Sinemanın Sanat Olduğunu Kanıtlamak İçin Gösterilecek İlk Film: Rüzgar Bizi Götürecek

İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi'nin 1999 tarihli başyapıtı Rüzgar Bizi Götürecek (Bad ma ra khahad bord) hakkında duygulara tercüman olan bir yazı.
Sinemanın Sanat Olduğunu Kanıtlamak İçin Gösterilecek İlk Film: Rüzgar Bizi Götürecek

"var olmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu, her şeyin bir geçiş halinde olduğunu, hareket etmenin yaşamımızın asıl doğası olduğunu kabullenirsek, bir hedefe saplanmaktan vazgeçersek, yaşamı daha iyi kavrayıp, ondan daha çok tat alabiliriz." -abbas kiyarüstemi

ne zaman bir yerlerde biri "sinema bir sanat dalı mıdır ki?" diye sorsa, kendisine cevaben üstüne fırlatmak isteyeceğim bir film rüzgar bizi götürecek. evet, eğer sinema bir sanat dalıysa onun en haklı, en yüce, en eşsiz nişanesi olarak anılacak bir film bu. liste işlerini hiç sevmeyen ve asla kişisel liste yapmak için uğraşmaya gönlü olmayan bana hangi filmi yazmak, yönetmek, yaratmak isterdin diye sorulsa aklıma gelen ilk 3 filmden biri bu film olur. olur elbet, olur da, neden olur?

bir kaplumbağanın varlık istikametinin akışını neden bozar ki insan?

onun her şeyden, zamandan, zamanın hızından, dört duvar mekanın kapalı, asık suratlı bunalımından bi haber varlığını neden rahatsız eder? süratin ve hızın yarattığı bunalımın gönderine bayrak gibi çekilen mutsuzluğunu beyan edercesine, ağır, kıpırtısız, telaşsız bir var oluşunun sadeliğine neden çelme takar bir insan?

değişimin o incecik külden yazgısının şiirini yazıyor bu büyük filmde, büyük usta abbas kiarostami. neredeyse hiçbir şeyin olmadığı bu koca dünyada, her şeyin aslında büyük anlam arayışlarından, fiyakalı sözcüklerden, dramatik olaylardan azade bir şekilde nasıl vuku bulduğunu, değişim diye satılan kent masallarının kutsal kitapları sayılan kişisel gelişim kitapları ve hollywood'un buram buram formül kokan sistem işbirlikçisi "büyük değişim" safsatası filmlerinin içinin ne kadar boş olduğunu göstermek için sadece izleyiciye değil, dünyaya, felsefeye, sosyolojiye, antropolojiye, diğer sanat disiplinlerine, düşünce, eylem pratiklerine ve kısaca insanın elinin değdiği, uzandığı her şeye bir ayna tutuyor.

büyük bir sadelikle kurduğu dramatik çatıya kondurduğu felsefi, mitolojik, teolojik, estetik nüansları bir prizma gibi ışıtıp, izleyicinin gözüne sokmak yerine onları içrek bir bilici gibi gizleyerek göz önünde tutuyor. işte filmi ve anlamını büyük kılan gizem, nüans bu.

tarkovski sinemasının felsefe-din- sanat bağlamında kurduğu birlik onun büyük ve nitelikli anlatıcılığının en önemli tarafıdır. süresi, metnin yoğunluğu, planların uzunluğu fark etmeksizin filmlerinde din, sanat, felsefe üçgeninde kurulmuş yoğun bir simgesellik ve sembolizm vardır. usta bunu bazen sadece upuzun bir planla, bazen uzun bir tiratla, bazen yoğun bir kavramsal, sembolik duyuma karşılık gelen karakterlerle yapar. bir yazar bazen metafizik bir aracıyken, bir iz sürücü tözü, bir adam bilimi, pozitivizmi temsil eder. işte tüm bunlar birçok tarkovski filmlerini hem yoğun, katmanlı, hem okuması zevkli ve zor hale getiren nüanslardır.

beri yandan kiarostami usta sanki tarkovski filmlerinin o yoğun, felsefe, din, sanat bağlamlı büyüklüğüne kendi cevabını vermek istemiş bad ma ra khahad bord filminde ve sinema tarihinin belki de en güzel cevaplarından biri ortaya çıkmış. iki ustanın bambaşka estetik, felsefi, sanatsal problemleri var ve her ikisi de temsil ettikleri, yarattıkları niteliğin özüne dair çok büyük kıvılcımlar ve depremler yaratıyor izleyicileri için.


