Kuantum, Paralel Evren ve Yapay Zeka Gibi Kavramlara İlgi Duyanlara Özet Niteliğinde Bilgiler
new scientist collection'un mind-expanding ideas sayısında yer alan 'insan evreni' bölümü, kuantum, paralel evren, yapay zeka, simülasyon gibi kavramlara yakından ilgi duyan okuyuculara belki yeni bir şey söylemiyor; fakat bu konuları bir araya toplaması açısından yeterince bilgi sahibi olmayan kişiler için oldukça faydalı bir özet niteliği taşıyor. teknik terimlerde yetkin değilim ama elimden geldiğince doğru bir şekilde çevirmeye çalıştım. sürç-i lisan ettiysek şimdiden affola..
---
dünyada bizim sözümüz geçiyor. homo sapiens gezegenin en zeki, en etkileyici ve en tahrip edici türü. hatta kendimizden sonraki jeolojik dönemi (anthropocene) isimlendirmeye kafa yoracak kadar dominantız. fakat tüm haşmetiyle kocaman bir evren karşımızda duruyor. kozmik standartlar söz konusu olduğunda ne derece yetkiniz? gerçekten akıl ve idrak sahibi olan tek canlı türü müyüz? evrenin geri kalanı bizden haberdarsa peki? diğer gezegenlere yayılabilir miyiz veya yayılmamız gerekir mi? öyle olursa dünyadaki mirasımıza ne olacak? aşağıdaki satırlarda insanoğlunun evrendeki yeri hakkında keşfe çıkacağız.
1-) evren bizim için mi var?
dünyadaki varoluşumuzun çok büyük bir kısmında biz yani insanlar kendimizi oldukça mühimmiş gibi gördük. sonra bilim geldi ve bizim ne derece önemsiz olduğumuz konusunda çok iyi bir ders verdi. biz evrenin merkezinde değiliz. özel değiliz. sadece, bize ihtiyaç duymadan 13,8 milyar yıldır varlığını sürdüren evrendeki milyarlarca galaksiden birindeki sıradan bir yıldızın yörüngesinde dönen küçücük bir gezegende yaşayan bir maymun türüyüz.
fakat belki de kendimizi böylesine bir kalemde silmek için çok aceleci davrandık. hala evrenin merkezinde olduğumuza dair bir mana olabilir. bilim bize fizik kanunlarının garip, hatta inanılmaz bir şekilde herkes için ‘ince ayarlı’ olduğunu da öğretti.* elektromanyetik kuvveti ele alalım; yıldızları bir arada tutmaktan proton ve nötronları birbirine bağlamaya ve bildiğimiz kadarıyla yaşamın yapı taşı olan karbonu oluşturmaya kadar müthiş bir öneme sahip. ya da proton ve nötronların arasındaki nükleer kuvvetten bahsedelim. çok ama çok az daha güçlü olsa tüm dünya hidrojenden ibaret olurdu. çok az zayıf olsa hidrojenden eser kalmazdı. her iki durumda da bizim bildiğimiz ölçülerde yaşam imkânsız hale gelirdi. uzay boşluğunda bulunan enerji miktarı da düzgün bir hayatın gelişmesine müsaade etme bakımından kusursuz bir seviyede. bununla da bitmedi, tanımlanabilen tüm parametreler yaşamı mümkün kılmak için uygun görünüyor.
evren niçin böylesine kusursuz? birçok fizikçi başka türlü de olabileceğini kabul ediyor. bu düşünce biçemi antropik ilke olarak bilinen cevapların gelişmesine hız verdi. yelpazenin bir ucu bizi tekrar merkeze oturtuyor. bu ekstrem insancıl prensip, bir yaratıcı tarafından oluşturulmuş ya da daha yüksek ihtimalle kozmosun temel nitelikleri bu noktaya sürüklemiş olsun, evrenin mükemmelliğinin sebebi olarak bizim varoluşumuzu öne sürüyor. arizona eyalet universitesi’nden idol kozmolog paul davies, ‘the goldilocks enigma’ isimli kitabında yaşamın bir doğa kanunu olabileceği ihtimalinden bahsediyor. teolojik açıdan bir sınır çektiğini kabul ederek bunu ‘hayat ilkesi’ olarak tanımlıyor.
