Sinemadaki Kafası Kırık Karakterlerin Genç Üstadı: Barry Keoghan
barry keoghan... saltburn'den önce onu birçok filmde beğeniyle izlemiştim ama hayatının ilk başrolü olan oliver quick performansıyla resmen hayranı oldum. sahip olduğu olağanüstü yeteneklerle hızla tüm zamanların en iyi aktörlerinden biri olması hiç şaşırtıcı değil. ama ilk başrolüyle aynı zamanda hollywood'un en baştan çıkarıcı genç aktörlerinden biri haline geldi. saltburn'de onu yıldız yapan; sinema tarihine geçecek bir performans sergiledi. beni de kendisine koşulsuz ve geri dönülmez bir şekilde aşık etti. aynı anda hem süper çekici hem de son derece rahatsız edici olmayı başarma şekli gerçekten inanılmaz. her sahnede anında dikkat çeken, silinmez bir varlığı var. sizi sürekli meşgul ediyor. her seferinde izleyicinin ilgisini çekebilmek inanılmaz bir beceri. onu ekranda izlemeyi son derece çekici kılan benzersiz bir enerji yayıyor.
öylesine öngörülemeyen bir oyunculuk tarzı var ki. bi' sahnede çocuksu, masum, kırılgan, savunmasız ve utangaç görünürken aynı anda tehditkâr, ürkütücü, sinsi ve tekinsiz olabiliyor. o an oynadığı karakterin kafasının içinden neler geçtiğini tahmin etmeye çalışırken buluyorsun kendini. barry keoghan, gerçekten eşsiz bir tür. o kadar ölçülemez bir yeteneği var ki. ona "göz kamaştırıcı bir yetenek" demenin bile az geleceği kanaatindeyim. kendi kuşağının en iyi aktörlerinden, en kendini adamış oyuncularından; hayatta bir kez görülen türde bir sanatçı olduğunu düşünüyorum. gerçekten eşi benzeri yok.
filmografisini izlemeye başlayınca; o eğer bir karakteri canlandırıyorsa bunun karmaşık, iyi yazılmış ve yeniden izlenmeye değer bir performans olacağına dair büyük bir güven kazanmaya başlıyorsunuz. her zaman harika roller seçiyor, film geçmişi o kadar sağlam ki. neredeyse tek bir ıskası yok. zevkli adam doğrusu. bu kadar yetenekli; böylesine harika roller, harika senaryolar seçen ve diğer oyuncularla bu kadar iyi çalışan bir aktör bulmak inanılmaz gerçekten. çöldeki bir vaha gibi. aynı zamanda eşsiz bir ruha sahip, sanki bedeni onu içeremiyormuş gibi coşkulu ve heyecan verici bir haylazlık duygusu var. kalıbına sığmayan saf bir irlanda enerjisi patlaması diyebiliriz. adam golden retriever enerjisine sahip resmen. içinden elektrik akımı geçiyor gibi. her röportajında kıpır kıpır, kımıl kımıl hallerine şahit olmak beni çıldırtıyor. çocuksu şakacılığına bitiyorum. oyuncu arkadaşlarıyla çok içten, çok samimi bağlar kurmasına eriyorum (love yani aşk).
barry'le çalışan herkes onun bir aktör olarak en büyük özelliğinin dürüstlüğü olduğunu söylüyor. gerçekten de masumiyetinin ve çocuksuluğunun yanında aynı zamanda şaşırtıcı derecede sofistike bir gerçekliğe ve olgunluğa sahip. tüm bunlar karmaşık kişiliğinin mükemmel bir karışımını oluşturuyor. bir aktör olarak onun empatisi ve duygusal zekası, bir miktar açık sözlü dublin gerçekçiliğiyle mayalanmış. onda diğer yıldızlarda neredeyse hiç göremediğimiz, tarif edilemez derecede insani bir şey var. bir aktörün bu kadar yetenekli olması ve aynı zamanda spot ışıklarının altında bile bu kadar gerçek olması inanılmaz. hollywood'un çoğunluğundan daha fazla dürüstlüğe ve kaliteye sahip.
barry'nin röportajlarını izledikten sonra onu en iyi tanımlayacak kelimenin "gerçeklik" olduğunu düşünüyorum. bu kesinlikle doğuştan gelen bir özellik. bu adamın hamurunda sahicilik var. performanslarında duygusal zekayı, yumuşaklığı, saflığı ve kırılganlığı görüyorsun. her role kattığı derinliği ve gizemi görüyorsun. yaptığı her işe ruhunu katıyor. her şeyi içgüdüsel bir şekilde ortaya koyuyor ve giderek daha da derinleşiyor. onun filmlere getirdiği yaşam gücünde, anların çoğunu canlı tutan bir tür vahşilik var. abartılardan arınmış ve sürükleyici derecede gerçekçi. çok yoğun bir doğası var.
barry olduğu her şeyi; iyiyi, kötüyü ve çirkini beyazperdeye koymaktan korkan biri değil. bu aslında düşündüğünüzden çok daha nadir bulunan bir şey. o yüzden çok etkileyici. oynadığı rahatsız edici nitelikteki karakterler hakkında derinlemesine konuşması ve o kafaya nasıl girdiğini anlatması çok özel mesela. bir aktörden bu düzeyde bir açıklığı nadiren duyarsınız. onu ne kadar takdir ettiğimi kelimelerle anlatamam. pek çok genç oyuncunun saltburn filmindeki sahneleri oynayacak cesareti yoktur. ama daha önemlisi pek çok genç oyuncunun bu filmdeki sahneleri oynayacak yeteneği de yoktur. bu sahneleri yaptığı için ona ciddi anlamda saygı duyuyorum. her şeyini ama en çok da yüreğini ortaya koymuş. *
son filminden önceki işlerinde rolü küçük olsa bile, genellikle filmin en dikkat çekici kısmı olduğu için "sahne hırsızı" olarak tanınıyordu. ama o sahne hırsızı olmaktan bir filmin yıldızı olmaya geçmek istiyordu. ilk başrolü olan saltburn filmiyle bunu yapabildiğini gördük. buradaki rolüyle ilk kez dayanıklılık ve tamamen adanmışlık açısından gerçekten ilerlemesi gerektiğini hissetmiş. şahsen saltburn'de olağanüstü bir gizemi ve karanlık yoğunluğu olan; böylesine içgüdüsel, şaşırtıcı ve kırılgan bir karakteri yaratma becerisi karşısında küçük dilimi yuttum.
