The Shining Filmini Gözünüzde Daha Değerli Kılacak Enfes Detaylar

Stanley Kubrick'in 1980 yapımı The Shining (Cinnet) filmi boşu boşuna kült değil.
The Shining Filmini Gözünüzde Daha Değerli Kılacak Enfes Detaylar

işe sondan, yani 1920'lerin abd'sinden başlayalım. 1920'lerin abd'si, tarih kitaplarından ve f. scott fitzgerald'ın romanlarından öğrendiğim kadarıyla kelimenin tam anlamıyla bir "zevküsefa" ülkesiymiş. içkinin su gibi aktığı, tütünlerin baca gibi tüttüğü, partilerin yeri göğü inlettiği, dansların döşemeleri çatlattığı, seksin nice yataklar parçaladığı ve paranın «para» diye anılmadığı bir ülke... "the jazz age", yani "jazz çağı" adıyla anılan, eşsiz bir ekonomik patlamaya sahne olan ve wall street'in 1929 ekim'inde iflas etmesiyle birlikte son bulan bu on yıllık dönemin ortaya çıkma nedenleri ise birinci dünya savaşı'nda yatıyor pek tabii. fakat birinci dünya savaşı'na girip de kârlı çıkan ülke olmadığından, 1918'den 1914'e atlayalım ve "acı, sıkıntı, felaket ve yıkım" dolu bu günleri tek nefeste aşıp, oradan aldığımız hızla bir sıçrama daha yapıp kendimizi "yeni dünya"nın henüz balta girmemiş yağmur ormanlarında, henüz kürek değmemiş bereketli topraklarında, henüz çöp yüzü görmemiş hayat dolu sularında bulalım. oradan tarih çarkını ağır ağır çevirelim ve "medeniyet" namına katledilen yerlilerin kanlarına, "medeniyet" uğruna ter dökmeye zorlanmış afrikalıların terlerine ve "medeniyet" kurma gayesiyle temeli atılan ama iki yüzyıldan daha kısa bir sürede bir "atom bombası" halini alıp hiroşima'nın, nagazaki'nin sonu olan abd'nin neden olduğu acılara bir bir tanık olalım.

kolonileşmenin ve abd'nin kanlı tarihini değil tek paragrafta, tek kitapta bile yeterince anlatmak namümkün ama malum, burası sözlük ve entry de bünyesine eklenen her yeni cümle ile heybetine heybet katıyor. o yüzden, kolonileşmenin ve abd'nin bu tek paragraflık tarihçesini bellekte tutup "the shining"de bunların izlerini aramaya koyulalım.

evvela, filmin "dies irae" katkılı açılış sekansı boyunca kuzey amerika coğrafyasının farklı manzaraları ile karşı karşıya buluyoruz kendimizi. burası için «henüz avrupalılar tarafından keşfedilmemiş bakir amerika» dersek, dağların sakat bırakılmış yamaçlarında seyreden ve torrance'ları taşıyan araç için «avrupalı kolonicilerin gemileri», bu bakir doğanın ortasına inşa edilmiş overlook hotel için ise «abd» diyebiliriz. torrance'ların babası, yani jack, abd başkanlarınca temsil edilen abd politikasının gerçek bir minyatürü. bir baba olarak jack, oğlunun televizyon ile olan ilişkisini «eğer bir şey televizyonda söylenmişse, doğrudur» sığlığında ele alan biri. bir koca olarak jack, önüne çıkan ilk çıplak kadının dudaklarına yapışacak sadakatsizlikte biri. ve biraz sonra göreceğimiz gibi, jack'i, yani sembolik bir abd başkanını merkezine alan "the shining", "bakir amerika"-"abd"-"abd başkanları" üçgenini tekrar tekrar vurgulayan daha nice sahneler ile dolu:


• evvela, abd'yi sembolize ettiğini düşündüğüm otelin adı, yani "overlook", ingilizcede iki temel anlama sahip. bunlardan ilki olan "tepeden bakmak", abd'nin diğer tüm dünya devletlerine tepeden bakan tutumunu yansıtırken filmdeki en somut örneğini, jack'in labirenti tepeden izlediği sahnede buluyor. 


ikinci ve daha sık kullanılan "gözden kaçırmak" anlamı ise her şeye hakim olduğunu sanan abd'nin aslında burnunun ucundakileri bile görmeyi başaramamasını anlatıyor. bunun en somut örneğini ise, daha önce labirent maketi üzerinde tanrıyı oynayan jack'in, oğlunu labirentin içinde gözünden kaçırdığı sahnede buluyoruz. ki bu "gözden kaçırma", jack'in sonu oluyor ve jack labirentin içinde donarak can veriyor (yoksa «geberiyor» mu demeliydim?)