çoğu fizikçi için bu tarz fikirlere harcayacak vakit yok. california teknoloji enstitüsü’nden kozmolog sean carroll,
“tüm bunların bizim için olduğunu söylemek büsbütün tuhaf bir ifade” diyor.
belki de tam aksi geçerlidir: antropik ilkenin başka bir formülasyonu evrenin sırf biz öyle düşündüğümüz için var olduğunu savunuyor. bunu da sadece aklımızda canlandırıyoruz. bu ilkenin zihni daha az zorlayan versiyonları da mevcut. evrenin kusursuz olmasa da bize neden öyle göründüğünü açıklamaya çalışıyorlar. özetle bu kırılgan prensip, evreni gözlemleyebiliyorsak bir şekilde varoluşumuza fırsat tanıyor anlamını çıkarıyor.
bu görüş dolaylı biçimde fizik sabitleri ve kanunlarının farklı olduğu, evrenin başka bölgelerinin (belki de başka evrenler) bulunduğu kabulünü ortaya çıkarıyor. yani her şeyin niçin böyle geliştiğini sormak, niçin evrenin bu bölgesinde (veya bu evrende) olduğumuzu sormakla aynı şey aslında. o halde antropik ilke, bizim yaşam şeklimiz için ‘konuksever’ yapıdaki mekânların haricinde bir yerde vücut bulmamızın olanaksız olduğuna işaret etmektedir. bu mantık çizgisi standart kozmoloji ve kuantum mekaniğinin meydana getirdiği muhtemel çoklu evren varyasyonları tarafından da destek bulmaktadır. birçok sayıdaki ‘başka’ evren düşüncesiyle birlikte (ve hepsinin kendine özgü fiziksel yasalarıyla), kendi evrenimizin gizemi konusu da buharlaşıp kaybolacaktır. biz ancak karbon temelli bir yaşamda var olabiliriz.
antropik prensipin bu versiyonu ‘hassas ayar’ mekanizmasını açıklıyor olsa da, insan gözlemcilerini kozmos tanımlamamızın içine yeniden oturtarak eski övünçlerimizin en azından bir kısmını bize geri getiriyor.
"gördüğümüz evreni açıklamak istiyorsanız; evreni görüyor olduğumuz gerçeği de bu açıklamanın bir parçası olmak zorunda. bu, gözlemciyi resimden büsbütün kaldırmış olan bilimin tarihi içindeki küçük çaplı bir u dönüşü" diyor davies. tekrar hoş geldiniz.
2-) hakikati var eden şey şuur mu?
samuel johnson bu fikrin alakasız ve saçma olduğunu düşündü; bir kaya parçasına tekme atmak tartışmayı sonlandırmak için yeterliydi. ayağı gerçeklikten geri teperken feryat içinde “bu tezi çürütmüş oldum” diyordu. kuantum mekaniği hakkında bilgi sahibi miydi acaba; çünkü sızlayan ayak parmağını koparabilirdi de. johnson, dünyanın zihnimizin uydurduğu bir hayal ürünü olduğunu savunan filozof george berkeley’i cevaplamakla meşguldü. haklı olabilir miydi peki?
çoklu evren modeli ve aynı anda hem ölü hem diri olan kedileriyle kuantum mekaniği kesinlikle esrarengiz bir alan. fakat bazı fizikçiler gerçekliğin daha da tuhaf olduğu görüşünde: evren sadece biz ona baktığımız zaman var oluyor. insancıl ilkenin bu yorumu (katılımcı evren), ilk olarak 20. yüzyıl fiziğinin ağır toplarından john archibald wheeler tarafından öne sürülmüştür. gerçeklik diye adlandırdığımız şeyi özenle hazırlanmış ve demir kazıklarla desteklenen bir kartonpiyer* inşasına benzetmiştir. ne zaman ki kuantum ölçümleri yaparsak o kazıklardan birini balyozla indiriyoruz. geri kalan her şey hayal gücü ve teoriden ibaret.
wheeler’e göre kuantum ölçümleri yapmak bize maddeler üzerinde objektif saptama şansı vermekle kalmıyor; bir sürü ihtimalin içinde yalnızca bir tane sonucu zorlayarak evrenin rotasını da değiştiriyor. çift yarık deneyinde örneğin, ışığın kurguya göre dalga veya parçacık gibi davranış sergilediği gözlemleniyor. en kafa karıştırıcı şey ise fotonların ne zaman ve nasıl dönüşeceğini ‘biliyor’ gibi görünmeleri. ancak fotonun biz onu gözlemlemeden evvel fiziksel bir formunun olduğunu farz ediyoruz. wheeler şunu soruyor: ya yoksa? yalnızca biz ona baktığımızda böyle bir görünüm elde ediyorsa?