olivier quick karakterini izlerken nasıl bu kadar çok yönlü, değişkenli, kestirilemeyen ve tahmin edilemez bir kişilik yaratabildiğini görmenin şaşkınlığıyla her sahnede ağzım açık kalmıştı. karakterinin kişilik yönleri arasında o kadar akıcı bir şekilde geçişler yapıyordu ki sanki beş farklı aktörün aynı kişinin beş yönünü oynamasını izliyor gibiydim. yaptığının delice olduğunu düşündüm. sonra röportajlarını okurken onun kendi sözleriyle bu büyüyü nasıl yaratabildiğini anladım. şöyle ki; filmi yönlendirdiğinin ve yeterince dayanıklılığa sahip olduğunun bilincindeymiş. kendine “izleyiciyi nasıl meşgul edebilirim?” sorusunu sormuş. bu arc'ı zihinsel olarak yaratmak istemiş. bu yüzden her biri farklı motivasyona sahip beş farklı oliver yaratmış. sette her biri için bir moleskine not defteri varmış. farkı yaratanın bu olduğunu söylüyor.
ayrıca her filmde yaptığı bir hazırlık seviyesi varmış. büyükannesine bazı karakter soruları yazdırır, ona bu kişileri tanımıyormuş gibi davranmasını söyler ve sonra bu soru listelerine cevaplar verirmiş. (bu triviaları öğrenince benim için taşlar yerine oturdu. hiçbir başarı tesadüf değildir. emek var emek.)
ergenlik çağında büyükannesinin evinde televizyonun karşısına oturur ve doğa belgeselleri izlermiş. hayvanların hiçbir şey söylemeden nasıl bu kadar çok şey söyleyebildiğine hayran kalırmış. oyunculuk hakkında bildiği her şeyi onları inceleyerek öğrendiğini söylüyor. “konuştuğunuz anda gücünüzü kaybedersiniz. benim için beden her zaman başladığım yerdir. enerjimle olayları aktarabilmeliyim.” diyor.
oscar'lı yönetmen chloé zhao'nun barry'i "evcilleştirilemeyen" bir aktör olarak tanımladığını (barry bu tanımdan çok hoşlanıyor) ve onu "vahşi kurt" olarak adlandırdığını da belirtmem gerek. kesinlikle ben de barry'den hayvansı bir enerji alıyorum ve enteresan bir şekilde onu bağdaştırdığım hayvan da kurt.
barry'nin oyunculuğunu moleküler düzeyde bir oyunculuk olarak görüyorum. yüzünde birçok mikro ifadeyi birkaç saniye içinde görebilirsiniz. bir sürü farklı duyguyu en minimal düzeyde mimikleriyle yansıtabiliyor. robert de niro ve al pacino gibi çok az şey yapıp çok şey anlatabilme özelliğine muktedir. çok derinden oynuyor. bir oyuncu olarak gözlerinin değerli olduğunu biliyor ve bu hassas aletleri tüm empatiden arındırmak gibi esrarengiz bir yönteme sahip. özellikle en ufak şeylerin her şeyi değiştirebileceği yakın plan çekimlerde bu kadar yetenekli birini izleyebilmek lütuf gibi. an itibariyle görmekten bu kadar heyecan duyduğum bir başka aktör daha yok.
barry'nin kadrajda olduğu her an genellikle ekranda ilk fark ettiğiniz kişi o oluyor. dikkatinizi can alıcı noktanın ötesinde tutma kapasitesi inanılmaz. gözleri etrafındaki herkesi ölçüyormuş gibi. sanki ruhunuzu görebilecek gözlere sahipmiş de kimsenin görmediği şeyleri görmek için bakıyormuş gibi. buz gibi bakışları tehditkâr bir nitelik taşırken aynı anda mavi gözlerinden kıvılcım ve parıltı yayılıyor. o kadar içgüdüsel bir aktör ki. mıknatıs gibi; aşırı manyetik bir etkisi var. filmlerde, röportajlarda nerde olursa olsun ekrandayken gözlerimi ondan alamıyorum. sonsuz derecede ilginç bir varlığı var.
en çarpıcı bulduğum yanı fizikselliği. sadece duruşuyla veya en ufak kas hareketiyle bile çok şey ortaya koyabiliyor. vücut devinimi ve hareketleri benzersiz bir enerji yayıyor. fiziksel olarak varlığı inanılmaz güçlü. beden dili çok yoğun. büyüleyici bir havası var. tavırları o kadar spesifik ve benzersiz ki. davranışlarında onu öne çıkaran bir şeyler var. çok atletik olması dolayısıyla harika bir hareket kabiliyetine sahip, bu yüzden vücudunu sportif bir şekilde anlıyor. bunun en iyi örneğini saltburn filminin son sahnesinde görebiliyoruz. barry'nin film boyunca verdiği minör ve major oyunculuk resitalinin son aşaması olan pastanın üstündeki çilek misali ikonik dans sahnesinden bahsediyorum.
murder on the dancefloor sahnesinde sadece doğal zarafetiyle dans edebilme işini son derece zahmetsiz gösteriyor. o yüzden röportajlarında dans etmeyi bilmediğini söylediğinde ufak çaplı bir şok geçirdim. normalde danstan anladığı en fazla müzikle uyumlu bir şekilde kafasını sallamaktan ibaretmiş. onu asıl tedirgin eden şey çıplaklık değilmiş. dans etme fikrinden çekindiği için bu sahnenin çekimini sürekli geciktirip, ertelemeye çalışıyormuş. dans etme konusunda bu kadar çekingen birinin böyle bir sahneyi ortaya çıkarabilmesi akıl alır gibi değil. bu ancak fiziksel olarak ne denli iyi olduğuyla açıklanabilir.
barry'de beni ona aşık eden bir şeyler var. tavırları, yüz ifadeleri, sesi ve enerjisi inanılmaz derecede seksi. onu çekici yapan şeyler karakteriyle ve gerçek hayatta kişi olarak kim olduğuyla ilgili aslında. bu ancak tavırla, aurayla, yüzeysel olmayan şeylerle açıklanabilir. bazı erkekler açıklanamayan bir nedenden dolayı çekicidir, etkileyici bir havaları vardır. barry'nin büyük etki yaratan bir görünümü ve esrarengiz bir çehresi var. gördüğüm en ilginç yüzlerden biri olabilir. kafa karıştırıcı bir güzelliğe ve zerafete sahip. tipi geleneksel güzellik ile alışılmadık güzellik arasındaki ince çizgide geziniyor.
barry tuhaf ve ilginç biri olmaktan zaman içinde çok karizmatik olmaya doğru bir değişim geçirdi hiç şüphesiz. barry gibi farklı görünüşteki birinin hollywood'ta kendine yer edinebilmesi tiplere göre oyuncu seçmek yerine en iyi oyuncuyu seçmenin her zaman daha iyi bir hareket olduğunu gösteriyor. ama bu sadece ve sadece onun saf yeteneği sayesinde oldu. tırnaklarıyla kazıyarak, kendi çabalarıyla geldi o yere. barry kayırmacılıktan fayda görmeyen az sayıdaki oyuncudan biri olarak elde ettiği başarının her zerresini sonuna kadar hak ediyor.
