Sünni ve Şii Arasındaki Fark Nedir?

Sünni ve Şii kelimelerine yalnızca ana haber bültenlerinde duyduğunuz birkaç haberden aşinaysanız oldukça işinize yarayabilecek bir bilgilendirme.
Sünni ve Şii Arasındaki Fark Nedir?

sünni ve şii farkını tamamiyle idrak edebilmek için cilt cilt mezhepler tarihi okumak ve fraksiyon fraksiyon düşünsel coğrafyayı haritalandırmak gerek. çok kısaca bugün şii'liği temsil eden iran'ın da benimsediği caferiyye mezhebini ve öte yandan emevilerden bugüne (çok kısaca, çok kısaca) sünniliği açıklamak gerekirse:

temel olarak, dört halife döneminde "ehl-i sünnet" isminin kullanılmadığını rahatça gördüğümüzü söyleyebiliriz. bu dönemde hariciler ve şia islamî mezheplerden çok islamî siyasî partiler şeklinde boy göstermektedirler. şia, kelime anlamı olarak "taraftarlar" anlamına gelmektedir. bunun tekili ise arap dilinin kaideleri gereği "şii" olup terminolojide "ali taraftarlarını" kasteden bir anlam yüklenmiştir.

resulullah vefaat ettiğinde daha naaşı soğumadan medine'de medineli müslümanlar (ensar) ben-i saide gölgeliğinde yeni bir halife seçmek için toplanıvermişlerdir. ümmetin geleceğini belirleyecek olan ve yanlış bir seçim yapıldığı taktirde çok büyük bölünmelere sebeb olabilecek böyle bir meclisin haberi vefaatın gerçekleştiği eve eriştiğinde, ebu bekir ve ömer hızla bu toplantıya yönelmiş yolda rastgeldikleri sa'd bin ubade'yi de yanlarına katmışlar, ali ise resulullah'ın naaşıyla ilgilenmek mecburiyetinde kalmıştır. tartışmalar esnasında ebu bekir ömer'e biat etmek istemiş, ömer önce davranarak ebu bekir'e biat etmiş ve geri kalan sahabelerin de biat etmesiyle ebu bekir halife ilan edilmiştir. ali ise bu esnada resulullah'ın naaşıyla ilgilenmekle meşguldür.

işte, bu sebepten dolayı ali halife seçimlerinde boy bile gösterememiştir. yeni halifenin seçimi o kadar ani ve hızlı olmuştur ki insanlar bunu tartışacak ve sindirecek bir an bile bulamamışlardır. nitekim "halifenin ebu bekir değil ali olması gerektiği"ni kabul edenler şia partisini oluşturmuş ve o günden bu güne mezhepleşerek tarih sahnesinde boy göstermeye devam etmişlerdir.

şimdi, hilafetin kimin hakkı olduğu tartışmaları bir kenara koymak gerekiyor, zira bu tartışmalar bu kısacık anlatıda yer alamayacak kadar geniş bir zeminde cereyan ediyor. şiiler resulullah'ın ölmeden evvel bir vasiyet yazmak istediğini lakin ona kağıt ve kalem verilmediğini, yine ölmeden evvel ali'nin halifesi olması gerektiğini söylediğini ama buna iştirak edilmediğini, ali'nin asla başka bir halifeye biat etmediğini ve halifeliğin her zmaan kendi hakkı olduğunu savunduğunu, en önemlisi, ali'nin hilafete herkesten daha layık olmasına rağmen (bütün değil, bazı fakat önemli şii fırkaları:) ömer'in, ebu bekir'in ve ayşe'nin ali'nin hakkını yediğini iddia ediyorlar. sünniler ise buna karşılık; resulullah'ın ölmeden evvel hastalığı sırasında ebu bekir'e kendisi yerine namaz kıldırmayı emrettiğini, ebu bekir'in resulullah'ın çok yakın ve samimi bir arkadaşı olduğunu, ebu bekir ve ömer'in çok faziletli iki insan olduğunu ve halifeliğe layık olduğunu, resulullah'ın ölmeden evvel halifenin kim olacağına ve nasıl seçileceğine dair bir emirde bulunmadığını, bir işarette bulunduysa da bu kendi yerine ebu bekir'i imam göstermesi olduğunu söylüyorlar.