geçmişimiz bile henüz tayin edilmemiş olabilir. wheeler, bir milyar ışık yılı uzaklıktaki bir gök cisminden gelen ışın demetinin, yolundan saptırdığı bir galaksinin etrafından geçerek, galaksinin her iki tarafında iki görüntü oluşturacak şekilde bize ulaşmasını tasvir eden, çift yarık deneyinin bir tür kozmik versiyonunu ortaya attı. her birinin üzerine birer teleskop çevrildiğinde gözlemciler fotonların bir tarafta parçacık olarak yol aldığını görecektir. fakat aynalarla kurulacak bir düzenekte her iki yöndeki fotonlar aynı anda dedektöre çarpacaklar ve böylece ışığın dalga olarak geldiği görülebilecektir. bu defa gözlem eylemi, gök cismini bir milyar yıl önce terk etmiş ışığın doğasını değiştirmek suretiyle zamanın ötesine geçer.
wheeler için bu, herhangi bir fiziki manada evrenin gerçekten var olamayacağı anlamına gelmektedir. ve şimdiki zamanda yaptığımız şeyler, geçmişte yaşanan şeyleri (teorik olarak evrenin kökenlerine kadar) etkileyebilir. eğer haklıysa, her ne açıdan bakılırsa bakılsın evren, biz ve diğer bilinçli canlılar onu gözlemlemediği sürece mevcut değil.
çılgınca geliyor değil mi? öyleyse bunu kendiniz deneyin! kuantum mekaniğinin başka bir yorumu hugh everett’in çoğul dünyalar hipotezidir: sonsuz sayıdaki evrende her şey gerçekleşebilir; gerçekleşmiş ve gerçekleşiyordur da. herhangi bir karar verdiğiniz her an evren ikiye bölünüyor; bir tarafta siz, diğer tarafta tercih etmediğiniz ihtimali yaşayan alternatifiniz. işgal ettiğiniz evren bir bakıma tüm kararları kendinizin verdiği kişisel evreniniz oluyor.
bu fikir herhangi bir kimseye gerçeklik kontrolü yaptırmak için yeterli. oxford universitesi’nden fizik felsefecisi chris timpson, “benim doğal eğilimim realist olmak, fakat kuantum dünyası hakkında realist olmaya çalışırsanız alışılmamış, kaçık bir dünyayla baş başa kalırsınız” diyor. aslına bakarsanız, tuhaf şekilde bu hipotezin de yalnızca bizim yüzümüzden oluştuğu fikri oldukça mantıklı görünüyor.
3-) her şeyi anlayabilir miyiz?
belki 3,8 milyar yıl sürdü, ama nihayetinde başardık. dünya üzerindeki yaşamın tarihçesinin çok büyük kısmında hayat oldukça sıkıcıydı. sonra insanoğlu evrimleşti ve işler eğlenceli bir hal almaya başladı! türümüzün tanımlanmış niteliklerinden biri de iletişim kurma yeteneğimiz. doğumumuzdan itibaren (başka çaremiz olmamakla birlikte) belli kalıpları öğreniyor ve uyguluyoruz. karanlığın ve aydınlığın düzenleri yüzlere, ses dalgaları dile dönüşüyor. bu kalıpların bazıları dünya hakkında, gündüzün geceyi takip etmesi gibi, daha soyut kurallar haline geliyor. bu kurallar hemen her şey hakkında çıkarımlar yapmamıza olanak sağlıyorlar; yere bir taş düşer, öyleyse elma da düşecektir.
bireysel olarak her birimiz için hangisi geçerliyse türümüz için de o geçerlidir. bilim tarihi, görünüşte birbiriyle alakası bulunmayan fenomenler arasındaki daha derin bağlantıları çözebilmenin tarihidir. newton elmanın düşmesine sebep olan kuvvetin (yerçekimi) aynı zamanda ayı yörüngesinde tutmasını da sağladığını idrak edebildi. faraday ve maxwell, elektrik ve manyetizmanın aynı madalyonun iki farklı yüzü olduğunu gösterdi. elektromanyetizma daha sonra beta bozunması gibi şeylerden sorumlu olan zayıf nükleer kuvvetle birleşti.
bu birleşimlerin her biri evreni anlamamız için gerekli olan bağımsız fizik teorilerinin sayısını azaltıyor; ve birçok insanın son tahlilde hepsinin tek teoride birleşmesinin mümkün olabileceğine dair inancını arttırıyor: pek meşhur olan her şeyin teorisi. bu gerçekçi bir beklenti mi? afrika savanlarında hayatta kalabilmek için beynini evrimleştirmiş bir maymun türü olarak biz, cidden her şeyi anlamak zorunda mıyız?
