Shogun Dizisinin, Kaynak Kitap ve Eski Dizi de Göz Önüne Alınarak Yapılan Bir İncelemesi
shogun... kendi kategorisinde 2024 yılının en iyi dizisi, tüm kategorilerde ise zirvenin en büyük adayı. öyle ki imdb 9.2 ile açtı tükkanı. rotten tomatoes ise fısfıslayıp parlattıktan sonra tezgahın en güzel yerine koydu. şuradan anlıyoruz ki; vatandaş susamış arkadaş! izleyici, içinde diversity olmayan, woke saçmalıklarından azade, dozur dozur kelle alınan, dönemi insan gibi anlatan yapımlara susamış.
uyarı: eski dizi ve kitap dahil, bol spoiler!
öncelikle kitabı ve eski diziyi bilmeyenler için ufak bir girizgah yapayım
james clavell, shogun'u yazdıktan sadece üç yıl sonra dizi projesi hazırdı. kitaptan dizi/filme dönüş hızı açısından benim bildiğim tek rakibi harry potter. game of thrones'un diziye dönüşmesi bile aşağı yukarı 15 sene aldı. kaldı ki shogun, 1976 senesinde dünya henüz bu kadar global değilken ve tv sektörü bu kadar büyümemişken popüler oldu. bütçesi de dönemin tv yapımlarına nazaran çok yüksekti.
tuğla gibi olmasına rağmen kitabı yıllarca best seller olarak kaldı. dizisi abc kanalında yayınlandığında abd'de rekorlar kırdı. sonrasında bütün dünya'ya yayılarak bir fenomen haline dönüştü. aşağıda diğer ülkelere değineceğim ama önce şunu anlatmazsam olmaz: özellikle türkiye'de bu diziyle insanlar öyle bağ kurdu ki günlük diyaloglarda dahi atıf yapılır hale gelmişti. insanlar belki çocuklarına dizi karakterlerinden isim vermediler ama herkesin bir shogun lakabı vardı. doksanlı yıllarda sulusaray'a bağlı uylubağı köyünde god tier batak oyuncusu olan muhtar turan'a toran ağa, doppelgangeri olan cımbılların fiseyin'e ise işido fiseyn lakabı verildiğini bilirim. öyle bir etki ki eşli batakta kız yerine mariko ver, yatırsana la mariğoyu! serzenişleriyle çınlardı köy kavesi.
dünya genelinde eski dizinin izlenmediği çok az ülke var. neredeyse elektrik ve televizyonun ulaştığı her yerde biliniyor. afrika'nın en ücra köşelerine kadar ulaşmış. bugün yaşı 50+ hangi dünya vatandaşına sorarsanız sorun bir şekilde shogun'u biliyordur. 80'li yıllarda bu kadar ülkeye yayılmış olması zaten kendi başına yapımı ayrı bir yere koyuyor. eskiden çalıştığım kumarhanede ekibim bir kübalı, bir filipinli, iki rustan oluşuyordu. hepimiz bir şekilde bu diziyi çocukluğumuzdan biliyorduk. anlayacağınız o ki; bu yapımın başarılı olmaması imkansızdı. ancak bir rings of power saçmalığı yaşanmalıydı. neyse ki bu güzide eser woke pezevenklerin eline düşmeden kurtarılmış.
sovyetler birliğinde veya yıkılış döneminde doğup büyümüş insanlarla neler izlediklerini konuşmayı çok severim. örneğin abd'de kimsenin red kit'i (bkz: lucky luke) doğru düzgün bilmemesi ama bizde bir efsane olması gibi bir çok durum yaşanır. türkiye küçük abd olduğu için bir japon veya amerikalı çocuk ile izlediğimiz bütün çizgi filmler genelde ortaktır. sovyet insanı ile izlediğimiz ortak tv yapımı bulmak ise imkansıza yakındır. dallas, seinfeld, little house, ne bileyim muppet show vs. bilen çıkmaz. bunlar çok sonraları hayatlarına girdi. bazıları dönemine göre artık çok bayağı kaldığı için yayınlanmadı bile.
gel gelelim shogun dediğin vakit, sscb'de dahi akan sular durur
sibirya'nın bozkırında eski kolhoz köylüsü emmilerle bu diziden bahis açarak iki saat kesintisiz muhabbet edebilirsiniz. sanırım içinde abd hakkında bir gönderme veya içerik olmadığı için makaslı da olsa yayınlanmasına izin verilmiş. gerçi trt de bütün şiddet sahnelerini ve mariko'nun banyo sahnesini makaslamıştı ama konumuz o değil.