o ekranlarda göz ardı edilemez ve yadsınamaz bir varlık olarak boy göstermeye başladığında hollywood'un en soğukkanlı, tehditkâr delikanlısı ortaya çıkmış oldu. büyüleyici performanslar sergilediği eksantrik yardımcı karakterlerden gerçek bir film yıldızına dönüştüğü film olan saltburn'ün senaryosunu okuduğunda muhtemelen o ana kadar imza attığı en iyi şeylerden biri olduğunu fark etmiş. nefes kesici bulmuş. onu her yöne doğru genişletebilecek böyle bir rolün hayatta bir kez geleceğini hissetmiş.
filmografisine bakılırsa barry'nin bir tür usta manipülatör olduğu düşünebilir. genellikle hikâyeyi manipüle eden karakterleri oynuyor. bunun onu çeşitlilikten yoksun bir yola sokma tehlikesi var. ama ben onun karanlık ve karmaşık rolleri canlandırmaya devam etmesini istiyorum. zira bu konuda cidden parlıyor.
gerçekten acayip bir kariyere sahip olabilir. çok spesifik garip rollerde mükemmelleşebilir ama aynı zamanda çok doğal sempatik rollere de yönelebilir. geniş bir rol yelpazesi var. oyunculuk skalası ve portfolyosu da çok geniş. seks sembolü statüsüne yükselmesini sağlayan saltburn filminin onu daha geniş bir izleyici kitlesine ulaştırması ve daha yüksek profilli roller için ona daha geniş bir alan açmış olması sevindirici.
barry'nin 18 yaşındayken dublin'de bir drama okulu olan the factory'de oyunculuk eğitimi aldığı biliniyor. ama ona göre bu pek doğru sayılmaz zira geleneksel anlamda bir eğitim almamış. sadece karakterler ve kameralar üzerinde deneyler yaptıkları, belgeseller ve eski filmleri izledikleri; rastgele sahneler üzerinde çalışmak için uğradığı bir yer olarak tarif ediyor burayı ve bir okuldan ziyade serbest biçimli bir oyuncu stüdyosu olduğunu belirtiyor. sırf nasıl bir şey olduğunu görmek için günlerce karakterde kalmaları istenirmiş.
burası barry'e kendini ifade etmekte ve becerilerini geliştirmekte özgürlük tanımış. onu hayal gücünden yakalayarak herhangi bir okulun asla yapmadığı bir şekilde yeteneklerini teşvik etmesine olanak sağlamış. paul newman, marlon brando, james dean gibi harikaları izleyip 'bunlar kim?' diye düşünürmüş. “cool hand luke, on the waterfront gibi eski filmleri izleyerek zanaatımı öğreniyordum. bu şekilde eğitim alıyordum ve bunu bilmiyordum bile.” diyerek anlatıyor o günleri. bu filmlerin hepsini izlemek için okulu eker, oraya üstünde üniformasıyla gidermiş.
oyunculuk onun en sevdiği konu, bundan bahsetmeyi, oyunculuk üzerine konuşmayı çok seviyor çünkü oyunculuk onun için bir kaçış, hayatta kalma biçimi. hayatı boyunca her zaman en zor anılardan kaçmasını sağlayan şey oyunculuk olmuş. o yüzden bu yeteneğe sahip olmak onu çoğu insandan farklı kılıyor.
yaptığı işi büyük bir deney olarak ele alıyor. bunu asla çözemediğini ve işin heyecan verici kısmının da bu olduğunu söylüyor. sürekli olarak bu zanaatı ve ne yaptığını çözmek istiyormuş. oyunculuğa dair sevdiği şey buymuş. bu yüzden izleyecek, gözlemleyecek ve hem kendinden hem de başkalarından öğrenecek..
büyüdüğü yerde oyuncu olmak istediğini söylemek cesurca bir davranış olarak addediliyormuş; insanlar onun hayal gördüğünü düşünüyormuş.
oyuncu olmaya karar vermesi başka biri gibi davranma fikrinin onu çok etkilemesiyle ortaya çıkmış. şaşırtıcı, eğlenceli ve harika olarak tanımladığı oyunculuğun, ona ait olmayan bir biçimi ifade etmesini sağlayan bir iş olduğunu fark ettiğinde bundan çok etkilenmiş. bu işi yaparak bir sanat formu yayınladığını düşünüyor.
oyunculuğa girişinin özünde "bir şey aramak"la ilgili olduğunu; sadece ortalığı karıştırmak, şaka yapmak istediğini belirtiyor. ama daha derin bir düzeyde oyunculuğun onun için çok terapik olduğunu ekliyor. çünkü böylece başka biri olma deneyimini yaşıyor ve başka bir kişi olarak sorunlarından bazılarını serbest bırakabilmek gibi bir ayrıcalığa sahip oluyordu.
ama oyunculuğun meditatif olduğu kadar bazen de mide bulandırıcı olduğunu söylüyor. “çok tedavi edici ama aynı zamanda kafa karıştırıyor. sürekli bir takım duygular ve sahte hisler yaşıyorsanız, zihninizle çok oynamış oluyorsunuz. bundan dolayı bazı ciddi tuhaf rüyalar görüyorum.” diyerek anlatıyor bu durumu.
onun için oyunculuk bir çeşit bilinçaltı terapisi gibi. "hareket" ile "kesme" arasındaki o sürede, kim olduğuna dair coşkulu bir kopukluk hissediyor. o an hem kendi hem de diğer kişi arasında bir belirsizlik içindeymiş. “benim kovaladığım şey "action" ile "cut" arasındaki o süre boyunca ben olmamak.” diyor.
irlanda'da öğretmenleri ona oyunculuk için üniversiteye gitmesini tavsiye ettiğinde, önsezisi ona üniversitenin gitmesi gereken en son yer olduğunu söylemiş. kendini tekniklerle korumaya niyeti yok. onu güvende tutacak geleneklerin gerisinde kalmakla ilgilenmiyor.
asla oyunculuk için üniversiteye girmekten yana olmamış. oraya giren herkes gibi aynı yansıtılmış sese sahip olmak ya da dik oturup repliğini belirli bir şekilde, belirli bir ifadeyle benzer şekillerde iletmek istememiş. farklı olması hoşuna gidiyor ve bu şeylere aşina olmanın tehlikeli olduğunu düşünüyor “çünkü bir nevi kendiliğindenliğinizi yitiriyorsunuz.” diyerek açıklıyor.
hiçbir şekilde eğitilmek ya da evcilleştirilmek istemiyor. her zaman özgün olmak ve bunu korumaktan yana. antrenman yapmadan sahip olduğu o –kendiliğinden– alışılmışın dışındaki gevşek ve akıcı şeyin devam etmesini istiyor. yapılandırılarak özgünlüğünü kaybetmek korktuğu şeylerden biri. oyunculuğun en gerçek biçimini "saflığa tutunmak" olarak betimliyor. yaptığının en saf biçimiyle o eğitimsiz şey her ne ise ona tutunmak olduğunu söylüyor.