“evrensel boyutta konuşacak olursak, dünyanın nasıl işlediğiyle ilgili olarak son derece küçük bir zaman diliminde müthiş aşamalar kaydettik.” şeklinde fikrini açıklıyor sean carroll. 100 yıl önce başka galaksilerin varlığından veya evrenin genişlediğinden haberimiz yoktu diyor. ve bu sadece bir başlangıç! geçen 100 sene içinde kuantum mekaniğinin önemli bir kısmını, atom altı parçacıklarının bütün bir şeceresini, karanlık madde ve karanlık enerjinin varlığını keşfettik; ve evrenin sırları hakkındaki bu tip deneysel gözlemlerle birlikte sayısız başarılı teori ürettik. “bu hızla gidersek bir gün her şeyi anlayabileceğimizi düşünmekte çok haklıyız.”
yine de bir garanti vermek zor. örneğin şempanzeler, kaplumbağalara kıyasla çok zeki olsalar da kuantum teorisini asla kavrayamazlar veya böyle bir teoriye ihtiyaç duymayacaklardır. şempanzelerden çok daha zeki olsak bile bizim beyinlerimizin de üstesinden gelemeyeceği türden çok komplike ve çok kallavi konseptler niçin olmasın? bir noktada hala bazı bilinmeyenler varlığını sürdürüyor: düzensiz akışkanların, hisse senedi piyasalarının, kalabalık dinamiklerinin ve hatta kendi beynimizin işleyişinin bile bilgisayar modellemelerinin yardımı olmadan derinliğine inilmesi bizim açımızdan mümkün değildir.
her şeyi idrak edebilecek kapasitemiz olsa bile, hala yapılacak çok iş var. en başarılı iki teorimizi; çok büyük şeylerle uğraşan genel görelilik* ve çok küçük detaylarla uğraşan kuantum mekaniğini birleştirmek akıl almaz derecede zor bir iş. benzer şekilde dört temel fiziksel kuvvetin varlığından haberdarız: elektromanyetik, zayıf nükleer, güçlü nükleer ve yerçekimi. bunların üçü, temel parçacıkların nasıl etkileşime girdiğine dair en iyi açıklamamız olan standart model kuramında birbirleriyle gayet uyumlu hareket ediyor. aykırı olan hangisi mi? yerçekimi.
standart modelimizle yerçekimini ortak bir noktada buluşturmak, her şeyin teorisine doğru atılmış dev bir adım olacaktır. şu ana kadar ki en iyi atışımız, tüm fenomeni, birbiriyle etkileşen ince titreşimli liflerin neticesi olarak yeniden biçimlendiren sicim teorisidir. sorun şu ki bunu test etmek için iyi bir yolumuz yok maalesef. peki deney yoluyla doğrulama yapmadan gerçekten ‘anlayabildiğimizi’ söyleyebilir miyiz? yine de columbia üniversitesi’nden matematikçi peter woit, “eninde sonunda teorilerimizi test edemeyeceğimizi ve kozmosu anlayamayacağımızı düşünmek için hiçbir sebep yok” diyor.
peki, kozmosu tam anlamıyla kavradığımızda ne olacak? bilgi güçse, bizi ne derece güçlü yapar? woit, bazı içgörülerin warp motorları* ve solucan delikleri* gibi bir star trek geleceğine yol açabileceği dış ihtimallerden söz ediyor. fakat bu şeylerin niçin olasılıksız olduğu da kolayca gösterilebilir. her şeyin teorisi aynı zamanda derin kültürel etkiler bırakabilir, belki de bize en sonunda evrenin merkezi olduğumuzu veya evrenin kenarındaki bir holografik yansımadan ibaret olduğumuzu söyleyebilir. emin olduğumuz şey, çabalamaya devam edeceğimiz. sean carroll, “her şeyi açıklayan teorinin olayı onunla bir şeyler yapacak olmamız değil, dünyanın düzenini anlamak. keşif yolculuğu başlı başına bir ödül” diyor.
4-) evreni yok edebilir miyiz?
büyük güç büyük sorumluluk getirir. dünyayı daha sıkıca kavradıkça yeryüzünü, en azından kendimizi imha etme ihtimalimiz de artıyor. fakat gücü her şeyi daha da kötüye sürükleyecek şekilde kullanacağımızı düşünmeye kalkarsak olasılıklar da solgunlaşarak tüm anlamını yitirir. evreni yok edebiliriz. cern, büyük hadron çarpıştırıcısıyla (large hadron collider) parçacıkları paramparça etmek için hazır olduğunda koparılan yaygarayı hatırlayın. birkaç felaket tellalı bu olayın kıyametin kapılarını açabileceği konusunda uyarılar yapmıştı.
