Kurgusu ve Atmosferiyle Sizi Gerçekliğin Dışına Çıkaracak, Rüyaya En Yakın Filmler
inland empire
rüyalar, karakter değişimleri, anlamsızca araya giren sahneler, absürd diyaloglar ve beyin yakan kurgusu ile 180 dakikalık tam bir david lynch filmi.
blow-up
michelangelo antonioni filmi. her şeyin gerçek olması şart mıdır? gerçekliğin insan hayatındaki önemi nedir? ya her şey bizim gördüklerimizden ibaretse? ya da gördüklerimizi zannetiklerimiz aslında bir başkasının düşüyse? sinema tarihinin en iyi filmlerinden birisi.
eraserhead
bir çok eleştirmene göre dünya sinema tarihinde rüyaya en yakın filmdir. stanley kubrick bile the shining’i çekerken eraserhead’den ve filmin bunaltıcı dünyasından ilham aldığını birkaç röportajında dile getirmiştir. tüm zamanların en yaratıcı, en sıra dışı, en kışkırtıcı ve benzersiz kült film’lerinden birisi. tabii ki david laynch filmi.
la belle captive
klasik bir hikaye anlatımı olmayan, herşeyin seyircinin hayal gücüne ve yorumuna bırakıldığı, gerçeklerle halüsinasyonların adeta birbirine karıştığı nadir filmlerden. en dikkat çekici ayrıntılardan biri de filmde mazoşizme yakın bir erotizmin kullanılmış olmasıdır, sakın ola ailecek izlemeyin. yönetmeni alain robbe-grillet'in diğer filmleri de şiddetle tavsiye edilir.
the fountain
geçmiş, şimdi ve gelecek ekseninde ilerleyen, yoğun sembolizm ve mesaj içeren bir film. aşk-ölüm-yaşam üçgeninde farklı bir bilimkurgu. yönetmeni darren aronofsky'nin bir diğer filmi pi de şiddetle tavsiye edilir.
donnie darko
uzay-zaman kavramları üzerine kurulu senaryosu ve karışık olay örgüsü yüzünden zor bir filmdir. herkesin farklı yorumladığı, farklı anladığı, tek izleyişte bir şeyler anlamanın imkansız olduğu filmlerden.
barton fink
düş ile gerçeğin harmanlandığı coen kardeşler baş yapıtı. sembolizimin dibine vurmuş filmlerden birisidir. her karesinde ayrı bir gönderme vardır. izledikten sonra film hakkında yapılmış incelemeleri okumanızı tavsiye ederim. ayrıca 1991 cannes film festivali’nde altın palmiye, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen ödüllerini kazanmıştır.
lost highway
bu filmin tam bir açıklaması, tam bir çözümü yok bana göre. yönetmeni david lynch'in bile filmin tam bir açıklamasını yapabileceğini düşünmüyorum, zaten adamın öyle bir derdi de yok. bir kaç izleyişte biraz da hakkında yapılan incelemeleri okuyunca az çok olayları anlıyorsunuz ama başı ve sonu, giriş-gelişme-sonuç bölümleri birbirine girdiği için garip bir kısır döngüde kayboluyorsunuz. hakkında kitaplar yazılmış bir film bu, filmde oynayan oyuncuların bile senaryosunu anlayamadığı bir film.
vanilla sky
abre los ojos'un yeniden çevrimi, gerçek-rüya-hayal arasında gidip gelen anlaşılması zor filmlerden.
otto e mezzo
federico fellini'nin sinema tarihinin klasiklerinden biri olmuş filmi. bir çok filme ilham kaynağı olmuştur ayrıca pek çok önemli yönetmenin ilk 10 film listesinde bu filmin ismini görürsünüz. sözlükte film için yapılmış şu yorum çok hoşuma gider ve filmi de özetler aslında ''rüya gibi, hayal gibi, bilinçaltı gibi ama gerçek''
mulholland dr.
yine bir david lynch filmi, kimine göre tamemen rüya, kimine göre içinden çıkılmaz bir girdap. yine herkesin farklı yorumladığı bir film. aradan geçen 16 yıla rağmen ara ara hala sırrı çözüldü diye haberler yapılır.
la double vie de veronique
krzysztof kieslowski'nin 3 renk serisinden önce izlemenizi şiddetle tavsiye ettiğim filmi.
persona
filmin yönetmeni ingmar bergman 1965’te bir iç kulak enfeksiyonu geçirir, sürekli olarak, uyurken bile baş dönmesi yaşar. başında bir bantla haftalarca yatağa bağlanan bergman, doktorunun tavana boyadığı bir noktaya bakarak baş dönmesini önlemeye çalışır. ama her bakışta oda fırıldak gibi dönüyormuş hissine kapılır. bergman tavandaki noktaya konsantre olarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye çalışır ve bu ona biraz olsun yardımcı olur. iyileştikten sonra pencereden dışarı bakar ve bankta oturan bir hemşire ve hastasını görür. bergman’ın başyapıtı persona işte bu hasta-hemşire ikiliği, birbirine karışan yüzler, bazen rüya, bazen de gerçek üzerine temellenir.
repulsion
roman polanski'nin apartman üçlemesinin ilk filmidir. siyah beyaz çekilmesi filmin ağır ve bunaltıcı havasını tamamlamıştır. her üç filmin de ana teması deliliktir. bilinç altı, sembolizm ve metafor kullanımı yoğundur.
rosemary's baby
roman polanski'nin apartman üçlemesinin ikinci filmidir.
le locataire
roman polanski'nin apartman üçlemesinin üçüncü filmidir.