The Grand Budapest Hotel Filminin Yönetmeni Wes Anderson'ın En Çok Etkilendiği Filmler

The Grand Budapest Hotel ve Moonrise Kingdom gibi fimlerle tanınan yönetmen Wes Anderson'ın, sinema sanatında kendi dilini oluştururken ona en çok ilham veren, en çok katkı sağlayan filmler, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine değerinde.
The Grand Budapest Hotel Filminin Yönetmeni Wes Anderson'ın En Çok Etkilendiği Filmler


1) Madame de... - Max Ophüls (1953)


muhteşem bir max ophüls filmi! hayranlık uyandırıcı ve sarsıcı. aristokrat-burjuva kesimin temellerini oluşturan; para, borç, göreve hep hazır uşaklar, hiç ama hiç unutulmayan şallar, halk içine çıkmadan yapılan uzunca kusursuz hazırlıklar, en ufak bir terslikte olabileceklerin dile getirilmesi gibi şeyler ophüls' ün muazzam kamerasıyla asla gözden kaçmaz. o nasıl bir yönetmenliktir ki, "bu" dünyayı kısacık bir filme bu kadar anlamlı yerleştirebilmiştir. filmin her anı, ama abartmıyorum her anı, sosyolojik bir teşhir niteliğindedir.

martin scorsese ilişkili olarak şunları söylemiştir:

“bazı belli başlı stiller vardır, hemen içine girmekte zorlanırım. max ophüls’ün bazı filmlerinde olduğu gibi. mesela the earrings of madame de…‘yi anlamak için otuzlu yaşlarımı beklemem gerekti."

2) Au hasard Balthazar - Robert Bresson (1966)


özellikle mouchette'le bir arada düşünüldüğünde daha da devleşen, sinemanın nelere kadir olabileceğini, bildiğimiz haliyle hayatın ötesine geçebileceğini gösteren bir bresson filmi. son sahnesi bugüne kadar gördüğüm en inanılmaz sahnelerden biridir. isa'nın çıngıraklı kuzular suretinde gelişi açısından bunuel'in exterminating angel'ına benzer.

3) The Insect Woman - Shohei İmamura (1963)


shohei imamura'nın 1963 yılında çektiği izlerken bizi zaman zaman bayıltan ama sonlarına doğru tekrar tempo kazanan iki saati aşkın siyah beyaz filmi. filmde 1918 yılında kırsal bir bölgede hayata gözlerini açan "tome" isimli kızın büyüme evresi ve sonrasında büyük şehre yerlemesi ve orada hayatına devam etmesi zaman dilimleri halinde izleyiciye aktarılmıştır. shohei imamura filmlerinde sıkça rastlanan ensestlik bu filmde de kendini gösteriyor. yönetmen film boyunca ara ara görüntüyü dondurarak karakterlerinin konuşmasına müsaade etmiş. ülkemizde "böcek kadın" olarak da bilinen filmin sonu ise ayrı bir olaydır ki anlatmaya dilimizde kelimeler yetmez.

4) The Taking of Power by Louis XIV - Roberto Rossellini (1966)


roberto rossellini'nin 1966 yapımı televizyon filmi.
film, adından da anlaşılacağı üzere, fransa kralı louis xiv'nin, kardinal mazarin'in ölümünden sonra güçlenmesini anlatıyor.

5) The Spy Who Came in from the Cold - Martin Ritt (1965)


1965 yılında m. ritt tarafından çekilen richard burton'lu film.

kitabının yanında pek fakir kalsa da, sinema filmi olarak ele alındığında gayet doyurucu, sıkı bir casus filmidir. 

siyah - beyaz çekilmiştir.