bu varoluşsal endişe protonların aşırı yüksek enerjilerle çarpışması beklentisiyle tetiklenmişti. einstein’in genel görelilik teorisine göre; bu tür bir enerjinin atomdan daha küçük bir hacim içinde yoğunlaştırılması, evrenin dokusundaki bir deliği yırtacak yeterlilikte bir zaman ve uzay bükülmesine yol açabilir. bu ‘mini kara delik’ bütün evreni içine alacak şekilde hızla genişleyebilirdi. cern, bu ihtimali had safhada çalışma alanı, sağlık ve güvenlik değerlendirmesi yapacak kadar ciddiye aldı. 2008’de felaket senaryosunun fiilen imkânsız olduğuna hükmetti. lhc’nin gücü baştaki enerjisine kıyasla neredeyse iki katına çıkmış olsa da durum tespiti hala geçerliliğini koruyor.
yine de tehlikeyi tamamen atlatmış sayılmayız. çünkü 2012’de lhc’de keşfedilen higgs bozonu, bize evreni bambaşka bir yolla imha edebileceğimize inanmak için bir sebep verdi. bu tehlikeden ilk olarak cleveland’daki case western üniversitesi’nden iki fizikçi, lawrence krauss ve james dent tarafından bahsedildi. sorun şuydu; kuantum fiziği yasalarına tabi olan evren üzerindeki bir sistemde yapılan gözlemler, evrenin kendi durumunu da etkileyebilir.
söz konusu kavram size schrödinger’in kedisi formunda tanıdık gelebilir. bu düşünce deneyinde bir kedi, kuantum olayı gerçekleştiği takdirde kırılacak olan ölümcül zehirle dolu bir şişeyle birlikte kapalı bir kutuya yerleştirilir: atomun radyoaktif bozunumu. kuantum teorisinin standart yorumlarına göre, kutu kapalı kaldıkça kedi hem canlı hem de ölüdür. radyoaktif bozunmanın gerçekleşip gerçekleşmediğini belirleyen şey kutuyu açma ve kediyi gözlemleme eylemidir. başka bir deyişle insanın müşahedesi sistemin durumunu değiştirir. krauss ve dent benzer bir olgunun evren içinde geçerli olduğunu ileri sürdü. kozmos için de bir kuantum durumu kaydetmek teorik olarak mümkündür. bu da tıpkı schrödinger’in kedisi deneyindeki gibi farklı durumlar arasında gidip gelir ve insan gözleminden aynı şekilde etkilenebilir.
evrenin niteliklerinden biri üzerinde yapılan bir gözlem, örneğin karanlık enerjinin evrenin genişlemesini hızlandırdığı düşüncesi, iki duruma birden sahip olmak yerine ani bir dönüşümle kalıcı tek bir duruma geçişe neden olabilir. yani bir süpernovaya bakmak bile evrenin genel kuantum durumunu değiştirmek için yeterli olabilir. sonuç evrenin durumunu ‘resetleyebilir’, onu birkaç dakika önce bulunduğu noktaya geri götürebilir.
ama uzak da olsa bir facia ihtimali de mevcut. bunun sebebi, fizikçilerin sahte vakum dedikleri şeyin içinde (esasen mekân ve zamanın kararsız yapılandırılması) yaşıyor olmamızdır. yani evrenin kuantum vaziyeti yavaş yavaş daha kararlı bir biçime doğru bozunuyor. ancak aniden evren var olmaktan vazgeçip, (bizim olmadığımız) daha kararlı bir kozmos halinde tekrar ortaya çıkabilir.
şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ilk ortaya çıktığında bu tartışmalı bir iddiaydı; çünkü sahte bir vakumda yaşayıp yaşamadığımızı bilmiyorduk. ancak higgs bozonunun bazı özellikleri neredeyse kesin olarak durumun böyle olduğunu söylüyor. krauss, “keşif, tartıştığımız konuları daha alakadar hale getirdi” diyor. kozmosun gözlemlenmesinin kuantum durumunu etkileyebileceğinden emin değiliz. eğer etkiliyorsa evrenin çöküşüne zemin hazırlayabiliriz. bu, hadron çarpıştırıcısındaki kara delik korkusu gibi uykumuzu kaçıracak bir şey değil; sadece bir düşünce deneyi.
