ediyor. bu politik duyarlılık daha sonra solo kariyerinde önemli bir yer ediniyor.
işte bu noktada artık devrimle ilgili hissettiklerini ortaya koymak isteyen bir lennon var. beatles'ın ilk dönemlerinde vietnam savaşı hakkında konuşma isteğiyle kıvranırken engellenmiş olması onu çok yıpratmıştı. devrim hakkında nihayet gerçekten konuşabilmek istiyordu.
john'un savaş karşıtlığı aslında herkesin göstermesi gereken insanî bir tepkidir. özellikle onun konumundaki biri için bunun elzemliğini tartışmak bile abes. fakat bu erdemli duruşun, çok az insandan çıkması genel olarak iç karartıcı bir durum. evet lennon'a bakıp onu takdir etmek çok kolay ama onun gibi tepki veremeyenleri düşününce o zaman yaşamanın anlamı ne diye soruyor insan.
"but if you go carrying pictures of chairman mao
you ain't going to make it with anyone anyhow"
bu sözleri yazan yıllar sonra çin'e gidip, mao rozeti taktı evet. john lennon'ın geçirdiği değişimlere ikiyüzlülük demek aptallıktır. insanlar değişir, gelişir ve yeni bakış açıları edinirler. bununla ilgili şu alıntıyı yapmadan geçemeyeceğim:
"çelişkiler her insan kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. hatta bunlar kültürün motorudur. türümüzün yaratıcılığının ve dinamizmin en başta gelen sebebidir. fikirlerimizdeki, düşüncelerimizdeki ve değerlerimizdeki çatışmalar bizi araştırmaya, eleştirmeye ve yeniden değerlendirmeye mecbur eder. tutarlılık durgun zihinlerin oyun alanıdır." bu kadar basit.
honey pie
çitlembik paul'un geniş fantazi dünyasından bir şarkı daha. okyanusun karşısındaki hayali bir kadına yazılmış. bu adam hikayeler yazmaya gerçekten bayılıyor. yıllar sonra bir çocuk kitabı çıkarmasına şaşmamalı.
george harrison, 1987 yılında verdiği bir demeçte john'un gitar solosunu "gözlerinizi kapatıp tüm doğru notaları bastığınız performanslardan biriydi. django reinhardt'ı andırıyor, kulağa caz solosu gibi geliyordu." sözleriyle tanımlamış. hâli hazırda efsane bir gitarist olan harrison'dan, bir diğer efsane gitariste benzetilerek övülmek.. umarım john hayattayken bunu duymuştur.
esasen şarkı vaudeville (vodvil) denen naftalin kokulu bir müzik türüyle benzerlik taşıyor. tam macca'lık işler. albümün müzik çeşitliliğini besliyor beslemesine ama eski moda ve komik olup olmadığı da tartışılır.
neden favori beatle'mın john olduğunu böyle şarkılarda daha iyi anlıyorum. paul'un mizahı ile john'un mizahı arasındaki fark çok daha net anlaşılıyor zira.
savoy truffle
harrison bu şarkıyı, çok yakın arkadaşı olan arkadaşı eric clapton'ın çikolata aşkından esinlenerek yaratmış. eric, tatlı konusunda fazlasıyla pisboğaz bir adammış anlaşılan. george'dan eric'e, bunları yemeye devam edersen tüm dişlerini çektirmek zorunda kalacaksın uyarısı bir nevi.
muhtemelen albümdeki en az sevdiğim şarkılardan biri ama sonuçta white album'den bahsediyoruz. her şarkıda gömülü hazineler gizli. savoy truffle da adıyla müstesna her dinleyişimde daha lezzetli geliyor.
cry baby cry
elbette ki yine temelleri hindistan'da atılan bir şarkı. hatta john lennon'ın ninnisi diyebiliriz. kendisi yıllar sonra birçok şarkısına yaptığı gibi bu muhteşem eserine de bok atmaktan geri durmamış. “a piece of rubbish” demiş. bu kadarı da biraz şov bence. tamam onun en acımasız eleştirmeni hep kendisiydi. ama cry baby cry gibi duyup duyabileceğim en büyülü şarkılardan birine bile bunu yapabilmesi.. pes doğrusu. fakat gel gelelim bu adam böyle bir adam. emsalsiz.