ne yaptığını açıklaması gerektiğini hissettiği bir şeyi asla yapmak istemezmiş. insanların hoşuna gitse de gitmese de, sadece hissetmelerini istiyor. birinin bir deneyim yaşamasını, ilişki kurmasını, sorular sormasını, nerdeyse ne gördüğünü bilmemesini ve muhtemelen onu tekrar izlemek zorunda kalarak sinemayı terk etmesini istiyor.
insanların görüşlerini duymayı, filmlerini derinlemesine inceleyip ona yaşadıkları deneyimleri anlatmalarını seviyor; bunlar onun için önemli olan türden fikirler. hatta bazılarının 'o filmden sonra kendimi pek iyi hissetmedim.' demesi tuhaf bir şekilde hoşuna gidiyormuş. (tüyler ürpertici benzersiz karakterleri canlandırma konusundaki tutkusunu açıklıyor bu)
yaptığı şeyle asla yetinmeyen bir yapısı var. asla 'harika iş çıkardım' demeyeceğini; her zaman daha iyisini yapabileceğini düşünmek istiyor. “her zaman imkânsızı başarmak isterim. üç farklı kategoride üç oscar kazanmak istiyorum.” diyecek kadar hedefleri büyük. her zaman daha fazlasını verebileceğini hissediyor. ama yine de bunu biraz geride tutmaya çalışıyor çünkü bazılarını başka şeyler için saklamanın en mantıklısı olduğunu düşünüyor.
her işte kendini biraz yaktığını, kazıdığını ya da parçaladığını; bir nevi kendini biraz sattığını düşünüyor. her zaman; 'neden?' diye soruyormuş. evet bunlar bir film ve bir amaç için yapıyor, ama gerçekten de kendini satıyor mu diye düşünmeden edemiyor. insanların önünde çok savunmasız ve duygusal açıdan açık olduğunu, kendinden çok fazla şey gösterdiğini söylüyor. o yüzden bu işi yaparken kendini ödünç verdiğini hissediyormuş.
her zaman yeni zorluklara adım atma ve oynayabileceğini düşünmediği farklı karakterleri oynama arzusunda. çünkü gerçekten spontane olmayı, ritmik olmayanı seviyor. özellikle kaçındığı şeyler: ateşlenmeye hazır önceden belirlenmiş davranışlara veya duygulara sahip olmak. yapmak istediği şey ise: sadece olmak, sadece davranmak, sadece içine girmek, diğer aktörlere yanıt vermek ve sadece dinlemek. yani tüm derdi oyunculuğu en ham ve en saf şekliyle icra etmek.
zanaatında her zaman gerçekten bağlılık ve olgunluk göstermekten yana olmuş. eğer doğru sebepten dolayıysa —her ne olursa olsun— çılgınlık gerektiren her işin içine adım atmaya hazır olduğunu göstermek istiyor. cesur seçimler yapmaya, yaptığı işte ciddi olmaya ve hiçbir şeyden çekinmemeye teşne bir yapısı var.
insanların bazen “bunun ne olduğunu bilmiyorum; tam olarak belirleyemiyorum." dediği türden bir aktör olmak istiyor. taklit etmek, tahmin edilebilir ve öngörülebilir olmak veya güvenli davranmak yerine her şeyi gerçekten kendi tarzında yapma gayesinde. sadece kendi yöntemiyle yapmak ve eğlenmek. veya eğlenmemek; acı çekmek, mutsuz olmak ve mutlu olmak.
bu adamın hırsı ve isteği çok etkileyici: şöyle diyor mesela “bir rolü alacağımı garanti edemem ama sana söz verebilirim ki daha önce görmediğin bir şeyi göreceksin, ki bu benim versiyonum; çünkü bunu başka kimse yapamaz.” ve bunları derken gülerek kulağa çok ukala geldiği için özür diliyor. açıkçası bu özgüveni onu çok seksi kılıyor. çünkü boş laf sıkmadığını biliyorsun. bir seyirci olarak onun ne demek istediğini gerçekten biliyorsun zira gerçekten de onu izlerken ekranda daha önce görmediğin türden bir şey görüyorsun.
joker'i oynayacak olmanın rüya gibi olduğunu anlatırken böyle bir şeyin olması ihtimaline karşı oluşturduğu bir arka plan hikâyesinin zaten var olduğunu; joker'i oynamanın tamamen yeni bir yolunu bulduğunu söyleyerek hem heyecanlandırıyor hem de özgüvenine ve cesaretine hayran bırakıyor. sahip olduğu doğal yeteneğin yanı sıra son derece odaklanmış ve azimli olması çok etkileyici. çok doğal ve samimi bir hevesi var. tutkusu çok gerçek hissettiriyor. yaptığı işte bu denli özgüveni yüksek biriyken aynı zamanda son derece alçakgönüllü ve mütevazı olması hayranlık verici. çok terbiyeli, saygılı ve aklı başında biri gibi görünüyor.
büyüleyici bir yanı var bu adamın; adanmışlığı, bağlılığı, karakterleri keşfetme ve onlardan öğrenme isteği, bir insan ve bir erkek olarak kendini yükseltme, kendini bulma, daha önce ulaşacağını düşünmediği sanatsal seviyelere ulaşarak olgunlaşma isteği gerçekten takdir edilesi. tatmin edici bir yere ulaşmak istemiyor. o şey her ne ise o şeyin peşinde koşmaya devam etmek istiyor.
yardımcı rollerde sergilediği performansların filmi çalmaktan başka bir şey yapmadığını söylemek yanlış olmaz. başlı başına bir kariyer perçinleyicisi haline gelmekle kalmadı, önüne çıkan her rolü tamamen kendi aurasına bağladı. elbette çoğu oyuncunun bir karakteri kendisine ait kılma yeteneği vardır, bu da işlerinin bir parçası sonuçta. ancak hiçbir drama okulu ya da oyunculuk sınıfı barry'nin varlığından bir kuruş bile talep edemez. her performansıyla izleyiciye, dönüştüğü karakteri yalnızca kendisinin ayırt etme gücüne sahip olduğu bir açıdan görebileceğimiz çarpık bir ayna sunuyor. ki ben bunu dahilikle delilik arası, akıllara zarar bir yetenek olarak görüyorum. gerçekten çılgın bir seviyede.
barry'nin cv'sine baktığımda, daha önce çalıştığı isimlerin ve çalışmak istediği yönetmenlerin kalitesini görünce "işte vizyon" diyorum. bu çocukta da bu var işte. oldukça seçici davranıyor. yaptığı işte çok ama çok seçici olmak istediğini ve hiçbir zaman belirli sebeplerden dolayı projelerin peşinde koşmadığını özellikle belirtiyor. sadece orada onun için zorlayıcı bir şey var mı, yeni bir şeyler yapabilir mi, ya da yönetmeni gerçekten seviyor mu? bunlar onun için belirleyici unsurlarmış.
