Sıradan Bir Rus İsmi Değil, 90’lar Türkiye’sinin Kadın Stereotipi: Nataşa
“nataşa”… tek başına bakıldığında sıradan bir rus kadın adı. ama 90'ların türkiye'sinde bu kelime, tek başına bir isim olmanın ötesine geçti; göçün, yoksulluğun, toplumsal önyargıların ve kadın bedeni üzerinden kurulan tartışmaların sembolüne dönüştü.
1991'de sovyetler birliği dağıldığında, milyonlarca insan bir gecede işsiz kaldı. ekonomik sistem çöktü, fabrikalar kapandı, maaşlar ödenmedi, pazarlar darmadağın oldu. hayatta kalma refleksiyle pek çok kadın başka ülkelere gitmek zorunda kaldı. işte o noktada coğrafi yakınlığı, liman kentleri ve vizesiz giriş kolaylığıyla türkiye ilk duraklardan biri haline geldi. trabzon, samsun, istanbul, laleli… bavul ticaretiyle başlayan bu göç, kısa sürede otelleri, pazarları ve caddeleri dolduran göçmen kadınların hikâyesine dönüştü.
şimdi işin acı tarafı şu: bu kadınların çoğu ülkelerinde son derece saygın mesleklere sahipti. doktor, avukat, mühendis, öğretmen… üniversite mezunuydular, hayatlarını bir düzen içinde sürdürürken sistem çöktü ve ailelerini geçindirmek için başka coğrafyalara savruldular. türkiye'ye geldiklerinde ise tekstilde, temizlikte, pazarda, otellerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar. yani kısacası, amaçları para kazanıp ailelerine bakmaktı. ama toplumun onlara biçtiği tek kimlik vardı: “nataşa.”
medya bu stereotipi körükledi. gazetelerde “nataşa operasyonu” manşetleri atıldı, filmlerde ve dizilerde yuva yıkan, türk erkeğini baştan çıkaran, klişeleşmiş kadın karakterler yaratıldı. bu söylem öylesine baskın hale geldi ki, göçmen kadınların gerçek hikâyeleri görünmez oldu. emek, yokluk, göçün yarattığı zorunluluk… bunların hiçbirine yer kalmadı.
ve tabi sokak ağzıyla konuşmak gerekirse: “nataşa” lafı kısa sürede her önüne gelene yapıştırılan, küçültücü, aşağılayıcı bir yafta haline geldi. yani aslında mesele isim değil; mesele toplumun içindeki korkular, kıskançlıklar, ekonomik rekabet ve en önemlisi, kadın bedeni üzerinden üretilen söylemlerdi.
çoğu kadın kayıtdışı çalıştığı için düşük ücretlere ve uzun saatlere mahkûm edildi. kimileri fuhuş çetelerinin ağına düştü, kimileri sürekli polis baskınlarıyla karşı karşıya kaldı. “nataşa operasyonu” adı altında yapılan bu baskınlar aslında kadınların mağduriyetini daha da derinleştiriyordu. yasal güvenceleri olmadığı için sürekli sınır dışı edilme korkusuyla yaşadılar. bazıları türkiye'de evlenip kalmak istedi ama çoğu zaman “yabancı gelin” yaftasıyla aileler tarafından reddedildi.
türk kadınlarıyla ilişkileri de çetrefilli bir zeminde ilerledi. bir yandan kıskançlık, öte yandan mesafe, hatta bazen düşmanlık… “aileyi bozan kadın” imgesi işlendi durdu. yani mesele sadece göçmen kadınlarla türk erkekleri arasındaki ilişkiler değildi; mesele aynı zamanda kadınların kadınlara bakışında ortaya çıkan sınıfsal, kültürel ve toplumsal gerilimdi.
bugün geriye dönüp baktığımızda “nataşa” kavramı, yalnızca bir dönemsel önyargı değil; göç, yoksulluk, toplumsal cinsiyet ve ötekileştirme süreçlerinin kristalize olmuş hali. yani basit bir isim gibi görünen şey, aslında 90'ların türkiyesi'ndeki sosyo-ekonomik dönüşümün, medyanın manipülasyon gücünün ve toplumsal önyargıların aynasıydı.
kısacası, “nataşa” kelimesi türkiye'nin göç, cinsiyet ve önyargı hafızasında derin bir iz bıraktı. ve işin can sıkıcı tarafı şu: o yıllarda üretilen bu kalıp yargıların izleri hâlâ toplumun dilinde, hafızasında, hatta davranışlarında yaşamaya devam ediyor.