neyse, diziye dönelim. yeni dizi, birebir eski diziyi baz alıyor ama daha geniş bir perspektife ve daha epik bir dile sahip. haliyle daha gerçekçi, daha çarpıcı bir dizi haline gelmiş. bütçeye nazaran kaliteli cgi kullanımı da şahane. aşağıda bazı farklara ve bu gerçekçilik noktasındaki kimi değişimlere değineceğim.
konuların sıralaması, ikonik sahneler, birçok diyalog birebir eski diziyle aynı. hollandalı tayfanın başına çürümüş balık dökülmesi, anjin abimizin kafasına işenmesi, kazanda miço haşlama vs. tüm sahneler teğet ilerliyor. hatta çok daha güzel şekilde eski dizideki absürt sahneleri daha ciddi ve günümüze uygun şekilde düzenlemişler.
örneğin üçüncü bölümde toranaga'nın osaka kalesinden kaçırılma sahnesinde anjin dikkat dağıtarak grubun kontrol edilmesini engelliyor. eski dizide anjin yine dikkat dağıtıyordu lakin bunu kolpaçino şahin gibi deliye bağlayarak yapıyordu. son 400'lüğe gelirken sakura batur birinci toranaga batur sondan geliyor... şeklinde kalede oradan oraya koşup kafasına vura vura şaşırtmaç yapıyordu. ilk izlediğimde de eğreti gelmişti ama karakteri baştan sona böyle kurdukları için çok önem vermemiştim. bir de çocuktum zaten, çok da sikimde olmamış olması muhtemel. bakmayın şimdi estirdiğime.
yeni dizide ise konuyu kendi adetlerine, kadınlara saygısızlığa dayanamam kolpasına bağlayarak sıyırtıyor ki çok yerinde bir seçim olmuş. hatta araya mariko ile bir diyalog da sıkıştırmışlar. gerçekten avrupa'da kadınlara böyle saygı mı duyuluyor sorusuna acı acı gülerek yanıt veriyor anjin.
bir diğer örnek, eski dizide anjin-san ve yabu'nun, ispanyol dümenci vasco rodrigues'in hayatını kurtardığı sahne direkt denizde cereyan ediyordu. yeni dizide ise anjin, rodrigues'e bir kürek atıyor ve kayalıklara vuran dümenciyi orada kurtarıyorlar. yalnız bu sahne yeni versiyonda çok daha efektif bir şekilde tasarlanmış. çünkü kitapta yabu'nun ölümle yüzleşmesi, bir batılının gözünden uzun uzun anlatılıyor. yabu'nun kendi hayatını riske atması, meydan okumayı kabul etmesi ve akabinde öleceğini düşündüğü an kılıcını çekip kendi canını almaya hazırlanması bir batılı için çok manasız.
bu sahneleri kitaba daha uygun şekilde aktarmışlar
çünkü biz diziyi baştan sona batılı john blackthorne gözünden izliyoruz. anjin-san'a dönüşmesi ise bizim de dizideki ortama ayak uydurmamızla kendiliğinden gelişiyor. bu arada yabu yani kashigi yabushige rolüne tadanobu asano cuk oturmuş. abimizi mongol filminde timuçin rolünden hatırlarsınız. gerçi eski dizi de yıldızlar geçidiydi. hiroyuki sanada haklı olarak pek övülüyor ama af buyursun hem kariyer hem de toragana olarak toshiro mifune'nin sikine osuramaz. richard chamberlain'ı es geçiyorum. ispanyol rolünde yüzüklerin efendisi serisinde gimli rolüyle gönlümüze taht kurmuş olan john rhys davies var.
bu eseri güzel kılan detay şu
kitabı veya eski diziyi bilmeyen izleyiciler dahi şu üç bölümden sonra az çok neler olacağını tahmin etmelerine rağmen son bölümün son saniyesine kadar soluksuz izleyecekler. bilenler ise yaşanmış bir efsanenin tekrar canlandırılmasını keyifle takip edecekler.
dikkat ederseniz henüz savaş, aşk, inanç, onur, kültür çatışması ve siyasi entrika konularına hiç giremedim. çünkü shogun artık kendi başına bir eser değil. nesilleri etkilemiş olduğu için bugün farklı bir gözle bakmak durumundayız. japonya bugün çok yakın tanıdığımız, tarihini kültürünü bir çok insanın birinci elden öğrendiği ve deneyimlediği bir ülke.
halbuki japonya çok değil bir asır önce batılı devletler tarafından pek saygı duyulmayan bir barbarlar ülkesiydi. hala oryantalist kafayla böyle bir anlatısı var. tıpkı türkiye'nin hala deve ve fes ile ilişkilendirilmesine benzer. gel gelelim japonlar bu algıyı son yarım asırda öyle bir değiştirdiler ki günümüzde çok farklı bir algısı var. bugün japonya, ekonomik ve gelişmişlik olarak bir güç olmasının yanı sıra artık bir soft power.