barry'nin hayat hikâyesi bir kemalettin tuğcu romanına benzeyebilirmiş aslında. ama o kadar dirayetli bir bakış açısı var ki. dünya görüşü o kadar berrak, hayata yaklaşımı o kadar düzgün ki.. asla kurban moduna girmemiş, kimseyi suçlamamış. “keşke farklı bir geçmişe sahip olsaydım” bile demiyor. işlerin gidişatından memnun değil ama fazla üstünde durmayı da tercih etmiyor.
terk edilmek içine o kadar derin bir şekilde işlemiş ki artık sorumlulukları olan birisi olduğunda bunun üzerinde çalışması gerekmiş. bunun çok fazla zaman ve çaba harcaması gereken bir şey olduğunu söylüyor. ama her zorlukta olduğu gibi bunu da göğüslemeyi biliyor. çünkü kendini ve güçlü yanlarını keşfetmeyi seviyor.
olanları kimsenin hatası olarak görmüyor. anne ve babasının gençliğine veriyor. ailesini hiçbir şey için suçlamıyor. yetişkin bir adam olduğunda ve artık bir baba olarak onları anladığını ifade ederken; “hayatta böyle şeyler olur. kızgın veya kırgın değilim.” diyor.
hayatı hakkında konuşmayı, nereden geldiğini ve ne kadar ilerlediğini insanlara anlatmayı seviyormuş. başına gelenlere isyan edip 'sikeyim dünyayı, herkes bana karşı, talihime sıçayım' diyebileceği bir yola girebilirdi. onun şartlarında büyüyen birinin yetiştirilme tarzı ve çocukluğunda yaşadığı travmalar nedeniyle, suç veya uyuşturucuyla dolu bir hayata yönelmesi çok kolay olurdu ama bunu yapmadı. yaşadığı her zorluğu sineye çekti. kabullendi. bu çocuğun kaderiyle barışıklığı, hayatındaki olumsuzlukları olumluya çevirme konusundaki başarısı o kadar etkileyici ki bundan daha ilham verici bir şey olamaz herhalde. zorlu bir geçmişten gelmiş olsa bile büyük isimlerden biri olabileceğini insanlara kanıtlıyor.
koruyucu aileler tarafından büyütülen ve çok fazla fırsatın olmadığı bir şehirden gelerek kariyer yapan biri olarak; bazı çocukların onu görüp belki 'barry oradan geldi, o halde ben de bunu yapabilirim' diyecek olmalarını umuyor. gençlere nereden geldiğinin önemli olmadığı mesajını gönderiyor olmak onu mutlu eden bir şey. (örnek insan olmak tam olarak böyle bir şey bence)
yetiştirilme tarzının –zor bir deneyim olmasına rağmen– kararlılığına ve çalışma ahlâkına katkıda bulunduğunu, bunun biçimlendirici olduğunu ancak yine de onu tanımlamadığını söylüyor. “büyümenin ideal yolu bu değildi, ama yaşadıklarım beni ben yaptı" diyor.
bizzat kendi geliştirdiği ‘kaybedecek hiçbir şeyin kalmaması’ yaklaşımı onu güçlü ve azimli kılmış. hırsının ve isteğinin sırrı; kaybedecek bir şeyinin olmamasında yatıyor. çünkü en dipteydi. en alt tabakadan geldi. bu kadar aşağıdayken ancak yukarı çıkabilirdi. başına gelenler, yaşadıkları ve yetiştirilme tarzı belki de onun bu kadar özgün bir oyuncu olmasına yardımcı olmuştur kimbilir.
zira oyunculuk onun aracı olmuş. yaşadığı zorlukları kendisini geliştirmesi için ona verilen araçlar olarak görüyor. tüm sanatçıların yararlandığı acılar vardır: o da kendi acılarını cephane olarak kullanıyor. bu kadar derin karakterleri oynamasının sebebinin, onların hikâyelerine kendi acısını yansıtabilmesi olduğunu söylüyor.
karakterlerini detaylandırmak için kendi kişisel deneyimlerini kullanma olayını da bilinçaltında deneyimlerden yararlanma olarak tanımlıyor. acıdan ya da zor anlardan yararlanıyormuş ama bilinçli olarak değil. pek çok iyi oyuncunun yapabileceği gibi; bir acı, heyecan veya öfke anına dokunup ve onu açmak aslında teknik bir süreç değilmiş, duyguları kontrol altına aldığı daha bilinçaltı bir seviyede gerçekleşiyormuş. o yüzden ki çok şeyi içselleştiren karakterlere ilgi duyduğunu dile getiriyor.
yetiştirilme tarzının tüm sorunlarından bahsederken; “hayatının karmaşasını alıp onunla her türlü şeyi yapabilirsin. seni mahvetmesine, tanımlamasına veya güçlendirmesine izin verebilirsin. başına gelenleri alıp buna adaletsiz veya şanssızlık diyebilirsin, ama bunun gerçekten bir önemi yok, değil mi?” diyerek her zamanki olgunluğunu sergiliyor. olağanüstü bir içgörüsü var bu adamın. tüm bu acıyı ve mücadeleyi kusursuz bir şekilde işine aktarabiliyor olması muazzam ama yaşadığı travmaların hayatını ne kadar etkilediğini merak ediyorum açıkçası ve kişisel yaşamında hâlâ zorluk yaşadığını da hayal edebiliyorum.
barry hakkında bilgi sahibi oldukça yaşıtlarından daha genç olmak yerine, onlardan daha olgun, daha bilge ve daha deneyimli olduğunu farketmek gerçekten çok ilginç bir deneyim. trajik kaybının tahribatıyla yaşının çoğundan iki kat daha fazla adım atmış ve bunu başını eğmeden yapmış. bu çocuğun hayatta yaşadığı tüm deneyimler hepimizi gömer. böyle bir mücadele onu tam tersi bir öfke ve yıkıcılığa sürükleyeceğine o yaratmakla ilgilenmiş. düşündükçe gözlerim doluyor. ne harika, ne güçlü bir varlığı var.
hayatındaki bütün acıları kanalize etmenin bir yolunu bulmuş olması ve üstelik bunu sanata dönüştürerek yapması.. kelimelerle anlatılamayacak kadar muazzam bir şey. nesilden nesile bu kadar çok travma ve duygu taşıyan birinin bunlardan izleyenleri mest eden performanslar ortaya çıkarması gerçekten çok etkileyici. o yüzden ondan sadece bir oyuncu olarak değil, bir insan olarak da çok daha fazlasını hissediyorum.
