Türkiye'nin 7 Coğrafi Bölgesi: Bilimsel Bir Sınıflandırma mı, Bölünmeye Zemin mi?

Türkiye’nin coğrafi haritasında renklerle ayrılmış 7 bölgeyi hepimiz okul sıralarından hatırlıyoruz. Peki bu ayrım gerçekten sadece bilimsel bir sınıflandırma mı, yoksa bazılarının iddia ettiği gibi daha büyük bir planın parçası mı?
Türkiye'nin 7 Coğrafi Bölgesi: Bilimsel Bir Sınıflandırma mı, Bölünmeye Zemin mi?

türkiye’nin coğrafi haritasında renklerle ayrılmış 7 bölge, hepimizin okul sıralarından aşina olduğu bir konu. peki bu 7 coğrafi bölgeye ayrılma meselesi gerçekten sadece eğitsel ve bilimsel bir sınıflandırma mı? yoksa bazı çevrelerin iddia ettiği gibi ülkenin üniter yapısını zayıflatan, ileride bir parçalanma senaryosuna zemin hazırlayan gizli bir plan mı? bu sorular yıllardır hem akademik tartışmalara hem de komplo teorilerine konu oluyor. tarihsel arka planından başlayarak bu konuyu tüm yönleriyle inceleyelim.

tarihsel arka plan: 1941’e uzanan süreç

aslında türkiye’yi bölgeler halinde sınıflandırma fikri cumhuriyet’ten önceye dayanıyor. osmanlı’nın son döneminde ve cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli yerli ve yabancı uzmanlar ülkeyi idari veya coğrafi kısımlara ayırma çalışmaları yapmıştı. 1926 yılında coğrafyacılar mehmet besim darkot ve cemalettin arif, okullardaki ders kitaplarına yardımcı olmak için türkiye’yi ilk kez bölgelere ayıran bir çalışma hazırladılar. bu ilk sınıflandırma altı ana bölge içeriyordu ve yaklaşık 15 yıl boyunca derslerde kullanıldı. ancak yıllar içinde daha detaylı ve bilimsel bir tasnife ihtiyaç olduğu düşünülüyordu.

bu ihtiyacı gidermek üzere, dönemin milli eğitim bakanı hasan âli yücel devreye girdi. “köy enstitüleri’nin kurucusu” ve eğitimde yaptığı atılımlarla efsaneleşen yücel’in girişimiyle 6-21 haziran 1941 tarihleri arasında ankara’da birinci türk coğrafya kongresi toplandı. kongre, yücel’in başkanlığında, coğrafya profesörleri, öğretmenler ve çeşitli bakanlık temsilcilerinden oluşan 20 kadar uzmanın katılımıyla gerçekleştirildi. davet edilen iki yabancı uzmandan biri katılmadı; sadece alman asıllı coğrafyacı prof. herbert louis toplantıda yer aldı. yani komisyonun 19 üyesinin 18’i türk akademisyen ve uzmanlardı.

kongrenin amacı yalnızca bölgeleri belirlemek değildi. üç ayrı komisyonda coğrafya terimleri, türkiye coğrafyası ve program/ders kitapları konuları tartışıldı. özellikle coğrafya ders kitaplarının içeriğini ve müfredatını düzenlemek, coğrafi isimleri standartlaştırmak ve ülke coğrafyasının ana hatlarını netleştirmek öncelikli hedefler arasındaydı. yani harita eğitimi yoluyla ortak bir coğrafi bilinç oluşturmak, okullarda tutarlı bir türkiye coğrafyası öğretimi sağlamak hedeflendi.

7 bölgenin belirlenmesi: bilimsel kriterler mi, tartışmalar mı?