1980'li senelerde japonya amerika'yı ticari olarak fethetti. neredeyse her evde japon markası bir ürün vardı ve çocuklar çılgın gibi japon yapımı çizgi seriler izliyorlardı. buna rağmen samuraylar, geyşalar vs. hep akıllarda kalan stereotip bir imaj vardı. bu dizi, japonya hakkında, ikinci dünya savaşı, sony ve dragon ball dışında pek bilgisi olmayan sıradan insanlara farklı bir bakış açısı getirdi. japon halkının ölüm ve yaşama bakışı, din ile ilişkileri, sosyal statüleri, adet ve onur takıntılarını gözler önüne serdi.
buna mukabil, tıpkı kitabın baş karakteri blackthorne gibi her detayı şaşırarak izledi insanlar. tıpkı onun gibi osaka'yı görene değin japonları barbar zannedenler vardı. çünkü yukarıda bahsettiğim gibi çok değil yarım asır öncesine kadar hala bir çok insan japonya'yı geri kalmış, çin'in 2000'li yılların başındaki her ürünün taklidini üreten bir tür üçüncü dünya ülkesi sanıyordu.
japon tarihine saygı, korku, heyecan duyulmasına bu tarz eserler önayak oldu
kendi adıma kültürler arası karşılaşmalar içeren bütün yapımları iyi kötü demeden okumayı, izlemeyi çok severim. çünkü eski dünya'da yeni bir kültürle karşılaşmak demek dünya dışı bir medeniyetle tanışmak kadar ilginçti. ne kadar nahoş olsa da ispanyol fatihlerin amerika kıtasına yolculukları ve ilk karşılaşmaları çok nadir ve özel anlar içerir.
shogun bu anlatıyı çok güzel yapıyor. blackthorne gözünden barbar zennedilen japonların bazı açılardan kendi medeniyetlerinden fersah fersah önde olduğunu acıyla idrak ediyor. sıradan halkın ve kadının toplumdaki konumunun avrupa ile ne kadar benzeştiğini öte yandan aşkın ne olursa olsun ne kadar ortak bir payda olduğu gibi konuları hep bu karakterle beraber tecrübe ediyoruz.
örneğin anjin'in daha geçen hafta banyo yaptım, bu ne kardeşim her gün her gün banyo mu olur? serzenişi, kültür farkını göstermesi açısından sıradan bir sahne gibi gözükebilir. amma velakin sürekli banyo yaparsan cırcır olursun hasta olursun inancının zamanla kırılması ve samuray olduğu dönemde kendi isteğiyle her gün yıkanması, sadece karakter gelişimi adına yazılmış olmadığının ıspatıdır. kırılan önyargılara ve deneyimle elde edilen idrakın önemli bir göstergesi. dizinin yekünü de aslında bunu yapıyor.
efendi toranaga'da kendi oyununu oynarken hep dengede tuttuğu değerleri yeri geliyor, bütün gelenekselciliğine rağmen kırıyor, büküyor ve yeniden şekillendiriyor. mariko'nun hikayesi ise dizideki en güzel anlatıdır zannımca. empati kurabildiğimiz, daha fazlasını öğrenmek istediğimiz, tadı ağzımızda kalan bir tek o kalıyor dizi bittiğinde. çünkü asıl narrator (anlatıcı) mariko'nun ta kendisi.
“love is a christian word, anjin-san. love is a christian thought, a christian ideal. we have no word for 'love' as ı understand you to mean it. duty, loyalty, honor, respect, desire, those words and thoughts are what we have, all that we need.”