barry'nin hırsının ve becerisinin çoğunun izini annesinin kaybına kadar götürebilir. annesinin ölümüyle harekete geçen hırslı bir zihniyeti var. kendi kendine “daha ne kaybedebilirim ki? tek yol ileri.” demiş. annesi öldüğünde anneannesi ve teyzeleri tarafından himaye altına alınmış. yani kadınlar onun kurtarıcılarıydı.
hayatta onu iten ya da en azından doğru yerde olduğunu bildiren gizli bir güç varmış gibi hissediyormuş. bu gücün annesi olabileceğini düşünüyor.
american animals filminde elvis presley'in “a little less conversation” şarkısının çaldığı harika bir sahne vardır (film de çok iyi). barry'nin annesi bu şarkıyı çok severmiş. yıllar önce hastanede annesini neşelendirmek için dans ederken fonda bu şarkı çalıyormuş. annesi o 12 yaşındayken hastanede son nefesini vermiş.
barry gittiği her yere yanında annesine ait olan bir dalmaçyalı oyuncağı da götürüyormuş. çünkü bu eşya ona annesinin varlığını hatırlatıyor; en mutlu olduğu anda onun yanında olduğunu hissediyormuş. bu oyuncak nerede olursa olsun, artık onun evi de orasıymış.
bir keresinde new york'ta tuvaleti kullanmak için bir restorana uğradığında banyoda kullandıkları sabunun kokusu hiç hatırlamadığı bir anısının kilidini açmış. bu koku onu beş–altı yaşlarına, annesinin onu yıkadığı ve sonra onu pocahontas'ı izlemeye götürdüğü zamanlara götürmüş.
bir röportaj esnasında görüşmeciyle arasında geçen diyalog beni inanılmaz hüzünlü bir duygu durumuna soktu. röportajı gerçekleştiren kişi barry'e hiç güçlü bir anne karaktere sahip olduğu bir rol oynayıp oynamadığını soruyor. barry'nin ilgisini çekiyor bu soru ve biraz düşününce gerçekten de öyle bir rol oynamadığını fark ediyor. sonra duraklayıp gürültülü kısa bir kahkaha patlatarak “kimse benim annem ya da babam olmak istemez. filmde bile!” diyor. bunu okuduğumda neredeyse ağlayacaktım. tabii ki de burada sadece sarkazm yapıyor olsa da her şakada var olan gerçeklik payı benim yüreğimi parçalamaya yetiyor.
büyükannesi tarafından büyütülmüş. onu zorlu biri olarak tanımlıyor. şımartıldığı bir film setinden eve geldiğinde eğer yatağını yapmazsa kafasına bir tokat yiyeceğini biliyormuş. onun bu özelliğini sevdiğini söylüyor :)
baba olmasını büyükannesine dayandırıyor. büyükannesi 10 çocuk büyütmüş. barry "baba figürü" kavramını cinsiyetten bağımsız şekilde bir tavır olarak ele alıyor ve “hepimizin genellikle bir baba figürü vardır. dürüstçe söylüyorum o benim hem babam hem de annemdi.” diyor anneannesi için.
sinematik aşkının marilyn monroe olması bende biraz hayal kırıklığı yarattı açıkçası. fazla yüzeysel buldum. bu kadar klişe olmasaydı keşke ama “bir tipim var, o da marilyn monroe.” diyor.
12 yaşında büyükannesinin evinde yaşamaya başladığında sürekli siyah-beyaz eski hollywood filmleri izlediği için büyükannesinden “yeter artık bırak şu siyah-beyaz filmleri biraz da yaşına göre filmler izle!” azarları işitecek kadar eski hollywood bağımlısı bir ergen dimağından seks sembolü marilyn monroe'nun çıkması çok da ilginç değil tabii.
şöhretle ya da kendi deyimiyle "yapay şeyler, sahte vaatler ve saçmalıklar üzerine kurulu bir dünya"yla huzursuz bir ilişkisi varmış. şöhretin parıltı ve cazibesi onun için hâlâ normalleşmemiş. "hollywood'dayım!" duygusunun hiçbir zaman geçeceğini sanmıyor. kendini hâlâ bir çocuk olarak görüyor. onun için bu durum her zaman gerçeküstü kalmaya devam edecekmiş.
övgülerin ve ünün getirdiklerinden çok fazla keyif almaması gerektiğini biliyor. bu tür şeylere kapılmayı tehlikeli buluyor. bu yüzden personelin gelip değiştireceğini bilmesine rağmen her sabah otelin yatağını topluyormuş. bunu sadece güne iyi başlamak için yapıyormuş. bunun gibi küçük, basit şeylerin onu uçup gitmekten alıkoyduğunu söylüyor.
bir gün tom hardy'le konuşup ertesi gün nicole kidman'a ayaklarını öptürmesini (the killing of a sacred deer) çok çılgınca buluyor. hayatı boyunca nicole kidman'a ayaklarını öpmesini söyleyebileceğini asla düşünemezmiş haha.
her zaman kendini test etmekten yana. hiçbir zaman her şeyi çözdüğünü düşündüğü bir aşamaya gelmek istemiyor. aynı filmi paylaştığı büyük oyunculardan sahneyi çalmak onun için güzel bir şey olsa da bu şekilde anılmak hoşuna gitmiyor. insanların onu görüp “bu çocuk filmi taşıyabilir.” diye düşünmesini istiyor.
kendisi artık "tuhaf" olarak kalıplaşmış olmaktan çekindiğini ve insanlara neler yapabileceğini göstermek için farklı roller aramaya başladığını söylüyor. böyle anılmaktan çok da hoşlanmıyor. o yüzden farklı film yapımcılarıyla çalışmak istiyor.
kendisi hakkında şaşırdığım şeylerden biri çok iyi bir boksör olduğunu iddia etmesi. söylediğine göre gerçekten oldukça iyiymiş. öyle sadece kum torbasına vuran ve harika görünen aktörümsü boksörlerden de değilmiş hani. yarışmak için oradaymış. genel olarak alçakgönüllü biri olduğu için boks gibi zorlayıcı bir spor hakkında böyle iddialı bir şekilde konuşması şahsıma “vaayy bak seeen” dedirtti açıkçası.
büyürken futbolcu veya boksör olmak istiyormuş. gerçekten de hâlâ boksu “hayalim” olarak nitelendiriyor. aynı zamanda boksun, kendisini gerçekten "anda hissettiği" tek zaman olduğunu söylüyor. o yüzden meditasyon yapmaya gerek görmüyor bunun yerine boks yapıyormuş. boks yaparken tarif edemediği bu duruma dalmış gibi hissediyormuş kendini. aynı hissi oyunculuktan da alıyormuş. kendi boks kulübünü açmak gibi de bir hayali var.
büyürken the basketball diaries filminden çok etkilenmiş. annesinin eroin bağımlısı olması dolayısıyla bir eroin bağımlısının hikâyesini anlatan bu filmi her izlediğinde ağlarmış. hatta leonardo dicaprio'nun bu filmde gösterdiği performansı oyunculuğa başlama nedenleri arasında gösteriyor.