1941 kongresi sonunda türkiye’nin 7 ana coğrafi bölgeye ve bunların alt bölümlerine ayrılması kararlaştırıldı. bu bölgeler bugünkü adlarıyla: marmara, ege, akdeniz, karadeniz, iç anadolu, doğu anadolu ve güneydoğu anadolu bölgeleri. ayrıca her biri içinde benzer coğrafi özellikler barındıran toplam 21 alt bölge tanımlandı. bölgelerin isimlendirilmesinde, denize kıyısı olanlar komşu denizlerin adını alırken (örneğin karadeniz, akdeniz, ege gibi), içeride kalanlar anadolu’nun konumlarına göre adlandırıldı (iç, doğu, güneydoğu anadolu şeklinde).

bu karar gerçekten bilimsel kriterlere mi dayanıyordu? kongrede görev alan coğrafyacılar, iklim, yeryüzü şekilleri, bitki örtüsü, nüfus, ekonomik faaliyetler gibi birçok faktörü göz önünde bulundurduklarını belirtiyorlar. nitekim kongre tutanaklarında 7 bölgenin; dağlar, ovalar, iklim tipleri, tarım ve ticaret özellikleri gibi “somut ve bilimsel” ölçütler değerlendirilerek tespit edildiği yazılmıştır. ancak işin mutfağında bu kadar pürüzsüz olmadığını da biliyoruz. kongre sırasında hararetli tartışmalar yaşandığını ve bazı coğrafyacıların ülkenin bölgelerle ayrılmasına karşı çıktığını bizzat kongreye katılanlar aktarıyor. özellikle hangi kriterlerin esas alınacağı konusunda görüş ayrılıkları çıkmıştı. sonunda prof. dr. herbert louis’in hazırladığı yedi bölge taslağı, tartışmalar sürse de komisyon tarafından kabul edildi. bu durum, bazı yerli coğrafyacılarda bile soru işaretleri yaratmıştı.

nitekim kongre sonrası da yöntem eleştirileri devam etti. örneğin coğrafya profesörü ramazan özey, 7 bölge ayrımında tutarlı bilimsel kriterler uygulanmadığını, yer yer farklı ölçütlerin zorlamayla kullanıldığını belirtiyor. bir yerde dağ silsilelerini sınır alıp başka yerde iklim sınırlarını esas almanın bilimsel olmaktan uzak olduğunu vurguluyor. özey’e göre adeta “türkiye farkında olmadan” kendini dayatılmış bir haritaya uydurmaya çalışmıştı. peki bu sözlerle neyi kastediyordu?

sevr gölgesi: komplo teorileri ve benzetmeler

eleştirilerin en dikkat çekici yönü, 1941’de çizilen 7 bölge haritasının, 1920’de dayatılan sevr antlaşması’nın haritasına benzediği iddiasıydı. bilindiği üzere sevr antlaşması, osmanlı topraklarını parçalara ayırmayı öngören ve hiçbir zaman uygulanmasa da türk halkında derin bir travma bırakmış bir plan. prof. özey başta olmak üzere bazı akademisyenler, 7 coğrafi bölge sınırlarının sevr’de öngörülen ayrılıkçı haritayla şaibeli benzerlikler taşıdığını öne sürdüler. hatta özey, bu coğrafi bölge kavramının özünde siyasi bir tasarı olduğunu iddia ederek tamamen kaldırılması gerektiğini savundu.

benzer şekilde medya ve kamuoyunda da zaman zaman bu haritaya şüpheyle bakanlar çıktı. ünlü gazeteci yılmaz özdil, 7 bölgeye ayrılma konusunu eleştirdiği bir yazısında, ülkenin lego misali yedi parçaya bölündüğünü, parçaların ayrı renklere boyanıp yerine takıldığını mizahi bir dille anlattı. özdil’e göre bu süreçte öğrencilere ve halka “aynılıklar değil, ayrılıklar benimsetildi” ve ülke “sökülmeye hazır hale getirildi”. “demokratik özerklik meselesi nereden çıktı sanıyorsunuz?” diyerek, ileride ortaya atılan özerklik/federasyon tartışmalarının temelinde bu bölgecilik bilincinin yattığını ima etti. kısacası, bazı yorumcular coğrafi bölgeler haritasını masum bir sınıflandırmadan ziyade toplumsal bilinçaltına işlenmiş bir ayrıştırma projesi olarak yorumladılar.

