Lost Karakterlerinin, Dizinin Ana Mesajıyla Mükemmel Şekilde Örtüşen Hikayeleri

Lost'un vermek istediği esas mesajı, ana karakterlerin hikayelerinde de görebiliyorsunuz.
Lost Karakterlerinin, Dizinin Ana Mesajıyla Mükemmel Şekilde Örtüşen Hikayeleri

o özel adanın aslında tüm sezonlar boyunca “hayatı kontrol edemezsin!” mesajını verdiği, canımız ciğerimiz dizidir lost.

ada bunu doğrudan bir cümleyle söylemedi tabii. bunun yerine her bir karakteri tek tek laboratuvara yatırdı, onların hayat boyu kaçtıkları dertlerini önlerine koydu, ellerinden kontrol dedikleri o sahte direksiyonu çekip aldı. yani ada, sadece bir hayatta kalma testi değildi. adanın derdi “sen istediğin kadar uğraş, aslında hiçbir şeyi kontrol edemezsin!” gerçeğini anlatmaktı. karakterler, bu gerçekle boğuşa boğuşa kendi dönüşümlerini yaşadı.

örneğin jack shephard, daha en başından liderlik koltuğuna oturan adam oldu

ama onun liderliği bir tercih değildi, bir takıntının sonucuydu. babasının ona yıllarca söylediği o cümleyi hatırlayın: “you don't know when to let go!” yani, “bırakmayı bilmiyorsun!” işte jack'in ömrü boyunca taşıdığı lanet buydu. o, hep bir “tamirci”ydi. ameliyathanede, arkadaşlıklarında, ilişkilerinde, sanki her şey onun elinde düzelecekmiş gibi bir kafaya saplanmıştı. adada da bu huyunu sürdürdü. her yaralıya koştu, her problemi kendisi çözeceğini sandı. ama ada ne yaptı? onu sürekli tökezletti. kate'le olan ilişkisi paramparça oldu, liderlik otoritesi locke'la çatışmaya dönüştü, kendi grubunun güvenini bile kaybetti. jack'in bazı müdahaleleri, işleri çözmek yerine daha da çıkmaza soktu. aldığı yanlış kararları kimilerinin ölümüne, yaralanmasına ve jack'e olan inançlarının yok olmasına sebep oldu. yani jack her şeyi kontrol edebileceğini düşünüyordu, bilime olan inancının adada geçerli olduğunu, her şeyin mantık ile çözülmesi gerektiğini düşünüyordu, fakat adada işler öyle ilerlemiyordu. her şeyin sonunda jack, büyük finale geldiğinde şunu kabullendi: hayatı kontrol edemezsin! senin görevin herkesi kurtarmak değil. sadece elinden geleni yapmak, gerisini bırakmak. işte o teslimiyet anında, yani “tamam, ben kontrolü bıraktım” dediği o sahnede, ilk defa gerçek huzura kavuştu.


john locke da hayatta sürekli itilip kakılmış, hor görülmüş bir adamdı

en acısı da, kendi babasının ihaneti yüzünden tekerlekli sandalyeye mahkûm kalmış olmasıydı. ama ada ona mucize gibi bir şey verdi: yeniden yürümek! işte o mucize, locke'un kontrol saplantısına dönüştü yani “ben seçildim!” düşüncesi. bu fikir, locke'un aklına öyle bir yerleşti ki, her olayda bir işaret, her zorlukta bir ilahi plan görmeye başladı. “her şeyin bir nedeni var” sözü, onun en meşhur mottosu oldu. peki ada ne yaptı? ona defalarca kafa attı. swan yani desmond'un yaşadığı istasyona locke çok anlam yüklemişti, kapağına vurup "bana bir işaret ver" diye yalvarıyordu, o derece her şeye anlam yükleyen biryidi. fakat o istasyonun aslında hiçbir anlamı olmadığını görmek, locke için en büyük darbeydi. çünkü inancı güçlendikçe, ada ona anlamsızlık veriyordu. locke, kontrolü tamamen “adanın işaretlerine” devrettiğinde bile aslında bir özgürlük yaşamıyordu; sadece bağımlılığını değiştirmişti. sonunda ada, onun kendi fanatizminin içinde eriyip gitmesine izin verdi. locke'un trajedisi buydu: kontrolü bırakmayı değil, kontrolü başkasına teslim etmeyi seçti. kendisi dışında her şeye ve herkese inanıyor, sürekli bir kurtarıcı bekliyordu. ada da ona en büyük cezayı, man in black'in john locke kılığına girmesiyle verdi. yani john o kadar çok başkalarından bir şeyler bekledi ve kendi olmayı unuttu ki, ada onun bedenini man in black'e vererek john'a "benliğin bile kalmadı!" mesajı verdi.

kıymetli dolandırıcımız james sawyer ford da ilk başlarda sadece alaycı, bencil, çıkarcı bir adam gibi görünüyordu

ama onun maskesinin arkasında büyük bir yara vardı. çocukken ailesini bir dolandırıcının kurbanı olarak kaybetmişti. o gün anladı ki, hayatın kontrol edilemeyecek travmaları vardı ve kendini korumak için şu kararı verdi: “kimseye bağlanmayacağım, bu sayede kimse beni kontrol edemez!” ama ada, onun bütün duvarlarını yıktı. sawyer her ne kadar alay etse, yalnız takılmaya çalışsa da, ada onu topluluğun bir parçası olmaya zorlandı. jin, hurley, kimi zaman charlie, sawyer'ın gerçek anlamda dostları oldular. sawyer da onları sevdi, benimsedi, değer verdi. ama en büyük kırılma noktası juliet'ti. onunla yaşadığı aşk, sawyer'ın “ben kimseye ihtiyaç duymam” maskesini paramparça etti. sawyer, ilk kez gerçekten bağ kurdu, ilk kez birine güvenmeyi denedi. adanın ona öğrettiği şey de şuydu: asıl güç, kontrol etmeye çalışmamakta. kontrolü bırakıp güvenmeyi denediğinde, aslında hayatın en değerli tarafını keşfetti.