5-) kozmos burada olduğumuzu biliyor mu?
ilmimizin elverdiği kadarıyla evrende yalnızız. peki değilsek, uzaylılar yalnız olmadıklarını biliyor mudur? varlığımızdan haberdarlarsa bizi ne kadar iyi tanıyorlar? bu sorunun cevabı kim olduklarına ve nerede yaşadıklarına bağlı olarak değişir. bize yakın yıldızların etrafındaki gezegenlerde ikamet ediyorlarsa (birkaç düzine ışık yılı uzaklıktalarsa) ve bizimkiyle mukayese edilebilir türden akla ve teknolojik gelişmeye sahiplerse; yıldızlararası topluluklara bilinçli olarak yolladığımız çeşitli mesajların da yardımıyla burada olduğumuzu muhtemelen biliyorlardır. fakat bizim hakkımızda bildikleri beatles, doritos ve birkaç önemsiz detayla da sınırlı olabilir.
komşularımız çok daha gelişmiş seviyedeyse (örneğin kendi uydularını alıcılarla kaplamış olsunlar), ikinci dünya savaşı sonrasında ışık hızına ulaşan mesaj aktarımları sayesinde, dünyadan yayılan zayıf televizyon sinyallerini izliyor olabilirler. sinyalleri çözmenin onlar için kolay bir görev olduğunu varsayarsak hakkımızda şunları biliyorlardır: neye benziyoruz, birbirimize nasıl davranıyoruz, ilişkilerimiz nasıl, üreme alışkanlıklarımız, kültürümüz, tarihimiz, ve diğer zırvalarımız hakkında ne izlemeyi tercih ediyorlarsa…
güneş sisteminin dışında, yayınlarımızın ulaşacağı mesafede muhtemelen birkaç dünya benzeri gezegen vardır. fakat bu dalgaları doğru zamanda dinleyecek gelişmiş toplumların bunların birinde yaşıyor olma ihtimali çok ama çok ufaktır. eğer orada iseler de varlıklarını bizden gizlemekle iyi iş çıkardılar. görece sınırlı bu mesafelerin ötesinde, ileri uygarlıkların miktarı salt rakamlar temelinde çok daha fazla olabilir. galaksimizde birkaç yüz milyar yıldız var ve bunların bir milyonu 1000 ışık yılı mesafede. ancak yapay sinyallerimizin henüz onlara ulaşabileceği kadar zaman geçmedi. bu uzaklıktaki medeniyetler bizim hakkımızda herhangi bir şey biliyor olabilir mi?
her ne kadar ayrıntılı bir şekilde gözlem yapmak için gerçekten astronomik bir açıklık gerekse de, geniş mesafelerden bilgi toplamaya elverişli teleskopları tasavvur etmek teknik olarak akla yatkın bir düşünce. bu problemi aşmanın bir yolu çok büyük bir objeyi, örneğin bir yıldızı veya kara deliği, ışığı ne kadar büktüğüne bağlı olarak devasa bir yerçekimsel mercek olarak kullanmaktır. eğer biz kendi güneşimizi bu minvalde kullanabilseydik (korkunç derecede karmakarışık ve pahalı olsa da teknik açıdan mümkün), yakın çevremizdeki gezegenlerin yol haritalarını veya sokak aydınlatmalarını tespit edebilirdik (tabi eğer varsa).
çok daha ileri bir toplum için, atalarımızın dünya üzerinde bıraktığı izlerin yüzlerce ışık yılı uzaktan gözlemlendiği (uzaklıkları arttıkça tarihimize o derece az erişebilseler de) makul bir varsayım. peki bundan da uzak toplulukların durumu nedir? sistemimiz dışındaki gezegenleri tespit etmedeki mevcut kabiliyetimizi göz önüne alırsak, milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki bu medeniyetlerin kayalık gezegenimizin burada; spiral bir galaksinin kollarının birindeki cüce bir sarı yıldızın yaşanılabilir bölgesinde olduğunu bildiklerini hayal etmek büyük bir sıçrama olmayacaktır. gezegenimizin 2 milyar yıllık oksijen geçmişi, antik yaşamın diğer izgesel ipuçlarıyla birlikte ele geçirilmiş olabilir; fakat akıllı yaşamımızın varlığına henüz ulaşamamışlardır.
“eğer bizden 100 yıl daha ileride uzaylı bir toplum olsaydım, astronomi kitaplarım kesinlikle yaşanılabilir dünyaların devasa tablolarını içerirdi. dünya da bunlardan biri olurdu” diyor, setı enstitüsü yöneticisi seth shostak. ancak bizim, bildiğimiz yaşanılabilir gezegenlere verdiğimiz gibi, onlar da dünyamıza işlevsel ve çekicilikten uzak bir isim takmış olabilir. selamlar koi-1686.01; huzur içinde geliyoruz…
6-) yıldızları kolonileştirebilir miyiz?
