Tekinsiz Roller ve Benzersiz Mimiklerin Ustası Jack Nicholson'ın Hayat Hikayesi
jack nicholson, 22 nisan 1937 tarihinde new jersey eyaletinin neptune city kentinde dünyaya geldi
benim için, tarihin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusudur; zira birçok, güvenilir ve otorite olan sitede de kendisi tarihin en iyisi olarak gösterilmektedir. tabi bu yazıdaki esas gayem, kendisinin en iyisi olup olmadığını tartışmak değil; çünkü bu çok sübjektif bir şey. zaten jack nicholson, hemen hemen tüm sinemaseverlerin takdir edeceği gibi, elit ve en üst sınıf oyuncular arasında yerini almıştır. bu listedeki yeri kişiye göre 1’inci, 2’inci, 3’üncü olarak değişmektedir. ben bu yazıda biraz kendisinden bahsetmeyi ve naçizane düşüncelerimi paylaşmayı deneyeceğim. ufak bir jack nicholson biyografisi ve analizi şeklinde bir yazı yazmayı deneyeceğim.
jack nicholson aslında aile anlamında pek şanslı bir çocukluk geçirmedi. kendisi; irlandalı, alman, ingiliz ve galli geni taşıyan june frances nicholson’ın oğlu olarak dünyaya geldi. june, jack nicholson’ın biyolojik babasından tam olarak emin değildi. o dönemler 17 yaşında ve evli olmayan bir kız olduğu için, june’un ailesi, jack nicholson’ın anne ve babasıymış gibi davranmayı kabul etti. dolayısıyla jack nicholson gerçek annesini ablası olarak, gerçek anneannesini ve dedesini ise anne ve babası olarak bildi. jack, lise döneminde manasquan lisesi’ne gitti. notları, kısmi burs almak için, yeterince iyi olmasına rağmen koleje gitmek ile pek fazla ilgilenmedi. kendisi o dönem için, “kendimle alakalı birçok şey yapmak için yanıp tutuşmuyordum o günlerde. koleje gitmek için önümde daha çok vaktimin olacağını düşünüyordum. o yüzden de biraz para kazanmak için yarış pistinde takıldım ve bir yaz cankurtaranlık yaptım.” demekteydi.
aslında her şeyin değiştiği tarih ise 1954 oldu
jack nicholson, ablası sandığı ama gerçekte annesi olan, june ile birlikte los angeles, kaliforniya’ya taşındı ve orada mgm stüdyosu’nda animasyon bölümünün hizmetlisi olarak ve bir oyuncak dükkanında yarı-zamanlı olarak çalışmaya başladı. jack nicholson buradaki dönemde tam hollywood’un istediği zayıf ve çekici adam haline geldiği için, joe pasternak o’na bir şans verdi ve bir grupla birlikte eğitim almasını sağladı. 1957 senesine geldiğimizde jack nicholson, kaliforniya hava ulusal muhafızı olarak orduya katıldı. 1962 senesine kadar çeşitli zamanlarda göreve çağrılan nicholson, 1962’de askerlikten terhis edildi. 1963’te, jack nicholson 26 yaşındayken, annesi june kanser sebebiyle vefat etti. jack ise annesi ile alakalı gerçeği 1974 senesinde time dergisinin yaptığı bir araştırmaya kadar öğrenemedi. kendisi 37 yaşındayken, yani annesinin vefatından 11 sene sonra, aslında ablası sandığı kişinin gerçek annesi olduğunu, annesi ve babası sandığı kişilerin ise büyükanne ve büyükbabası olduğunu öğrendi. jack’in bu olaylar ile alakalı açıklamaları ise şu şekilde oldu: “tüm bu olanlardan sonra gerçek annemin kim olduğunu öğrendim. benim için biraz dramatikti ama travma denilebilecek türden de değildi. psikolojik olarak iyi şekillenmiş birisiydim. doğrusu, birçok şey benim için artık daha berrak. minnettarım.”