bu tartışmalar harlana dururken 3. halife osman'ın öldürülmesi üzerine şam valisi muaviye (kendisi osmanla aynı soydan, ümeyyeoğullarının, yani emevilerin soyundan gelmektedir) osman'ın katillerinin ali'yle işbirliği içinde olduğunu, bazı rivayetlere göre ise, yeni halife olan ali'nin osman'ın katillerini bulmakla mükellef olduğunu, bulmuyorsa bulmak istemediğinden çünkü bu cinayetin azmettiricisinin kendisi olduğundan dolayı bulamadığını söylüyor ve 4. halife ali'ye karşı baş kaldırıyor. bu baş kaldırışın ardından vuku bulan büyük savaşlardan sonra ali'nin ölümüyle birlikte muaviye'nin devri başlıyor. muaviye osman'ın hakkını savunduğu iddiasıyla başa gelmesinin ardından vefaatiyle kendisinden sonra oğlu yezid'in halife olacağını söylüyor ve islamda saltanatı başlatmış oluyor.

muaviye'nin ardından soy be soy emevi saltanatı sürerken ali taraftarları ali'nin ve onun oğulları (ki peygamberin torunları) hasan ve hüseyinin hakkının yenildiğini söylüyor. bu sırada ırak'lılar tarafından çağrılan hüseyin'in umutsuzca ırak'a gidişi esnasında vahşice katledilmesi bardağı taşıran son damla oluyor ve artık muhalefet tam anlamıyla "düşmanlaşıyor".

işte o aralar, dikkat edin, henüz şiilik bir mezhep değilken (yani inanç ve hukuk açısından geri kalan müslümanlardan farklı ve görece homojen bir yapı teşkil etmezken) bir muhalefet fırkası özelliği gösteriyor. lakin zamanla bu kopuş itikadi ve fıkhi alana da yansıyor ve günümüzdeki görüntü sergilenmeye başlıyor. şiilerin iddiasına karşı emeviler devlet ve tebaası için "biz sünnetin(muhammed'in örnek alıncak davranışlarının) ve cemaatin(çoğunluğun) ehliyiz(tarafıyız) manasında "ehl-i sünnet vel cemaat" görüşünü ortaya atıyor. devlet kontrolünde yeşeren bu fikir önceleri sadece muhaddisun (hadis ravileri) tarafından temsil ediliyor gibi gözükse de ümmetin büyük alimleri (hanefi, şafii, hanbeli, maliki)nin ekollerinin sistem tarafından devşirilmesiyle beraber çok kuvvetli bir hukuksal ve inançsal sistem ortaya çıkıyor.

bu esnada yeraltına çekilen şiiler ise 12 imamın (ali, hasan, hüseyin ve hüseyinin çocukları) allah tarafından resulullah'ın ardından ümmeti yönetmek için seçildiğine, dahası bu imamların yanılmayacağına, dahası bu imamların kur'an'ın gizli bilgisine (gaybe) hakim olduklarına ve en doğru kuran yorumunu onların yapacaklarına, dahası kuranın devlet eliyle değiştirilmiş olduğuna ve benzeri görüşlere kanatlanmaya başlıyorlar. emevi devletinin her cuma hutbesinde ali'ye lanet etmek üzere tutturduğu rutine karşılık (ki ancak ömer b. abdulaziz döneminde kaldırılabilmişti), onlar da ömer'e ayşeye, ebu bekire lanet etmeyi dini bir akide olarak benimseye başlıyor. lakin, bu noktada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta asla ama asla bütün şiilerin böyle düşünmediğidir. mezhepler tarihinin şii ciheti de fraksiyon içre fraksiyon içermektedir. mesela ğurabiye denilen fırka ali'nin ilah olduğunu iddia ederken, zeydiyye denilen fırka ise hilafetin ali'nin hakkı olduğunu lakin ebu bekirin ve ömer'in de pekala faziletli insanlar olup asla sövgüye değer olmadıklarını söylemektedir. yani, yukarıda dahası dahası dahası diyerek saydığım görüşler asla bütün şiileri kapsamaz, ama sadece 12 imamcıları kapsar. ki bugün iran yönetimindeki mezhep olmasından dolayı analizlerimizin de ana konusu bu mezhep teşkil eder.

aşağı yukarı, çok ama çok kaba hatlarıyla ehl-i sünnet ile şia arasındaki farkı böyle çizdikten sonra bana enteresan gelen bir detayı ortaya koymak istiyorum sayın dinleyiciler (eğer buraya kadar dayandıysanız anlatıcının biraz laubalileşmsini enteresan bir detaydan öte görmezsiniz), şii mezhebinin genel olarak benimsediği "gizlenme" (takiyye) anlayışını kabul etmeyen şii fırkaları tarih sahnesinden elimine olurken, takiyye prensibiyle hareket eden fırkalar ise günümüze kadar ulaşabilmişler. mesela, zeydiyye mezhebinin atfedildiği imam zeyd "imam kılıcını çekendir" diyordu, lakin caferiyye mezhebinin temellerinde takiyye ve sabır yatıyordu. bilin bakalım hangisi yok oldu hangisi kaldı?