uzaylılar hakkında spekülasyon yapmak eğlenceli. ama ya uzaylı diye bir şey yoksa? enrico fermi, yalnızlığımıza işaret edeli 65 yıl geçti. fermi, galaksiyi baştan başa kolonize etmek için bir ileri teknoloji uygarlığına 10 milyon yıl civarında bir sürenin yeterli olacağını hesaplamıştı. bizim galaksimiz ise bu süreden on binlerce kat daha yaşlı. herkes nerede? hiç aramamış gibi de değiliz sanki. uzun sürmez ve belki çok zor da değil, fakat çiğ bir tahminle bile yıldızlararası mesafeden sinyallerimizi algılayabilecek gelişmiş medeniyetler olmalı. şu ana kadar ise hiçbir şey göremedik.
peki ya gerçekten yalnızsak veya (kabaca aynı anlama gelecek şekilde) izole edilmişsek? oxford üniversitesi, insanlığın geleceği enstitiüsü’nden anders sandberg, “eğer evrendeki tek uygarlık olduğumuzu düşünüyorsak, yaşamı yıldızlara yaymak gibi ağır bir sorumluluğumuz var” diyor. arizona’daki gezegen bilim ensititüsü’nden astrobiyolojist david grinspoon henüz dünya dışı varlıkları* bulma konusunda pes etmese de bu görüşe katılıyor: “daha önce başka hiçbir türün erişemediği güçlerimiz var. eğer evrenin sahip olduğu en iyi topluluk bizsek; evrenin yegâne zekâ, bilgelik, bilimsel feraset ve teknoloji havuzuna sahipsek, işin ciddiyeti biraz artar. medeniyetimizi muhafaza etmek adına sorumluluğumuz var.”
kolay olmayacak. öncelikle cesurca nereye gideceğimize karar vermemiz gerekiyor. insanların dünya yüzeyi dışındaki herhangi bir yerde anlamlı bir süre boyunca hayatta kalabileceklerinden emin değiliz. öncülük eden bazı isimler bir şekilde gitmeyi ‘denemeyi’ amaçlıyor. milyarder yatırımcı elon musk önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde mars’ta kendi ayakları üzerinde durabilecek koloniler kurmayı hedefliyor. birleşik krallık gökbilimcisi martin rees: “güneş sistemimizde hiçbir bölge bize antarktika veya everest’in zirvesi kadar bile ılıman bir çevre koşulu sunmuyor. yine de 2100 senesine gelindiğinde öncü gruplar dünyadan tamamen bağımsız üsler inşa etmiş olabilirler.”
ikincisi, daha neye benzediğini bile bilmediğimiz, bazı ciddi itici enerjilere ihtiyacımız olacak. üçüncüsü, ihtiyaç duyduğumuz hızlara eriştiğimiz zaman uzay aracımıza yıkımsal boyutta zarar verebilecek yıldızlararası tozlarla da başa çıkmanın bir yolunu bulmalıyız. dördüncüsü, gemide bir tür yapay yerçekimi ortamı yaratmalıyız; öteki türlü mürettebat ağır ve muhtemelen ölümcül sağlık sorunları yaşayacaktır.
şüphesiz henüz yüzleşmediğimiz, hatta hayal bile etmediğimiz birçok engel ortaya çıkacaktır. sandberg ve diğerleri bunların üstesinden gelebileceğimiz konusunda iyimserler. başaramasak bile, oyunu biraz daha uzun oynayıp galaksiye ‘yönlendirilmiş panspermia’ vasıtasıyla yaşam tohumları ekmeyi deneyebiliriz. temel fikir, yaşam için elverişli bir gezegen veya uyduya çarpması ve nihayetinde orada farkındalık sahibi zeki türlere evrilmesi umuduyla mikroorganizmaları uzaya salmaktır.
bilimkurgu yazarı charles stross, en çetin çevre koşullarında bile çok uzun süre hayatta kalabilen spor formundaki arkea ve fotosentetik bakterilerin bu işte kullanılmasını öneriyor: “roketlere yerleştirin ve güneş sisteminin dışına bir yerlere gönderin. muhtemelen hepsi telef olacaktır, ama bir asır boyunca her yıl yüzlerce ton sporu uzaya fırlatırsanız, belki er ya da geç bir şeyler olabilir.” bizim için de herhangi bir kayıp olmaz, bir ihtimal lütuf olarak bile geri dönebilir. dünya üzerindeki yaşam da panspermia sayesinde başlamış olabilir. öyleyse bizim de nihai görevimiz onu kozmik bir mektup zinciri gibi tekrar aktarmaktır.