tabii bu iddialara karşı çıkanlar da var. özellikle son yıllarda yapılan araştırmalar, bu tür komplo teorilerinin pek sağlam dayanağı olmadığını gösteriyor. örneğin, coğrafya tarihçileri sedat avcı ve ahmet ertek’in çalışmaları, birinci coğrafya kongresi’nin tamamen milli eğitim bakanlığı inisiyatifiyle ve milli bir heyet tarafından düzenlendiğini ortaya koyuyor. yabancı uzmanların etkisinin sınırlı kaldığı, herbert louis’in sunduğu detaylı incelemenin kongrede tamamen kabul görmediği ve nihai kararın türk komite üyelerince şekillendirildiği arşiv belgelerinde belirtiliyor. nitekim louis’in önerisi türkiye’yi 10 bölge 67 alt bölüm gibi çok daha ayrıntılı bir taksime ayırmaktaydı; ancak kongre bu öneriyi budayarak 7 bölge/21 bölüm şeklinde sadeleştirmiştir. yani “haritayı bir alman çizdi, bizi böldü” iddiası tarihsel gerçeklerle uyuşmuyor. kongre kararları yayımlanırken özellikle bu bölge ayrımının, o güne dek ders kitaplarında süregelen “karışıklıkları ortadan kaldıracak, ahenk sağlayacak pratik bir netice” olduğu vurgulanmıştır.

harita eğitimi ve toplumsal bilinç

1941’den sonra 7 coğrafi bölge, okul müfredatının ve harita bilgilerinin değişmez bir parçası haline geldi. ilkokuldan lise sona kadar kuşaklar boyunca öğrencilere türkiye’nin coğrafi bölgeleri, her bölgenin iklimi, bitki örtüsü, tarımı tek tek öğretiliyor. bu eğitimin arkasındaki düşünce neydi? ulus-devlet inşası sürecinde coğrafya eğitimine biçilen rolü anlamak önemli. erken cumhuriyet döneminde coğrafya dersleri, yeni nesle “vatanın coğrafi bir bütün olduğu” bilincini aşılamanın aracı olarak görüldü. 1930’lar ders kitaplarını inceleyen güncel bir akademik çalışma, coğrafi bilginin milli kimlik şekillendirmede kritik rol oynadığını gösteriyor. özellikle türkiye’nin mekan olarak yeniden kurgulandığı, “türklüğün tanımlayıcı unsurlarının” coğrafya üzerinden anlatıldığı ve yeni ulusal kimliğin ülkenin coğrafyasıyla köprü kurularak inşa edildiği belirtiliyor. yani bir ülkenin coğrafyasının sunumu, basit bir bilgi aktarımından öte, ideolojik ve politik tercihlerin yansımasıdır; hangi bölgelerin hangi adla ve sınırla gösterileceği bile milli kimlik kurgusunun bir parçası olabilir.

nitekim türkiye örneğinde de coğrafya dersi, tarih ve vatandaşlık dersleriyle birlikte kimlik inşasının araçları arasında sayılıyor. 2000’ler sonrasında yapılan bir müfredat analizine göre, lise coğrafya programlarında milli kimlik teması en baskın unsurlardan biri ve “vatanın coğrafyasıyla ilgili detayların sunulması yoluyla öğrencilerde ulusal kimlik bilinci oluşturulması” açık bir hedef olarak yer alıyor. bu durum, harita bilgilerinin neden bu kadar önemsendiğini açıklıyor. çocuklar daha ilk yıllardan itibaren kendilerini “karadenizli, egeli, doğulu, iç anadolulu…” şeklinde tanımlayabilseler de, sonuçta bu bölgelerin toplamının türkiye olduğu fikri de bilinçaltına yerleşiyor. coğrafya öğretmenleri, bir yandan her yörenin farklılığını anlatırken bir yandan da bütün bu farklı coğrafi güzelliklerin ortak bir vatana ait olduğu duygusunu aşılıyor. bu bakımdan harita eğitimi, ülke bütünlüğüne yönelik bir bilinç oluşturmanın aracı olarak görülmüştür.