soylu bir estetik kuruyor yönetmen film boyunca

felsefeyi, dini, mitolojiyi, simge ve sembolleri merkeze almayan bir gerçekliğin içini o aşkın yaşamak hakikatiyle ve büyüsüyle kuruyor. yaşamın, doğanın, insanın akışın tüm sıradanlığını gösterirken büyünün, gizemin, mucizenin bütünün aralıklarına sızan inceliğini de sessizce göğüslüyor. hayatında değişim için mucize, sihir, güçlü bir el bekleyenlere her şeyin ne kadar sıradan olduğunu, bu sıradanlığın tüm hayret ve şaşkınlığı yaratırken ayni zamanda, ayni ölçünün içinden nasıl sıkıntı ve marazı da var ettiğini imliyor. yani hiçbir şey değişmiyor ve her şey değişiyor. hayat hem hızla hem çok yavaş akıp önümüzden öylece akıp gidiyor. zaman bazen hırsızlama ve süratli, bazen ağırkanlı bir oburlukla yoksunluklarımızın celladı oluyor.

kiarostami filminin tek bir anında edilmiş büyük bir söz yok. tek bir anında öyle eşsiz, bir kenara not edip, sonra bir yerlerde havalı bir şekilde kullanmak isteyeceğiniz felsefi bir belirleme, imleme yok. tek bir anında büyük bir var oluş krizi, aşılması gereken ahlaki bir eşik, iyilik/kötülük düalizmi üstüne nutuk yok, dramatik yapının tek bir yerinde bir göz boyama, kahraman yaratma hevesi, idealize bir ahlak, vicdan siparişi yok.


başlangıç ve son yok bu filmde, sadece akış var

yaşam denen bu bereketli hayhuyun her gün ıska geçilen küçük, basit, minör dokunuşlarına ilişkin saptamalar var. hatta saptamalar yok. neredeyse başıboş bir kendinlik hali mevcut filmde. hiç kimseye ders verme ihtiyacı duymayan, kendisine hayranlık beslenmesini hiçbir şekilde talep etmeyen, kendini göstermek için çırpınmayan, tıpkı haldaşlık kurduğu kaplumbağa, bok böceği, keçiler ya da inekler gibi kendi akışının bilincini yaratıp, süresiz, zamansız, boyutsuz evrenini sınırlarını genişleterek başla sonun benzerliğine dikkat celbeden sade bir bilgelik hali mevcut. neredeyse büyük usta tarkovski filmlerinin antitezi gibi.

değişim üstüne edilen her sözcük ve cümlenin ne kadar yararsız ve işlevsiz olduğunu da gösteriyor her saniyesinde film. bir isyan, öfke patlaması, kavga ya da ağlama krizi eşiğine gelmeden akışın o keskin, pürüzsüz, benzersiz doğasını resmediyor usta film boyunca. film bittiğinde neredeyse hiçbir şey olmuyor, hiç kimse bir yere gitmiyor, ölmüyor ya da bir ahlak sınavı vermiyor ama kaplumbağanın akışına kan doğrayan kötülük sadece o sıradan kötülükten ibaret olmadığını anlayarak bir ölümün gölgesinde yeşerecek 'işin' ne kadar anlamsız olduğunu anlıyor. hadesin ölüler diyarına iniyor, sisifos'un dağlarına çıkıyor elindeki kayasıyla sürekli; ilk günahı arayan bir yılan gibi, kadının memelerinden ilk saf zehiri yudumlayan her masum canavar gibi var oluşun özünün aromasını içeren kızıl sütü arıyor. bir tırmanıyor dağlara, bir iniyor. kendi varlığının gerçekliğini , ahlaki sınavını küçük bir çocuğun masumiyetinde arıyor. vicdanın çetrefilli sessizliğini sürekli bir konuşmanın, tekrarlanan sohbet ve soruların sığınağına hapsediyor ve nihayetinde o küçücük, değişimden çok uzak sürekliliğin akışına kendini bırakarak yolun devam ediyor.


eyvahlar olsun büyük bir anlam arayışı içinde telefe olan her insana

rüzgar bizi sürüklüyor, dağlar dinliyor, denizler arındırıyor, toprak alıp bağrına basıyor ve insan yine de elindekilerden, sahip olduklarından bi haber şekilde doymak bilmez arzularının pençesinde ömrünü ziyan ediyor.

incecik bir duman gibi yükselip, dağılarak uzaklaşan, değişim denen şeyin küllerini yazarak savuruyor büyük usta kiarostami filminde. dağa yazıyor, taşa yazıyor, evini sırtında taşıyan kaplumbağanın yoluna yazıyor. tarlalara, zamana, insana, dünyaya yazıyor hareket etmenin doğasında yatan şiiri. bana da ellerinden, ayaklarından öpmek düşüyor.