“aşk bir hristiyan sözcüğüdür anjin-san. bir hristiyan düşüncesi, bir hristiyan idealidir. anladığım o ki; bizde, sizin kullandığınız anlamda bir aşk kelimesi yok. bizde, görev, vefa, onur, saygı, arzu, buz sözler ve düşünceler var ve ihtiyacımız olan tek şey de bu.”
mariko bir yana dizide boş karakter, boş diyalog yok
her öğenin hikaye akışına bir etkisi var.
eski diziye dair canımı sıkan tek nokta ise anjin-san'ın biraz ahraz olmasıydı. bu dizide biraz daha derli toplu duruyor. herife mis gibi özel hoca verip koca köyü pratik yapması için önüne serdiler. yetmedi düşman katolikler, çeyrek asır üzerinden çalıştıkları protekizce-japonca sözlüğün bir nüshasını verdiler. bu pezevenk gitti kaç saatlik yapımda sadece üç tane japonca kelime öğrendi. laleli esnafından çırak olsa o kadar sürede japon dili edebiyatından kadrolu öğretmen olmuştu sarayda. bunun yüzünden biz de mal olmuştuk. sokakta hai, wakarimasu, arigato gozaimasu diye bağıra bağıra dal çıbıklan birbirimize dalıyorduk.
gerçi eski dizide japonca diyalogların hepsini tercüme edilmemesi de diziyi egzotikleştiren ve seyirciyi ekrana kilitleyen bir unsurdu. amerikalı izleyiciler tıpkı blackthorne gibi japonca sahneleri ancak bir tercüman aracılığıyla iletişim kurduğu sahnelerde anlayabiliyorlardı. yeni dizide bu yola gidilmemesinin rahatsız edeceğini düşünmüştüm ama yanılmışım. böyle de çok güzel olmuş. döneme uygun şekilde adapte edilmiş olmasına sevindim. tıpkı güzel bir tarihi eserin uygun şekilde restore edilmesi gibi bir tatmin duygusu yarattı üzerimde.
dizinin yapımcılarına büyük teşekkür ediyorum
belki işin içinde zaten asyalıların olmasından, belki bu eserde dokunacak çok nokta olmadığından ötürü işin bokunu çıkarmamışlar. kifayetsiz şerefsiz woke-boke dalgası yüzünden siyahi brit kraliçesi de gördük. buna neden tepki verdiğimizi bile anlayamadı, faşist olmakla suçladı andavallar. eşcinselliğin fütursuzca yaşandığı tarihi dönemler var. bir kadının avrupa'da en büyük erk olabilmesi bile dönemi için fantastik bir konu zaten. bunlar yetmedi, kendi alternatif eserlerini yaratmak yerine yine en ucuz yoldan ya var olan bir eseri ya da tarihi doğruları çarpıtarak kusmuk fantezilerini orta yere sıçıp bıraktılar.
neyse ki shogun bu yola girmedi. kitap her ne kadar kurgu olsa da bir ayağı tarihten diğeri ise gerçeklerden oluşuyor. lordların tanrı sayıldığı bir dönemde en ufak terbiyesizliğin, usül erkan bilmezliğin insan canıyla ödendiğini gözümüze sokuyor. kadının toplumdaki değersiz konumunu anlatırken, gariban tebanın da ondan çok üstte olmadığını anlatıyor.
öte yanda katolik kültürü ve ahlak algısı yüzünden kutsallaştırılan çekirdek aile, insan gereksinimlerine karşı aşırı muhafazakarlık, ölümün samimiyetsiz şekilde bir son olmadığı algısı derken avrupa çok farklı şekilde yoğruluyordu. japonların her konuda nasıl da farklı olduklarını anlatmak adına mariko var. üstüne üstlük toranaga ile olan her diyaloğunda adaletiyle sınanıyor. yesevi'nin türklük kaderim, dinim seçimim dediği gibi mariko da japonluk kaderimdir anjin-sama, fıristiyanlığıma ümit bağlama der.
yeni neslin anlayacağı dilde; seksizm, seperatizm, ırkçılık, faşizm, shaming, love bombing, gas lighting, cuckold, ghosting, fisting... ne ararsanız var dizide. hiçbirisi de mesaj amacı gütmüyor. mis gibi 16. yüzyılda ne yaşandıysa öyle aktarıyor. ecnebinin tabiriyle less is more veya simple is the best. alakası yok ama fonetik olarak bir de george best var. o da şahane bir abimizdi nur içinde yatsın.
madem andım, reyizin güzel bir vecizesi ile bitireyim: there are good players, there are great players, and there are those few at the pinnacle - the peles, cruyffs and maradonas.
hah işte abinin bahsettiği ve doğru sıralaması maradola-pele-cruyff olan tanrı seviyesi futbolun dizi evrenindeki karşılığının ilk ayağı shogun'dur.
bir de george best ne lan? sona doğru beyin akmış. bilinçaltı meyhane pilavı olmuş. düzgün bir quote ile bitireyim. kitaptaki en sevdiğim, en vurucu cümle yine mariko yengemizden;
“this sunset exists. tomorrow does not exist. there is only now. please look. it is so beautiful and it will never happen ever again, never, not this sunset, never in all infinity.”