öte yandan eleştiri getirenler, bölge vurgusunun istenmeden de olsa bölgesel kimlikleri pekiştirebileceğini düşünüyor. örneğin yıllarca insanlara “siz akdeniz bölgesi’ndesiniz, ikliminiz, ürünleriniz şöyle” diye öğrettikten sonra, insanların kendini öncelikle bölgesiyle tanımlamaya başlamasından endişe ediliyor. kimi sosyologlar, karadenizli, egeli, doğulu gibi tanımların masum coğrafi tarifler olmaktan çıkıp kültürel kimlik etiketlerine dönüşebildiğini belirtiyor. bu durum, ileride siyasi taleplere zemin hazırlayabilir mi sorusu akla geliyor. özellikle güneydoğu anadolu bölgesi’nin, etnik olarak yoğun kürt nüfus barındıran illeri kapsaması nedeniyle, bu bölgeye yapılan vurguya bazı kesimler hep temkinli yaklaştı. nitekim 1980’ler sonrasında kürt sorunu bağlamında “güneydoğu” terimi bile siyasi bir anlam kazanmış durumda. bu terimin yerine resmi söylemde uzun süre “doğu ve güneydoğu anadolu bölgeleri” birlikte anılarak kullanıldı; çünkü tek başına “güneydoğu” demek sanki ayrı bir parça gibi algılanmasın isteniyordu. görüldüğü gibi haritalar ve coğrafi terimler, toplumun bilinçaltında düşündüğümüzden daha güçlü izler bırakıyor.

üniter devlet tartışmaları ve eyalet modeli korkusu

türkiye cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde üniter devlet ilkesi, yani tek bir merkezi otoriteye bağlılık esastır. bu nedenle, ülkenin herhangi bir federal yapıya veya eyalet sistemine geçmesi fikri türk siyasetinde hep tartışmalı ve hassas olageldi. işte coğrafi bölgeler meselesi tam da bu tartışmanın içinde kendine bir yer buldu. “bölgeler” dendiğinde akla hemen “acaba bu bir eyalet planı mı?” sorusu gelebiliyor.

özellikle 1980 sonrası dönemde bu konuda somut gelişmeler yaşandı. 12 eylül darbesinin lideri kenan evren, cumhurbaşkanı olduktan sonra türkiye’de 8 bölgeden oluşan bir eyalet sistemini gündeme getirdi. hazırlattığı “bölge valilikleri projesi” ile ülke sekiz bölgeye ayrılacak, ankara bazı yetkilerini bölgesel valiliklere devredecek ve zamanla valiler halka seçtirilerek adım adım eyalet yönetimine geçilecekti. 1983’te evren’in talimatıyla bir kararname taslağı bile hazırlandı. ancak o yıl seçimle işbaşına gelen başbakan turgut özal ve ekibi, bu teklifi üniter devlet yapısını bozacağı ve ülkeyi bölünmeye götüreceği kaygısıyla reddettiler. dönemin bakanları, askeri yönetimin getirdiği bu öneriye şüpheyle yaklaşarak “iyi niyetli olsa da insanlar ‘ülkeyi bölmek için yapılıyor’ diye damga vurur” diyerek kenara kaldırdıklarını sonradan açıkladılar.

ilginçtir ki, 1987 seçimleri öncesinde bu defa özal hükümetinin kendisi hakkında benzer iddialar ortaya atıldı. basında, hükümetin mevcut yedi coğrafi bölgeyi eyalet yapılması üzerinde çalıştığı yönünde haberler çıktı. özal, seçim akşamı bu haberi “uydurma” diyerek yalanladı, “türkiye’de eyalet sistemi olması mümkün değil” dedi. fakat birkaç yıl sonra, 1989’da bölgesel yönetimler konusunda bazı fikirler ortaya atmaya başladı. özal’ın dile getirdiği modelde, büyükşehir merkezli “bölgesel” yapılar kurulması ve bunun “eyalet sistemine gidişin başlangıcı olabileceği” bizzat özal tarafından ifade edildi. bu açıklamalar, kamuoyunda yine üniter yapı tartışmalarını alevlendirdi. nitekim özal döneminde içişleri bakanlığı’nın hazırladığı bir raporda türkiye’nin 13, 15 veya 18 eyalete bölünmesi, valilerin seçimle gelmesi gibi öneriler dahi yer bulmuştu. fakat güçlü itirazlar ve “bölünme kaygıları” nedeniyle bu öneriler hiçbir zaman hayata geçirilmedi.