6) The Friends of Eddie Coyle - Peter Yates (1973)


ingiliz yönetmen peter yates'in 1973'te çektiği neo noir.

bu film için; kurtuluş umudunu askıya alan, ölüme yazgılı ya da ölü olduğunun bilincinde olan çıkışsız anti-kahramanları işleyen filmsel familyaya aittir, denebilir. övmeye gerek yok, çünkü zaten muhteşem bir filmdir.

eddie coyle (noir fetişi robert mitchum) son bir çıkış yolu arayan bir eski kurttur. polislerle gangsterler arasında gidip gelen, kendi gemisini kurtarma derdindeki bir loser'dır.

son bir vurgun peşindeki eski suçlu tema'sı high sierra'ya dek geri gider; ama the friends eddie coyle, orson welles'in touch of evil harikasından sonra giderek beyaz perdede daha çok görünmeye başlayan, jean-pierre melville'in suç filmleriyle gemi azıya alan acımasız polis tiplemelerine yer verir. sıradan suçluları muhbir olarak kullanan, tehditkar, şantajcı polis tipolojisi bu örnekte aynen yinelenir.

70'lerin amerikan sineması tüm o cool görünümünün ardında aslı esasında melankoliktir. bu film o halkaya dahildir.

7) Classe tous risques - Claude Sautet (1960)


classe tous risques için fransız suç dalgası ile fransız yeni dalgası arasında kalmış bir film diyebiliriz. becker daki gibi, melville deki gibi, dassin deki gibi hikayenin iskeletini karanlık adamlar, gangsterler, tersi pis suç dünyası ve şakası olmayan polisler oluşturuyor. diğer taraftan doğal mekana dayanan çekimler, katharsisten uzak, sona sahip olmayan bir hikaye. 400 darbe hassasiyeti, erkek egemen bir dünyayı olabildiğince maçoluktan uzak anlatma çabası. hatta şey gibi sanki, belmondo nun canlandırdığı karakter, bir tiyatrocu kızla beraber olan, godard için canlandırdıklarına benzer, şık bir dairede yaşayan, hınzır belki de entelektüel bir gangster. diğer tarafta lino ventura fransız suç filmlerinin kare suratı, ağır abisi, erkek adamı, ciddiyet timsalı.

filmi böyle bir kırma gibi anlatıyoruz lakin bugünün postmodern çorbaları gibi değil elbet. ortada kesinlikle sarkmayan bir yönetim, kendini ve seyircisini ciddiye alan bir film var. belki de okunan bu ikili yapıdan haberi bile yoktu sautet' nin, içinden geleni çekti ve ortaya bu çıktı. bizler ise gelin güvey.

8) The Exterminating Angel - Luis Buñuel? (1962)


sürrealin, reali makaraya alışının en güzel örneklerinden biri.
bunuel'in zenginler ve fakirler arasındaki simbiyotik ilişkinin burjuvazinin tüm insanlık dışı kusurlarını nasıl örttüğünü gösterdiği şahane filmi. "insanlık dışı" koşullarda yaşayan proletarya esasen burjuvazinin "insan" olmasına, "insan" kalmasına yardımcı olur. proletaryanın manasız bir şekilde ortadan kalktığı herhangi bir anda, burjuvazi beceriksiz ve korkak bir halde en basit adımı bile atamadığı bir dünyada bulur kendini. sadece büyük bir alay yok bu filmde, aynı zamanda insanın yüzüne tokat gibi çarpan bir ifşa da var. bunuel'in yaramaz yaratıcılığı (muhtemelen sinematik dehası da, işin tekniğinden anlayanlar daha iyi açıklayabilir) da cabası.

filmdekilerin kapıyı açıp çıkamama hali, sözümona özgürlük kavramsallaştırması üzerine de çok şeyler düşündürüyor. temel ihtiyaçların proletarya tarafından karşılanmadığı bir dünyada kimin ne kadar insan kalabileceğini, ne şekil bir özgürlükten bahsedebileceğimizi her gün kendinize soruyorsanız hemen başlayın derim. ya da bu filmi izleyin, (düz kafayla, kalas gibi değil yalnız, biraz metaforik düşünmeye çalışarak) ondan sonra bir daha konuşalım.