• dick hallorann'ın aileye sunduğu son derece geniş "yiyecekler listesi", abd'nin hazır gıda tüketimine dayalı beslenme kültürünü yansıtıyor.

• otelin —tıpkı abd gibi— bir kızılderili mezarlığı üzerine kurulmuş olması, "bruthuss"ün de 2011 senesinde yazdıklarında etraflıca anlattığı gibi, hemen her detayında (halılar, tablolar, vs.) yerli kültürüne ait ögeler taşıyor olması ve asansörünün kan ile dolu olması, yerlilere uygulanan soykırımı yansıtıyor. buradaki asansör detayı, gerçekten harika bir detay. hayal edelim: katlar arasında dolaşan asansör, katliama uğratılmış yerlilerin kanları ile dolup taşan yeraltına iniyor ve yer üstüne her çıkışında, beraberinde oradaki kan deryasından bir parça taşıyor.


• ana-oğul kovalamaca oynayan torrance'ler, aralarında «loser has to keep america clean», yani «kaybeden, amerika'yı temizler» diyerek iddiaya tutuşuyorlar. «kaybeden, abd başkanını, yani jack'i öldürüp amerika'yı temizler» diyerek de tutuşabilirlerdi bu iddiaya, pekala.

• jack torrance, edebi ve ekonomik başarısızlığının nedenlerini daima eşi wendy'de arıyor ve onu kendisine hayatı zehir etmekle suçluyor. jack'in bu tutumu, erkek egemen amerikan toplumunun kadınlara yönelik genel tutumunu yansıtıyor.


• wendy'nin "dırdır"ından bunalan jack, tam da orta sınıf bir abdliye yakışır biçimde, soluğu bar taburesinin üzerinde alıyor ve esrarengiz barmen lloyd'un kendini göstermesinden hemen önce «ı'd give anything for a drink, for just a glass of beer», yani «bir içki için, bir bardak bira için neler vermezdim» diyerek gerçek bir jazz çağı insanı olduğunu gösteriyor.

• jack, aynı sahnede «white man's burden», yani «beyaz adamın yükü» diyerek, tıpkı "tizi reftar olanin payine dagmen dolasir"ın 2011 tarihli entry'sinde de detaylıca anlattığı gibi, avrupa'dan kalkıp amerika'ya gelen ve yerlilere olmadık acılar çektiren "beyaz adam"ların «ama biz tanrının seçilmiş kullarıyız; biz tanrının sözünü taşıyoruz; biz buraya o hayvansıları insan yapmaya geldik» diyerek kan kızılı ellerini temizlemeye çalışmalarına atıfta bulunuyor.

• 1921 yılında düzenlenen balo, jazz çağı'nın olmazsa olmazlarından. burada gördüğümüz içkiye, sigaraya, dansa, dize inmeyen süslü elbiselere ve serbest cinsel ilişkilere düşkün kadınları niteleyen özel bir kelime bile var: "flapper". jack'in halihazırdaki eşi wendy'den zerre haz etmemesi de, onun wendy gibi geleneksel bir kadın ile değil, balodakiler gibi flapper'lar ile birlikte olmak istemesinden kaynaklanıyor.


• abd sembolü olarak overlook'un eski sorumlusu, yani eski başkanı olan delbert grady'nin kırmızı tuvalette geçen sahnede yaklaşmakta olan dick'i «a nigger», yani «bir zenci» diyerek nitelemesi ise abd'nin ve dahi avrupalı kolonicilerin yüzlerce yıllık ırkçılık tarihini özetler cinsten. yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde git gide şiddetlenen ve tarihteki en kanlı formuna yüzyılın ortalarına doğru ulaşan bu ırkçılığın jazz çağı'nda ne durumda olduğunu, fitzgerald'ın 1925'te yayınladığı ve jazz çağı'nı anlattığı başyapıtı "the great gatsby"de de açıkça görüyoruz. romanın henüz ilk bölümünde tom buchanan, yakın zamanda goddard diye birinin yazdığı "the rise of the coloured empires" adında bir kitap okuduğunu ve orada anlatılanlara göre, hakim ırk olan beyaz ırkın tehdit altında olduğunu ve eğer diğer ırklar tarafından yok edilmek istemiyorsa gözünü açması gerektiğini söylüyordu (ki gerçekten de böyle bir kitap ve yazar var ama adları fitzgerald tarafından hafifçe değiştirilmiş. ırkçılığın sözde bilimsel savunusunu yapan kitabın gerçek adı "the rising tide of color: the threat against white world-supremacy" iken, yazarının adı ise lothrop stoddard).