bu filmle olan kişisel bağını anlamak için şu anısına sızalım: barry, dublin'in zorlu bir bölgesindeki büyükannesinin evindeydi. çok sevdiği ve onu da çok seven annesi kilitli kapıya vurarak ağlıyor ve annesine onu içeri alması için yalvarıyordu. barry'nin büyükannesi kızının daireye girmesine izin vermiyordu çünkü bu onun bağımlılığını arttırmaktan başka bir işe yaramazdı. barry'nin şahit olmak zorunda kaldığı bu travmatik olayın aynısı the basketball diaries filminde de var. onun bu filmle olan bağı şüphesiz ki çocukluğunda başına gelenleri bu filmde görmesiyle oluştu. hayatındaki anılarla olan benzerlikler filmin onun için çok önemli olmasını sağlamış.
yaptığı her şeyi annesi ya da babası olmadan kendi içinde inşa edince ister istemez bir tür sertlik geliştirmiş. bunu tek başına çözmek zorundaymış çünkü irlanda'da kederinle ilgili yardım almak "bir zayıflık işareti" sayılırmış. ona ve erkek kardeşine terapi teklif edilmiş ama geri çevirmişler.
bara gidip içerek tüm bunları aşmaya çalışmak onu sadece bir yere kadar götürmüş. çünkü eve gidip kendi başına oturduğunda acısı hâlâ onunla kalıyor ve onu mahvetmeye devam ediyormuş. bu yüzden hep kendi tarzında dua etmiş, kendi iman görüşünü oluşturmuş. ancak büyüyüp londra'ya taşındığında terapiye başlamış. yaşlandıkça aklına gelebilecek bazı şeyleri boşaltmanın ve olumsuz düşüncelere bir son vermenin önemli olduğuna inanıyor. bütün bunları kendi başına çözemeyeceğini çünkü soruları cevaplayacak o kişinin artık orada onunla olmadığını kabullenmesi zaman almış.
hayatı boyunca dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğuyla mücadele etmiş. dehb teşhisi sonrası almaya başladığı ilaçların kendisine çok yardımcı olduğunu; bunun yetişkinlerde tanınması ve konuşulması gereken bir şey olduğunu düşünüyor. özellikle ilaç tedavisi arasındaki farkı "gece-gündüz" olarak nitelendiriyor. zihni eskiden delirmiş gibiymiş. sonra ilaçlarla birlikte düzene girmiş.
eski röportajlarında iki ayrı hayatı olduğunu açıklamış. mesela los angeles ve new york'a gitmeden önce iki günlüğüne evine yani büyükannesine gidermiş. böylece gerçek hayatına geri dönmüş oluyormuş. farkı görebilmesi gerektiğine inanıyor. dediğine göre bu yüzden los angeles'ta yaşamıyor çünkü birincisi; parası yokmuş (ahahaha artık vardır herhalde) ama ikincisi ve daha önemlisi; ayakları yere basmak, sahici insanlarla çevrelenmek, gerçekliğin izini kaybetmemek istiyormuş. (tabii bu laflar çok tatlış olsa da köprünün altından çok sular aktı.)
oğluna brando adını vermiş. açıkçası soyadı “keoghan”ın kökünün galcede “kurt yavrusu” anlamına geldiğini öğrendiğimde, onun yerinde olsam çocuğumun adını "wolf" koyardım diye düşündüm.
baba olma hissini tarif edilemez olarak tanımlıyor. daha önce hissetmediği türden bir aşkmış bu. şöyle anlatıyor; “muazzam bir baskı hissetmeme rağmen bu iyi bir şey. onu aklımdan çıkaramıyorum. bana baktığında kendimi dünyadaki en önemli kişi gibi hissediyorum. üzerimdeki etkisi işte bu. bana gülümsüyor ve "vay be" diyorum; bana böyle mi gülümsüyorsun? bunu hak etmiyorum ama yine de teşekkürler.” *nereye eriyoruz*
aile kurmak onun için bir çeşit yeniden inşa: sevgi dolu bir partner, çocuğu ve onları güvende tutacak sadık bir köpek. bir zamanlar kaybettiği hayatını yeni ve daha mükemmel bir imajla yeniden şekillendirmenin bir yolu. yani yalnız kurt sürüsünü buluyor gibi bir nevi. “nasıl yetiştirildiğinizden öğrenebileceğiniz şeyler var ve artık benim için yapılmayanı yapma şansım var” diyor.
bunu başka bir röportajında telefonunun ekran resmini gösterdiğinde de anladım. telefonunun ekranına çocuğunun ve kendi çocukluğunun fotoğraflarını alt alta koymuş. genelde anne babalar sadece çocuklarının fotoğrafını ekran resmi yapar ama barry'nin kendi çocukluğunu da koymasının oğluna kendisinin asla sahip olamadığı çocukluğu verme isteğinin bilinçaltı düzeyinde bir yansıması olduğunu düşünüyorum. muhtemelen çocuğuna iyi bir baba olduğunda ve ona iyi bir aile ortamı verdiğinde kendi çocukluğunun yaralarını saracak. ama bunun hiç kolay olmayacağı çocuğunun annesinden ayrılmış olmasıyla biraz belli sanki. yine de muazzam bir baba olacağı kesin.
disleksik olduğunu ve bu yüzden biraz yıprandığını söylüyor.
yıllardır listesinde tuttuğu (çalışmak istediği yönetmenlerin listesi) martin mcdonagh, the banshees of inisherin filmindeki dominic rolü için barry'e "bu rolü oynamanı çok isterim; buluşmak ister misin?" diye sorduğu bir e-posta göndermiş.
barry bu mesajı gördükten sonra telefonundan martin'in bir fotoğrafını açmış ve telefonu da karşısına koymuş.(aa deli) çünkü maneviyata ve çekim yasalarına çok inanıyor. onun inancına göre bunu yaparak elde etmek istediği şeyi elde etmek yerine, fırsatları elde etmek için o şeyi görselleştiriyor. çünkü eğer bir şeyi gözünüzde canlandırabilirseniz gerçekleşme ihtimalinin artacağını düşünüyor.