velhasıl, kısaca, şiilik önceleri bir siyasî duruş olarak şekillenmiştir. hilafetin ali'nin hakkı olduğunu savunanlar, ve daha genel bir tabirle siyasi çatışmalar arasında "ali'nin tarafını tutanlar" şii olarak isimlendirilmiştir. bu isimlendirme şiilere göre ilk olarka resulullah tarafından dile getirilmişken, sünnilere göre ise ilk olarak sıffin savaşı esnasında muaviye'ye karşı savaşan ali kuvvetleri için kullanılmıştır. bu kadar ansiklopedik bilgi verdikten sonra kendi kanaatimi de paylaşma hakkını kabzettiğimi kabul ederseniz:

şiilik, bugün artık sonuçları görebildiğimizden dolayı rahatça farkedebileceğimiz gibi, muaviye taraftarı olmaya karşı ali taraftarı olmayı ifade eden siyasi bir fırkanın ismi iken bütün ehl-i vicdan insanlar şiidir. tarih önümüze serildiğinden dolayı rahatça farkedebileceğimiz gibi içinde bulundukları restleşmede muaviye'nin aksine ali kesinlikle ama kesinlikle haktan yana olandır. tarihi uzaklardan okumak gibi genel bir bakışa sahip olan her müslüman da, eminim ki, ali'den yana olacaktır. hele ali'nin ardından kıyam eden oğlu hüseyin'in katledilmesi bütün mazlumların yüreğini dağlayan ve empati kurabileceği hunharca bir cinayettir. bu cinayetten sonra emevi devletinin izlediği politika genel bir bakışla incelendiği vakit islam'ın devrimci bir güçle devşirdiği gücün klasik anlamda bir "krallığın" tekrar kurulmasına kanaliz edilmesinden başka bir şey olmadığı anlaşılabilir. bu dönem boyunca emevi halifeleri çok vahşi ve zalimâne bir tutum sergilemiş, ümmetin haysiyetli düşünürlerinin en keskin eleştiri oklarının hedefi olmaktan asla kurtulamamışlardır. bu anlamda, yani siyasi bir yönelim ve eğilim olarak şiilik emevilikten çok daha haklıdır.

lakin, öte yandan, ümmetin gerçekten sağlam düşünürlerinin sistem tarafından devşirilmesi ve merkezi akide'nin bu yolla oluşturulması esnasında (yani malikilik, hanbelilik, şafilik ve hanefilik inşa olunurken) "ehl-i sünnet" denilen fıkhî ve itikadî mezheplerin şia denilen fıkhî ve itikadî mezheplerden çok daha tutarlı ve aydınlık olduğu aşikardır. her ne kadar bilhassa kamu hukuku, haklar ve özgürlükler alanında çok suskun olsa da, ehl-i sünnet, çok genel bir bakış itibariyle, tevhid akidesiyle daha uyumlu ve islam'ın genel ruhuna daha mutabık bir mezhep olarak şia'nın önünde yer almaktadır. yer altına çekilip oralarda geri kalan ümmetten ayrılan şii düşüncesi ise imamlara masumiyet (günahsızlık ve hatta yanılmazlık) atfetmesi ve kendisini sürekli olarak "ali'nin hakkıydı!" çevresinde inşa etmesinden dolayı saçma beyanatlara ve uçuk akidelere sahip olmuş, tarafsız bir gözlemde sünniliğe karşı seçilemeyecek bir akidenin banisi olmuş bir mezheptir.

kısacası, bugün müslümanların ali'nin taraftarı olduklarını açıklamaları, lakin tevhidi bir akideye sımsıkı sarılmaları, kimseye sövmemeye çalışmaları ve mezhep taasubu ve mezhep düşmanlığı çukurundan hızla kurtulup emperyalizme karşı tek bilek ve tek yürek halinde dikilmeleri gerekmektedir.