albümde 4 farklı şarkının birleşimiyle oluşan happiness is a warm gun'ın aksine cry baby cry sözler-nakarat şeklinde sürekli tekrarlanan yapısıyla dikkat çekiyor. aslında tekdüze sayılabilecek bir şarkı. john eğer kendi eserleri içinde kıyaslıyorsa belki de bu yüzden üvey evlat muamelesi yapmıştır. herhangi bir sanatçının albümünde böyle bir şarkı klasiğe dönüşebilirdi. yalnızca bir beatles albümü içinde underrated kalabilirdi zaten.
sözlerini bir reklam cingılından esinlenerek yazmış. oturmuş piyanonun başına, bir çeşit trans halinde bu şaheser ortaya çıkmış. lennon'ın bazı şarkılarına özgü ürpertici bir hissiyat alıyorum. a day in the life şarkısı da buna bir örnektir mesela. (aynı zamanda iki şarkı da akustik tabanlı) cry baby cry ve revolution 9 da ürpertiyor. üstelik bu ikisi ardarda geliyor albümde. kapanışı da ringo'nun sesinden yine ninni gibi bir şarkıyla yapıyoruz. bu üç şarkıyı peşpeşe dinleyip uykuya dalmaya henüz cesaret edemedim. ne rüyalar görülür tahmin bile edemiyorum.
john'un bu şarkıda bahsettiği hikâye ilham verici. sözlerinde gerçeküstü ama aynı zamanda dünyevî, bir takım gizli manalar var gibi ve şiirsel referanslar da cabası.
stüdyoda öyle gergin bir ortam varmış ki ses teknisyeni geoff emerick, dayanamayıp orayı terk etmiş. küfürlerin havada uçuştuğu beatles albümü kayıtlarında bulunmak tarihe tanıklık etmek resmen. adamın nasıl naif bir yüreği varsa sırf bu nedenle bile kalamamış. ailesi gibi gördüğünün bir kanıtı olabilir. ya da grubu zor zamanda bırakıp gitmesi olarak da yorumlanabilir pek tabii. aynı gerilimler sebebiyle ringo & george'un da grubu geçici olarak terk ettiğini unutmamak gerek.
revolution 9
öncelikle bu "şeyi" tanımlamak lazım ama pek de kolay olmayacak. gerçekten bir şarkı olarak tanımlanabilir mi? yoksa kaotik bir senfoni ya da deneysel bir çalışma mı desek? ne denilirse densin eşi benzeri olmayan bir eser olduğu su götürmez. böyle oyuncaklı bir şarkıyı öylesine dinleyemezsiniz. tam anlamıyla kulak vermek gerekir. dinlerken bir şeyler aramalısınız. tekrar tekrar dinleyebilir ve her seferinde yeni bir efekt, yeni bir ses bulabilirsiniz. hepsi de başlı başına bir deneyim olur.
hakkında şöyle bir yorum gördüm gülmeden edemedim: "when friends come over and stay more than i expect it, there's no better song to make them go home." yüzde yüz işe yarayacağı kesin.
revolution 9'ın albümdeki yeri de muazzam. akabinde albümün kapanış şarkısı ringo'dan bir panzehir edasıyla geliyor. hani anne dayağı sonrası uykusu gibi adeta.
good night
good night tüm ürperticiliğin içinden dinleyiciyi alıp sevgi dolu ve sıcak bir yere götürüyor.
john, oğlu julian için bir ninni mahiyetinde yazdığı bu şarkıyı ringo'ya paslamış. ringo, "herkes bu şarkıyı paul'un benim için yazdığı düşünüyor halbuki john yazdı, o gönlü bol bir insandı." demiş. böyle beyanları okuyunca gözlerim doluyor. bi' fena oluyorum.
bu şarkı paul'a john'un sevgi dolu ve cömert yanını hatırlatıyormuş hep.
john lennon şarkılarındaki muhteşem piyanolar diye bir gerçek var. imagine, jealous guy, cry baby cry bu örneklerden yalnızca bazıları. good night da öyle. piyanosu ayrı büyülüyor. ayrıca george martin'in orkestrayı andıran aranjmanıyla dinleyicileri klasik hollywood sineması çağına ışınlıyor. çok underrated bir şarkı.
albümdeki alabildiğince zengin müzikal çeşitliliğe böylesine sade ve klasik bir şarkıyla son noktayı koymak da çok naifce. iyi bir tercih.