tabi jack nicholson’ın film sahnelerine atılması bu yukarıdaki paragrafta bahsedilen tarihlerden öncesine dayanmaktadır
üstteki paragrafta oyunculuk ile alakalı bir grup ile birlikte eğitim aldı, dedik. bu grup “players ring tiyatrosu” idi. o’nlar ile çalışarak, ilk oyunculuk eğitimi aldı. 1958 senesinde ise ilk filmi olan “the cry baby killer” filmini çekti. ben bu filmi seyrettim, belli başlı notlar geçmek istiyorum o yüzden. hani jack nicholson ile alakalı hep, “sinirli, rahatsız, manyak, katil, deli” tiplemeleri oynuyor denir ya; bu durum ilk filminde de pek farklı değilmiş. bilmeyenler için anlatmış olalım: filmde jack nicholson’ın oynadığı karakterin cinayet işlediği düşünülmektedir. bu karakter de kendisini sağlama alabilmek ve oradan kurtulabilmek için bebekli bir kadını ve bir adamı rehin alır. film de genel anlamda bu konunun üstüne döner. jack'in oynadığı karakteri oradan çıkartmak için ikna etmeye çalışırlar. neredeyse tek plan, siyah beyaz, güzel bir filmdir. bence ilk film için gayet iyidir. 1960’lı yıllarda toplamda 18 filmde rol alan jack nicholson, 60’lı yılların hippi kuşağının anlatıldığı ve esasında bir yol filmi olan 1969 yapımı easy rider’da da oynar. bu film, nicholson’ın tanınırlığını epeyce arttırır. hatta, jack nicholson’ın biyografi kitabının yazarı olan marc eliot, cannes film festivali’nde bu filmin ilk gösterimi yapıldıktan sonra: “o filmden önce jack nicholson pek fazla bilinmiyordu. filmden çıktıktan sonra ise, herkes o’nun büyük bir aktör olacağını anladı.” demiştir. filmi de bu arada izlemeyenlere tavsiye ederim; gerçekten çok sağlam bir yapıttır. hem müzikleri olsun, hem anlatmak istediği şey olsun, hem de filmin hikayesi olsun çok güzeldir. o dönemki hippilere, bu yaşam tarzını benimsemiş kişilere yerel halk tarafından ne gözle bakıldığının resmi harika bir şekilde çizilmiştir.
peki jack nicholson sadece bir oyuncu muydu?
kesinlikle hayır. kendisi sadece bir oyuncu değil, aynı zamanda bir yazar ve prodüktördür. hem de parayı bulduktan sonra veya iyice ünlendikten sonra değil, 1960’lı yıllarda yani daha kariyerinin başındayken bunları yapmıştır. 1960’larda the terror, thunder ısland, flight to fury, ride in the whirlwind ve the trip filmlerinin yazarlığını yapmış veya yazar kadrosunda bulunmuş; hatta bazı filmlerde prodüktörlük görevini de üstlenmiştir. daha 20’li yaşlarındayken hem prodüktörlük, hem oyunculuk, hem yazarlık yapmıştır.