ek: şia'nın akidesinin ehl-i sünnet'e göre daha garip, tevhidden biraz daha uzak olduğundan bahsetmişiz lakin sebebini tam ortaya dökmemişiz. ayıp olmuş.
hüseyin kerbela'da kûfe'ye giderken 72 akrabası ve yoldaşıyla beraber şehid edildikten sonra ehl-i beyt'te, yani resulullah'ın soyunda siyasetten ve hatta medine'den dışarı çıkmaktan geri durmak gibi bir durum baş gösteriyor. ehl-i beytin imamları, yani resulullah'ın soyundan gelenler ve onların çocukları saltanatın kılıcından uzak durmak için ve biraz da siyasete olan küskünlüklerinden dolayı kendilerine medine'ye kapatarak sadece ilimle ilgilenmeye başlıyorlar. zaten azıcık gezen ve siyasete meyyal duran bir imam olduğu zaman halk hemen ona biat etmeye başlıyor ve iktidar kendisine rakip çıkmasından ürkerek o kişiyi önce isyana zorlayıp sonra başını eziyor.

mesela imam zeyd bin ali zeynelabidin bin hüseyin bin ali bin ebu talib'in hikayesi... imam zeyd babasının ve kardeşinin ve kardeşinin oğlunun aksine medine'den dışarı çıkıyor ve zalim imam'a karşı başkaldırmaya karar veriyor. sadece kûfe'de (ki ırak'ın ve islam devletin başkenti) kendisine 15.000 kişi biat ediyor. ki geri kalan şehirlerden biat edenlerle toplanınca toplam yoldaşlarının sayısı 40 000'e erişiyor. anlayacağınız 40 000 kişi "hadi koçum, hadi aslanım, hadi yiğidim! arkandayız. yık şu zulmeti, yok et emevileri" diyor. emeviler hakikaten zalim, halk hakikaten mazlum. 

yalnız emevi hükümdarı hişam bin malik bu olaylardan haberdar olunca kufe valisine "git şu zeyd'i bul. eman ver ve yanına çağır. gelirse bana gönder, gelmezse kellesini uçur" diyor. vali zeyd'e eriştiğinde zeyd artık zamanın geldiğine kanaat ediyor ve isyan bayrağını çekiyor.
o sırada zeyd'e biat eden sünepeler arasında bir tartışma kıvılcımlanmaya başlıyor. imam'a geliyorlar, ya zeyd! diyorlar. ebu bekir ve ömer için ne dersin?

bekledikleri, kendileri gibi zeyd'in de ebu bekir ve ömer'in hilafetini reddetmesi, onların hilafeti ali'den gaspettiklerini söylemesi. zeydse "allah'a yemin olsun ki ben atalarımdan o iki insan hakkında bir kötü söz işitmedim ben de kötü bir şey söylemem" diyor. "ee" diyor ahali, "o zaman niye ayaklanırsın?". zeyd "zalim imam'a karşı ayaklanmak boynumuzun borcudur" tarzı bir şeyler söylüyor ama kar etmiyor.

ona biat eden onca kişi zeyd'i yarı yolda bırakıyor. zeyd 400 kişiyle emevi diktatöryasına karşı ayaklanıyor lakin nafile, ancak 70 kişiyi öldürüyorlar ve bir ok yağmurunda zeyd'in kendisi de şehit düşüyor.

onun savaşa böyle yalnız girişi üzerine "imam zeyd değil muhammed bakır"dır deyip zeyd'in kardeşinden imamet zincirini yürütmeye başlıyorlar. yürütmeyenler ise zeydi mezhebi oluyor, ki bugün yemen'de çok yaygın. suudi arabistan'la savaşan islamcı militanlar da bu şii zeydî mezhebindendiler.

neden anlattım bunları? yani olay şu:

ehl-i beyt medine'de kendisini dış dünyaya kapatmış ve ilme dalmış bir şekilde vakit geçerken emevi zulmüne karşı olan toplumsal muhalefet şia temelli şekilleniyor. çünkü emevilerin ilk halifesi muaviye ali ile savaşmıştı, ikinci halife yezid hüseyn'in katiliydi. şekilleniyor şia temelli şekillenmesine ama halk yığınları kendilerine bir baş bulamadıklarından ve cehalet kol gezdiğinden dolayı yozlaşmış ve tevhid akidesinden nispeten sapmış bir itikad ortaya çıkıyor. nitekim, ehl-i beytin has mümessillerinden biri olan imam zeyd'e dışarlıklı şiilerin yaptıkları ortada.

not: bu satırların yazarı asla ama asla mezhep taassubu içinde olan, bir mezhep dışında geri kalanları tekfir eden birisi değildir. anlattığı ve aktardığı her somut olay defaatle ilan ettiği gibi sadece o somut olayın faillerini bağlar, yoksa asla bütün şiayı bağlamaz. sadece zamanında "nedir bu ümmetin hali?" diye düşünüp tarih araştırmış ve bulduğu sonuçları sözlükle paylaşmak istemiş aciz bir kulun naçizane analizleridir bunlar.