siyasi yelpazenin diğer tarafında da eyalet fikrine sıcak bakanlar zaman zaman çıktı. 1990’larda bazı kürt siyasetçiler “demokratik özerklik” adı altında bölgesel özyönetim taleplerini dile getirdiler. ancak türkiye’de milliyetçi kesim başta olmak üzere geniş bir kitle, her türlü eyalet veya federasyon modelini “ülkeyi parçalayacak bir süreç” olarak gördü. bu “sevr sendromu” diyebileceğimiz tarihi korku, sadece sağ milliyetçilerde değil, ana akım siyasette de etkili oldu. örneğin merkez sol bir lider olan ismet inönü bile 1990’larda “federasyon gelirse iç savaş çıkar” diyerek bu konudaki hassasiyeti dile getirmişti. sonuç olarak, coğrafi bölgeleri idari bölgelere dönüştürme fikri resmen hiç uygulanmadı. 81 il sistemi ve merkezden yönetim prensibi korundu. coğrafi bölgeler ise sadece coğrafya, meteoroloji, istatistik gibi alanlarda kullanılan; resmî idari yetkisi olmayan tanımlamalar olarak kaldı.

gerçekler ve yanılgılar: sonuç yerine

türkiye’nin 7 coğrafi bölgeye ayrılması konusu, ilk bakışta bir harita bilgisi meselesi gibi dursa da, altında tarihsel travmaların ve politik kaygıların izleri bulunuyor. bir yanda 1941’in zorlu koşullarında ülkenin coğrafi yapısını anlamak ve anlatmak için emek veren akademisyenler; diğer yanda bu çabayı farklı okuyan, hatta “dış güçlerin oyunu” olarak etiketleyen şüpheci yaklaşımlar var.

şurası açık ki, birinci coğrafya kongresi’nin asıl motivasyonu ülkenin coğrafi bilgisini sistemleştirmek, eğitimde birlik ve beraberliği pekiştirmekti. nitekim alınan karar milli eğitim onayıyla ders kitaplarına girdi ve nesiller boyu aynı haritaya bakarak büyüdü. bu, türkiye ölçeğinde ortak bir coğrafi dil ve zihin haritası oluşmasını sağladı. coğrafya dersi, milli bilinci oluşturan önemli derslerden biri oldu; vatanın dağını, ovasını, iklimini öğrenen çocuk, ait olduğu ülkenin çeşitliliğini ve büyüklüğünü de öğrendi. “birlik içinde çeşitlilik” belki de coğrafya dersinin gizli mesajıydı: karadeniz’in yaylası, akdeniz’in portakalı, doğu’nun buzul dağı farklı olsa da hepsi bizim ülkemizin parçalarıydı.

öte yandan, komplo teorilerinin ve endişelerin tamamen temelsiz olduğunu söylemek de haksızlık olur. tarihi deneyimler, büyük imparatorlukların haritalar üzerinde cetvelle çizilerek parçalandığını göstermiştir. türk halkının zihin dünyasında sevr antlaşması’nın yarattığı paranoya halen diri. bu yüzden bölgeler haritasına şüpheyle yaklaşanların motivasyonunu anlamak güç değil. ancak somut tarihsel veriler, 7 bölge ayrımının bir parçalanma planının parçası olarak ortaya konmadığını gösteriyor. aksine, bunu ortaya atanlar bizzat bu ülkenin aydınlarıydı ve amaçları ülkeyi bölmek değil, ortak bir coğrafi çatı altında birleştirmekti. elbette her iyi niyetli çaba gibi, bunun da istenmeyen sonuçları veya yanlış yorumları olabildi. bölgesel farklılıkları vurgularken, yöresel kimlikleri güçlendirme ve merkezi kimliği zayıflatma riski kaş yapayım derken göz çıkarmak misali ortaya çıkabiliyor.

sonuç olarak

türkiye’nin 7 coğrafi bölgesi meselesi, bir harita tartışmasından çok daha fazlası. içinde eğitim tarihi, milli kimlik inşası, siyasi korkular ve komplo teorileri gibi katmanlar barındırıyor. bu bölgeler haritası, ne sadece masum bir ders aracı ne de başlı başına bir bölünme planıdır. hem birleştirici hem ayrıştırıcı potansiyeli olan, nasıl baktığımıza göre anlam yüklediğimiz bir semboldür. bugün halen coğrafya derslerinde çocuklarımıza bu bölgeleri öğretmeye devam ediyoruz. belki en doğrusu, onlara haritaya bakarken şunu da anlatabilmektir: önemli olan hangi bölgede olduğumuz değil, bütün bu bölgelerin ortak bir tarih, ortak bir kültür ve ortak bir gelecekle bir arada türkiye’yi oluşturduğudur.

kaynaklar