önemli olanın "elde etmek" değil, fırsatı yakalamak olduğunu ve fırsatı yakaladığında, o şeyi gerçekleştirme şansının doğduğuna inanıyor. olur ya da olmaz. ama bu fırsatı biraz spritüellik ve çekim yasasıyla birleştirerek çekebileceğini düşünmesi ona yetiyor. gerisi ona kalmış.
eleştirildiği ender konulardan biri aksan. aksana geçmek çok zamanını alıyormuş. zira oldukça gergin biriymiş. o yüzden bir aksan koçuyla çalışıyormuş. çene kaslarını çalıştırdığı için her zaman plastik kaşık kullanma eğilimindeymiş. (ağzında plastik kaşıkla konuşarak pratik yapıyor sanırım)
ona cesur seçimler yapma güvenini verecek ve ona karşı dürüst olacak yönetmenler istiyor. aradığı işbirlikçi deneyimde, aptalca olduğunu düşündüğü için uzak durduğu yaratıcı seçimleri yapma konusunda ona bu güveni verecek yönetmenlerle çalışmak var. (bkz: saltburn)
batman'deki riddler rolü için deneme çekimi videosunu internete salacak kadar çılgın. yönetmen matt reeves için hazırladığı ve riddler rolüne uygunluğunu gösterdiği sahneyi herkes görsün diye sosyal medyasından bile yayınlamış. (çabana sağlık be) her oyuncu kendi deneme çekimini sosyal medyada paylaşmaz ama o yapar işte. çünkü onun mentalitesinde; eğer bir şeyi istiyorsanız, dışarı çıkıp onun peşinden gitmelisiniz.
buna rağmen riddler rolü için onun yerine paul dano kadroya alındı, ama bilin bakalım aylar sonra n'oldu? barry'i joker için aradılar! yani teknik olarak taktikleri yine de işe yaramış oldu.
2013 yılında stan lee'ye süper kahraman olmak için yalvardığı bir tweet atmış mesela. yarı şaka yarı ciddi bunu da eternals'daki oyuncu kadrosuna girmesine atfediyor. çünkü çekim gücüne inanıyor. (manifestliyor efendim durduramıyoruz.)
ona göre bilinçaltınızda bir şeyi evrene yaydığınızda ve onu var ettiğini söylediğinizde, ona yönelik seçimler yapıyormuşsunuz. tanrı'ya inanmıyor; sıkı çalışmaya inanıyor. eğer ona sahip olup başarılı olmak istiyorsanız, o rolü oynamak için o enerjiye kendinizi adamak işe yarıyormuş.
çekim yasasının işleyişine inanma şeklini ben son derece dürüst ve adilce buldum. çünkü bencilce bir “evren bana her istediğimi verecek” anlayışı yok adamda. söylediği şey çok basit: evrenle bütünleştiğine inanıyor. eğer "onu" oraya koyarsanız, "onun" için de çok çalışmanız gerektiğini düşünüyor. onu öylece oraya koyup beklemekten bahsetmiyor yani. istediğin şeyi kendine çekmekten çok, "fırsatları" kendine çekmekle ilgileniyor. yani fırsatı yakaladığında, o zaman onun için "o şey" görünür oluyormuş. o zaman gidip bunun için çalışması gerekiyor. öylece oturup kendisi için bir şeyler olmasını beklemeye inanan biri değil. bir şeyi istiyorsa gidip onun için savaşırmış. sahip olduğu her şey için savaşmak zorunda kaldığı bir hayatı olduğu için bu onun zaten mayasında var.
birlikte çalışmak istediği —içinde lenny abrahamson, barry jenkins, paul thomas anderson, martin scorsese gibi devlerin olduğu— 30 isimden oluşan bir yönetmen listesi var. yorgos lanthimos'la da tekrar çalışmak istiyormuş.
listesinde bulunan isimlerden chloé zhao ve emerald fennell gibi kadın yönetmenlere özel olarak çekilmesinin nedenini “orada bir annelik meselesi var” olarak açıklıyor (ah kalbim). bir erkeğin onu yönetmesiyle biraz temkinli olabiliyormuş ama kadınlarla çalışırken çok daha açık ve savunmasız olmasına izin verdiğini ve böyle olduğunda kendine ve karaktere daha fazla erişimi olduğunu söylüyor.
en çok andrea arnold, lynne ramsay ve celine sciamma ile çalışmak istiyor. filmlerinin güçlü hikâyeleri onu çok etkilediği için bu üç kadın yönetmen listesinin başında yer alıyormuş.
hatta obsesif olduğu yönetmen sorulduğunda; andrea arnold yanıtını veriyor (ve en sevdiği film american honey olan beni canevimden vuruyor)
barry, andrea arnold'ın filminde yer almak için ridley scott'ın gladyatör 2'sinden ayrılmış. (şu an ağlıyorum biliyor musunuz)
artan şöhretle birlikte gelen kocaman bir yalnızlık da varmış. bunun hakkında konuşmamak ya da yokmuş gibi davranmanın zor olduğunu söylüyor. dünyanın en gürültülü, en yoğun şehirlerinden birinde olsa bile kendini orada sanki tek başına gibi hissediyormuş. annesinin ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen yalnız kaldığında ve izole olduğunda her zaman annesini düşünüyormuş.
okulun tiyatro oyunlarında sahneye çıkmayı, başka biri olmayı ve seyirciyle etkileşimi, kontrolü sağlamayı sevmiş. sahnede olmayı sanki zamansız bir duyguya sahip olmaya benzetiyor. sahnedeyken zaman neredeyse ilerlemiyor gibiymiş. (bkz: akış kuramı)
erken yaşlarında cumartesi akşamları arkadaşlarıyla takılmak ya da dışarıya çıkıp futbol oynamaya gitmek yerine evde oturup film ve belgeseller izleyip karakterler üzerine çalışmanın önemi hakkında konuşurken bu tür şeylerin fark yaratan tercihler olduğunu söylüyor. sık sık şansa inanmadığını sadece fırsatları yakalayıp onları değerlendirmekten bahsettiğini düşününce verdiği bu tarz bilgiler bana onun neden şansa inanmadığını net bir şekilde açıklıyor. çünkü işini şansa bırakmamış belli ki.
büyürken duvarında hollywood tabelası posteri varmış. hep hayalini kurduğu şey olan hollywood tabelasına bakınca bütün o eski filmleri izleyip eski hollywood'a hayran kaldığı çocukluk yıllarını düşünüyormuş. çocukken bunu neden istediğini bilmiyor ama istemiş.
tiyatrodan yaramazlık yapmayı sevdiği için atıldığını iddia ediyor. sınıfın palyaçosuymuş. aksan yapar, insanları ve öğretmenleri taklit edermiş. kötü bir çocuk olmadığını, sadece konuya odaklanamadığını söylüyor. kalemlerinden sapanlar yapıp kendini bart simpson falan sanıyormuş. salakcığım. swh
herkesin oyuncu olduğunu düşünüyor. “mağazaya gittiğinizde bir şey istemenin bir yolu var ya da başınız belaya girdiğinde beladan kurtulmanın bir yolu var. hepimiz oyuncuyuz, çoğu insan bunu bilmiyor bile. farklı insanlarla konuşurken farklı davranıyoruz, sizinle konuştuğumda 'röportaj modundayım' onu açıp kapatabiliriz. bu kadar basit aslında.” diyor.
artık her filmini üç dakikalık çıplak dans gösterisi yaparak bitirmek istiyormuş. bunu çalıştığı her yönetmene önereceğini söylüyor :D