1970’ler demek ise jack nicholson için ilk oscar demektir. the last detail, five easy pieces, the passenger, chinatown, the last tycoon (ki robert de niro ile birlikte oynamıştır) gibi birçok efsane filmi çektiği 70’ler; jack nicholson’a, gelecek senelerde 2 tane daha kazanacağı, oscar ödüllerinden ilkini getirmiştir. one flew over the cuckoo’s nest filminde oynadığı randle patrick mcmurphy karakteri ile “en iyi aktör” ödülünü alan oyuncu, kariyerindeki önemli basamaklardan birisini de aşmıştır. ilaveten: o film, oscar ödüllerindeki 5 temel ödülün tamamını kazanarak bunu tarihte başaran 3 filmden birisi olmuştur. ben biraz da bu filmdeki rolü hakkında konuşmak isterim. öncelikle bu rol, tamamıyla şans eseri bir şekilde jack nicholson’a kalmış bir roldür; çünkü bu rolün kendisine verilme hikayesi çok ilginçtir. filmin yapımcıları olan michael douglas ve saul zaentsz, bu rolü ilk olarak marlon brando’ya teklif etmiştir ama brando hemen teklifi reddetmiştir. daha sonrasında bu rol gene hackman, burt reynolds ve james caan’a da teklif edilmiştir ama o’nlar da rolü geri çevirdiği için karakter jack nicholson’a verilmiştir. zaten iyi ki verilmiş çünkü kendisinin bu rolü ne kadar iyi oynadığı da görülmüştür. bu film, jack nicholson’ın zirvesidir benim için; çünkü efsane filmlerin belli bir kısmındaki gibi yıldızlarla dolu bir kadro kurulmamıştır. bilâkis, yönetmen “tek bir yıldız oyuncu” haricinde geriye kalan tüm oyuncuların bilinmeyen veya yıldız seviyesinde sayılmayacak oyuncu kişilerden seçilmesini istemiştir. hatta öyle ki, hastanedeki çoğu figüran oyuncuyu gerçekten orada yatan kişiler canlandırmıştır. hatta ve hatta jack nicholson’ın bu gerçekçilikten ilk başlarda rahatsız olduğu da söylenmektedir. tabii kendisi burada o çılgın adamı, içten pazarlıklı, tehlikeli ama bir yandan da içinde iyi bir taraf olan, özgür ruhlu adamı muazzam şekilde oynamıştır.
tabi kendisinin, başka oyuncuların reddetmesi ile, kaptığı bir rolü anlattık ama jack nicholson’ın da reddettiği ve daha sonrasında efsane olan birkaç rol ve film vardır. jack nicholson da, the godfather’daki michael carleone rolünü reddetmiştir. bu rolü neden reddettiği sorulduğunda, “evet, bu rolü reddettiğim doğru. bunu reddetmemin sebebi, filmlerin güzel olmayacağını düşünmemden değildi. o yıllarda yeterince film aklımın olduğunu düşünmekteyim. hem the sting’in hem de the godfather’ın harika filmler olacağını biliyordum ama o dönem için the last detail ve chinatown filmleri bana daha ilginç geldi. the godfather iyi bir film olacaktı ve ben her zaman marlon brando ile çalışmak istemiştim. senaryoyu okuduğumda, ana rolde marlon brando ile yazılmış karşılıklı oynayacağım bir sahnem yoktu ve ben de bu karakterin bir italyan olması gerektiğini düşündüm. umalım ki bir gün marlon brando ile yüz yüze oynayabileceğim bir film olsun.” demiştir. nitekim, al pacino da bir italyan amerikalı olarak bu rolü layığıyla yerine getirmiştir.
jack nicholson’ın reddettiği ve sinema tarihine geçen roller ise şu şekildedir
michael corleone karakteri – the godfather
genç rahip karakteri – the exorcist
robert redford’un rolü – the sting
the lead – close encounters of the third kind
jack lemmon’un rolü – the china syndrome
tom cruise’un rolü – rain man
martin sheen’in rolü – apocalypse now
hannibal lecter karakteri – the silence of the lambs
jay gatsby – the great gatsby (1974 versiyonu)
tabii kesinlikle rahat bir biçimde “şu üstteki teklifleri kabul etseymiş, çok daha iyi bir kariyeri olurmuş.” demek zor. belki bu rolleri kabul etse, kariyerinde bambaşka teklifler alacaktı ve belki de bir daha hiç oscar kazanamayacaktı. veya kariyeri bu filmlerden sonra düşüşe geçecekti. bu filmler sadece isim olarak bakıldığında güzel filmler; ama neyin ne getireceği, ileriye nasıl bir etki yapılacağı bilinemez. tıpkı marlon brando örneğindeki gibi. ama yine de, michael corleone ve hannibal lecter karakterlerini çok iyi oynayacağını düşünüyorum. elbette ki her karakterin altından başarıyla kalkardı ama özellikle bu iki karaktere çok iyi can verecekmiş gibi duruyor kendisi.