kate austen da yine benzer şekilde adanın eğittiği isimlerden biriydi

kate'in tüm hayatı kaçış üzerine kuruluydu. çocukluğundan itibaren otoriteden kaçtı, işlediği suçlardan kaçtı, bağlanmaktan kaçtı. onun için “kontrol” demek, hep kaçmak demekti. çünkü durursa, yakalanacağını, yüzleşeceğini düşünüyordu. ada ise ona sürekli seçimler sundu: jack mi sawyer mı? kalmak mı gitmek mi? bağlanmak mı kaçmak mı? kate her seferinde kaçış refleksiyle hareket etti. ama ada onu durmadan köşeye sıkıştırdı ve onu çeşitli seçimlere zorladı. gerçek hayatta böyle seçimleri yoktu, köşeye sıkıştığı an kaçabiliyordu, fakat adada böyle bir şansı yoktu ve seçim yapmak, o seçimlerin sonuçlarıyla yüzleşmek, kate'in dersi oldu. finale geldiğimizde, kate adadan kurtuldu ama tüm ada yolculuğu sırasında artık şunu anlamıştı: sonsuza kadar kaçamazsın, bir gün durup yüzleşmek zorundasın! ada, onun bu döngüsünü kırmak için tasarlanmış gibiydi.

sayid jarrah da aynı şekilde adanın çemberinden geçti, ama onun olayı pek güzel sonlanmadı

sayid geçmişinde ırak ordusunda işkenceci olmuş bir adamdı. o yüzden hayatının geri kalanında sürekli kendini affettirmeye çalıştı. “ben değişebilirim, geçmişimi kontrol edebilirim” diye inat etti. ama ada ona defalarca aynı mesajı verdi: geçmişinden kaçamazsın! ne zaman mutlu olmaya yaklaşsa, sevdiği insanlar (nadia, shannon) elinden alındı. ne zaman huzura kavuşsa, geçmişi tekrar suratına çarpıldı. sayid'in kontrol saplantısı, kendi karanlık geçmişini silmekti. ama ada, ona bunu asla yapamayacağını gösterdi. sayid, çok geç de olsa şunu fark etti: ben geçmişimden ibaret değilim. ama bu fark ediş, onun trajik sonunu değiştirmedi.

sevimli tombiğimiz hugo hurley reyes de kaderin lanetinden nasibini alanlardandı

lost'un en sempatik karakterlerinden biriydi. ama içinde çok ağır bir yük taşıyordu: lanetli sayılar. “benim yüzümden oluyor” düşüncesi, onu sürekli ezdi. şanssız, talihsiz, uğursuz olduğuna inandı. aslında ada ona sürekli liderlik fırsatları sundu (#173718995) ve o “ben hiçbir şeyi kontrol edemem” derken, aslında adadaki en sağduyulu, en dengeli kişi olduğunu kanıtladı. hatta jack'in bile kararsız kaldığı anlarda hurley, doğru adımı attı. finalde yeni ada koruyucusu olması, onun yolculuğunun zirvesiydi. hurley'in en büyük dersi, “kontrolsüzlük”ten korkmamak oldu. zaten o aslında lanetli değil, doğru kişiydi.

jin ve sun kwon çifti de aslında anlatmak istediğim şeye çok güzel bir örnek

jin, ilişkide baskıcı, kontrolcü, sahiplenici bir adamdı. sun ise özgürlüğünü korumaya çalışan bir kadındı. bu iki zıtlık, onların evliliğini sürekli çatışma haline getirdi. ada ne yaptı? onları defalarca ayırdı, yeniden bir araya getirdi. her ayrılık, her kavuşma onlara şu mesajı verdi: bir ilişki, kontrol mücadelesi değildir. ilişki, teslimiyet ve anlayış ister. ölümleri, bu kontrol savaşının bitiş noktası oldu. birbirlerine teslim olarak, kontrol etme çabasını bırakıp beraber son yolculuklarına çktılar.

yani lost adasının vermek istediği mesaj aslında çok netti: hayat, direksiyonuna oturup istediğin gibi çevirebileceğin bir şey değil. sen ne kadar plan yaparsan yap, ne kadar “ben kontrol ediyorum” dersen de, işler öyle gitmez. ada bunu karakterlerin yüzlerine sürekli çarptı: jack'e “her şeyi düzeltemezsin”, locke'a “inancın bile seni kurtarmaz”, sawyer'a “yalnız kalarak korunamazsın”, kate'e “kaçış sonsuza kadar sürmez”, sayid'e “geçmişini silemezsin”, hurley'e “lanetli değilsin, ama kaderini de seçemezsin”, ben'e “güç sadece bir yanılsama”, desmond'a ise “zamanı asla elinde tutamazsın” dedi.

jack'in ölüm sahnesinde yüzünde takındığı o huzurlu ifade aslında "hayatın sırrı, kontrol etmekte değil; akışa teslim olmayı öğrenmekte" mesajını veriyor