• grady'nin aynı sahnede oteli, yani abd'yi yıkmaya çalışan ailesini katledişinden söz ederken «ı corrected them», yani «onları düzelttim» demesi, aklıma on yedinci yüzyıl amerika'sını kana değilse de dumana bulayan cadı avlarını ve virginia woolf'un —tıpkı "the great gatsby" gibi— 1925 yılında yayınlanan "mrs. dalloway" nam romanında kullandığı "proportion"* ile "conversion"* kavramlarını getiriyor. woolf, bunlardan "proportion" ile britanyalıların kendi milletlerinden olan insanları resmi devlet ideolojisine uygun halde bir tekdüzen içinde tutmaya çalışmalarını, "conversion" ile ise başka milletleri kendileri gibi olmaya zorlamalarını anlatıyordu. tıpkı britanya gibi abd de, bugün bile tüm dünyaya aynı yiyecekleri yedirerek, aynı kıyafetleri giydirerek, aynı tv programlarını izleterek, aynı arabaları sürdürterek, bir anlamda kendi "proportion"ı ile "conversion"ını uyguluyor.

• filmin en tuhaf sahnelerinden biri olan, belki de en tuhafı olan "oral seks" sahnesinin taşıdığı mesaj ise şu: buradaki takım elbiseli adam, abd yöneticilerini, kalçası açık kalacak şekilde bir hayvan kostümü giymiş olan kişi ise "doğa"yı simgeliyor. doğanın kalçasının açık olması, az evvel ırzına geçildiğini ve şimdiyse abdli yöneticilerin keyfine göre hareket etmeye zorlandığını gösteriyor.


• jack'in ölümü, bitkiler kullanılarak hazırlanmış ve bu sebeple akla üzerine karlar yağmış sık bir ormanı andıran labirentte vuku buluyor. kubrick, bu yolla, «doğanın katili abdli yöneticilerin katli de yine doğa tarafından gerçekleştirilecek» demeye çalışıyor (ve bunu, iklim dengesinin geri dönülemez noktaya geldiği gerçeğini göz önünde bulundurursak, sadece abd için değil, dünyanın tüm ülkeleri için de pekala başarıyor).

• filmin kapanışını yapan ve jack'i 1921 yılında, yani jazz çağı'nda düzenlenen bir balonun başkişisi olarak yansıtan fotoğrafta ise odaklanmamız gereken, jack'in elleri ile kollarının pozisyonu. 


burada jack'i sağ elini havaya kaldırmış, sol elini ise yere indirmiş bir halde görüyor ve ellerini tam da jack gibi konumlandırmış vaziyette resmedilen nasıralı isa'yı anımsıyoruz. misal, entry boyunca müzik sanatı üzerinden anıp durduğum "dies irae"nin, resim sanatına yansımasının en güzel örneği kabul edilen ve hans memling tarafından on beşinci yüzyılda çizilen "das jüngste gericht"* nam triptik tablo... 


bu tabloda isa'yı, insanların amellerini tartan ve kötüleri solundaki cehennem'e, iyileri ise sağındaki cennet'e yollayan cebrail'in hemen üzerindeki altın bir küreyi çevreleyen bir gökkuşağına oturur vaziyette görüyoruz. isa ile jack'in elleri arasındaki bu konum benzerliği, «ne yani, kubrick, jack ile isa arasında paralellik mi kurmaya çalışmış?» gibi bir soru ortaya atmamıza neden olabilir ama hayır, isa, ellerini bu şekilde konumlandırır vaziyette resmedilen yegane figür değil. tıpkı hristiyanlığın sembolü isa gibi, aslında tapınak şövalyeleri ile ilgili olsa da günümüzde satanizmin sembolü olarak anılan baphomet de sağ eli göğü**, sol eli yeri** işaret eder biçimde resmediliyor.


ve evet, kubrick, abd'yi temsil eden overlook hotel'da verilen bir partiye liderlik eden, abd başkanlarının sembolü jack torrance ile kötülüğün lideri baphomet arasında bir paralellik kuruyor ve "dies irae" ile, mahşer gününden bahis açan bir ilahi ile açtığı "the shining" nam filmini bir "kolonileşme ve abd eleştirisi" olarak inşa edip «siz, abd yöneticileri, birer şeytansınız! işte, sonunuz, jack'in sonu gibi olacak!» diyor ve son noktayı da böylece koymuş oluyor.

Efsane Yönetmen Stanley Kubrick'ten Kulaklara Küpe Niteliğinde Sözler