tabii jack nicholson’ın her dönem muazzam filmleri bulunmakta fakat 70’li senelerde çektiği filmlerin hem başarısı, hem yeri, hem güzelliği gerçekten bir başka. 1980’lere geldiğimizde ise hemen daha 80 senesinde, stephen king’in filmle aynı isimdeki romanından uyarlama olan, the shining filminde oynadı. burada canlandırdığı jack torrance karakteri, bireysel anlamda sinema tarihindeki en önemli ve iyi performanslardan birisidir bana kalırsa. filmin kendisini bir kenara bırakırsak, bireysel olarak jack nicholson bu filmde zirve noktalarından bir tanesini görmüştür. 1983 senesine geldiğimizde, terms of endearment filmindeki garrett breedlove rolü ile “en iyi yardımcı oyuncu ödülü” alarak 2. oscar ödülünü kazanmıştır. ayrıca 1989’da batman fiminde joker karakterini de canlandırmıştır.
1990’lar da benim jack nicholson ile alakalı gayet sevdiğim filmlerin bulunduğu bir dönemdir
a few good men, hoffa, as good as it gets gibi filmler bu dönemde çekilmiştir ve 1997 senesinde çekilen as good as it gets filmiyle birlikte jack nicholson 3. ve son oscar ödülünü kazanmıştır. 70’lerde, 80’lerde, 90’larda oscar ödülü alarak aslında bu dolu dolu kariyerin bir nevi semeresini toplamıştır ve her dönemde başarılı olmuştur diyebiliriz. 2000’li yıllara geldiğimizde ise the pledge, about schmidt, the departed, the bucket list gibi filmleri çekmiştir. en son filmi ise 17 aralık 2010 tarihinde vizyona giren “how do you know” filmi oldu ama o ana kadar en son filmi olduğunu kimse bilmiyordu.
esasen jack nicholson’ın sinema kariyeri cidden dolu dolu geçmiş bir kariyerdir. hayatında, film çekmeye en fazla ara verdiği dönem 1997 ve 2001 seneleri arasındaki 4 yıllık süreçtir ki bu da biraz yaş almaya başladığı döneme tekabül etmektedir. o’nun dışında 1958 ile 2010 yılları arasında aktif olarak sürekli film çekmiş ve toplam 64 (imdb’ye göre 79) filmde oynamıştır. kariyerinde 3 adet oscar ödülü ve 12 oscar ödül adaylığı; 6 adet altın küre ödülü ve 17 altın küre ödül bulunmaktadır. altın küre ödüllerini ise şu filmler ile kazanmıştır: about schmidt, one flew over the cuckoo’s nest, chinatown, as good as it gets, prizzi’s honor ve terms of endearment. şimdi oscar’dan bu kadar bahsetmemin sebebi şu: kendisi, 3 oscar ödülü ile, en fazla oscar kazanan erkek oyuncudur. daha doğrusu oyunculardan birisidir demem gerekiyor çünkü bu ödülü 3 kez kazanan toplam 5 erkek oyuncu bulunmakta ve nicholson da bunlardan birisi. eğer tüm oyuncuları sıralayacak olursak da, 4 oscar ödüllü katharine hepburn’ün ardından ikinci sırada gelmektedir.
peki jack nicholson hâlâ hayatta olmasına rağmen, televizyonlarda ve çeşitli yerlerde görülecek kadar sağlıklı olmasına rağmen film çekmeyi neden bıraktı?
the guardian’ın 2013 senesinde yayınladığı bir makale yazısında bu durum şöyle açıklanmaktadır: “jack nicholson, hafıza kaybı nedeniyle emekli oldu.” tabi bu sadece makalenin başlığı; hemen alzheimer olarak düşünmemek lazım. jack nicholson’ın dediğine göre, kendisi artık senaryodaki replikleri hatırlamakta güçlük çekmekte ve bu yüzden de film tekliflerini reddetmektedir.
kendisiyle alakalı, başlığı altında arattım ama bulamadım o yüzden paylaşıyorum, şaşırtıcı bir bilgi verelim. kendisi doktoralı bir oyuncudur. 2011 senesinde brown university tarafından kendisine güzel sanatlar alanında şeref doktorası verilmiştir. kendisi 2011 senesi itibarıyla “dr. jack nicholson” olmuştur.
dr. jack nicholson doctorate degree brown university
siyasi görüş olarak baktığımızda ise 2007 senesinde kendisiyle yapılan bir röportajda, “aktivist değilim. bana göre bu alanda yaşayan en büyük amerikalı sean penn’dir; çünkü kendisi bir aksiyon adamıdır. ben bu alanda tarafsızım. kendi gerçek çalışma alanımda daha fazla etkili olacağımı hissediyorum.” demektedir. ayrıca siyasi görüşü ve verdiği oy ile alakalı olarak da: “ben ömrüm boyunca irlandalı bir demokrat oldum. daha fazla ne söyleyebilirim ki? 1988 başkanlık seçimlerinde michael dukakis’e oy verdim. bu bir demokrat için gerçek bir testti.” demiş ama sonrasında “benim bu konuda seçim bölgemle aram hep açıktır. ben her başkanı desteklerim, nokta!” diye de eklemiştir. görüldüğü üzere, politik olarak, pek fazla suya sabuna dokunmayan ve sadece kendi işiyle meşgul olmak isteyen bir sanatçıdır. tabi kendisi sadece politik olarak belirli açıklamalar yapmak istememektedir. yoksa zamanında güneş enerjisi, terör problemine karşı tutum, uyuşturucunun yasallaşması gibi konularda çeşitli eylemlerde bulunmuştur.
velhâsıl, jack nicholson hem garip, katil ruhlu, manyak, sapık, kızgın adam rollerini oynar; ama yeri geldiğinde de öyle güzel komedi veya aşık adam rolü oynar ki, gerçek oyunculuğun tanımını gösterir. jack nicholson’ı benim için diğerlerinden öteye koyan nedir? bazı oyuncular, gerçekten kült filmlere imza atmıştır ama o filmin senaryosu, hikayesi, yapımcılığı, başka karakterleri oynayan oyuncuları o kadar iyidir ki o kişi filmden çıksa bile yine efsaneler arasına girebilmektedir. jack nicholson’da ise durum biraz daha farklı bana kalırsa. nicholson, iyi bir filmi gerçekten bambaşka seviyelere taşımaktadır. dikkat edilirse, kendisinin en iyi filmleri arasında sayılan, the shining’de de, one flew over the cuckoo's nest filminde de yıldızlar topluluğu sayılacak filmi yoktur ki zaten çoğu filminde “yıldız kontenjanından” bir tek kendisi girmektedir. ayrıca jest ve mimik olarak da sayılı oyunculardan olduğunu düşünmekteyim. özellikle the shining'de bunun dersini vermiştir.
kendisi şu an 83 yaşında ve maalesef ki aktif olarak 10 senedir film çekemiyor
yaşıtları ve aşağı yukarı aynı jenerasyondan olduğu robert de niro, anthony hopkins, al pacino, dustin hoffman, joe pesci gibi isimler hâlâ aktif bir şekilde üretirken; kendisinin bir hastalıktan muzdarip olarak 10 senedir beyaz perdeden uzak olması epey üzücüdür.
kendisi benim en sevdiğim ve tarihin en iyi oyuncusu olarak gördüğüm oyuncudur. umarız ki daha uzun yıllar, film çekmese bile, bizimle olur.