7-) evrenin mühendisliğini yapabilir miyiz?
insanlar dünyayı dönüştürdü. şehirler, ulaşım ağları ve enerji santralleri inşa ettik; gökyüzüne uydular serpiştirdik. kendi çevremizi donatma konusundaki bu kabiliyet üzerinde değerlendirme yaparsak (yaşam alanı, seyahat, enerji ve iletişim gibi) bu bizi nereye götürür? uzayı da dönüştürebilir miyiz? uzak geleceği tahmin etmeye çalışmak aptalca bir oyundur. öyleyse her zamanki gibi şunu söyleyelim ve işin içinden sıyrılalım: herhangi bir şey bilinen fizik kanunlarınca engellenmedikçe, gerçekleşecektir. er ya da geç. başlamadan önce iki şey icat edelim: binlerce yıl sürecek projeleri yönetebilen kendi kendini tamir edebilen yapay zekâ* süpervizörleri; ve lazer ışınları ya da minyatür kara delikler vasıtasıyla yol alan ışık hızına ulaşmaya yakın araçlar (ki kansas eyalet üniversitesi’nin son hesaplamalarına göre mümkün görünüyor).
böylelikle bir solar sistemden başka birine sıçrayıp galaksimizi 10 milyon yılda gezip yerel gök adaları meydana getirebiliriz. yani potansiyel şantiye alanımız oldukça geniş! böyle bir medeniyet çok büyük miktarda enerji tüketir ve bu nokta da bizim mühendisliğimizin en göze çarpan tarafıdır. bir seçenek, yıldız ışığıyla üretim yapan yörüngesel hareketli solar güç istasyonları gibi, lokal enerji kaynaklarından yararlanmak olacaktır. enerji talebi büyüdükçe, bunun gibi birçok istasyon yıldızı tamamıyla örtmek üzere ayarlanabilir. bu da tekno-medeniyetlerin durmaksızın yükselen enerji kullanımına eğilimli olduğunu işaret eden freeman dyson’dan ismini alan kapalı ‘dyson küresi’ni oluşturur.
bunu inşa etseydik güneşi karartır ve ölümümüz gerçekleşirken geriye devasa bir arkeolojik enkaz bırakırdık. bugün dünyalı gökbilimciler uzaylı mühendislerce geliştirilmiş bu ölçekte bir karartmayı arıyorlar. böyle bir teknoloji düzeyinde yavaş bile olsa yıldızları hareket ettirebilirdik. en basit yol yıldızın bir tarafına ayna yerleştirerek ışığının bir kısmını bir kirişin içine yansıtmak, böylece karşıt yönde itki üretmektir. ya da dyson küresinden gelen enerji, yıldızın biraz daha hızlı taşınması için iyon motorlarına güç verebilirdi. böyle bir yıldız motorunu tespit edilen bir süpernovadan kaçınmak için veya iki loş yıldızı çarpıştırıp daha parlak bir enerji santrali yapmak için kullanabiliriz.
salt yıldızlarla uğraşmak sıkıcı gelecekse süper kütleli kara delikten* yararlanmaya ne dersiniz? yığılma diskinden radyasyon toplayabilir, dönüşünden enerji emebilirdik. dönüşün yarattığı delik, ergosfer denen bölgeye uzay-zamanı sürükler; ki bundan en az iki şekilde faydalanabiliriz. oxford’dan roger penrose maddenin akışını hızlandırmak için kullanmayı önerirken stanford’dan roger blandford ve cambridge’den roman znajek bunu elektromanyetik bir dinamoya çevirmek için akıl yürütmüştü. tabi bu esasa dayalı bir enerji santrali, dyson küresinden milyar kat daha güçlü olacaktır. böyle bir güç kaynağı en azından güneş sistemimiz büyüklüğünde olacaktır!
bu bile ihtirasımızın sınırı olmayabilir. kozmosu tam manasıyla kavrama arayışımız, tüm kuvvetlerin bir araya toplandığı ve uzay-zaman’ın esas doğasının ortaya çıktığı muazzam enerjiye ulaşabilen nihai parçacık hızlandırıcısını inşa etmemize rehberlik edebilir. princeton’daki ileri araştırma enstitüsü’nden brian lacki bu makinenin bazı özellikleri üzerine şimdiden çalıştı bile. bunlardan biri uçsuz bucaksız büyüklüğü: parçacıkları istenen enerji seviyesine yükseltebilmek için güneşin plüton’a uzaklığının en az yüz misli gerekli. bu sadece bir alt limit; daha büyüğünü yapmak da mümkün olacaktır. böylesine uzun ve ince bir cisim, ezici yerçekimsel şiddetler üretmeden sonsuza kadar uzatılabilir. yani orion’a ve ötesine bir kule dikebileceğiz.
tahmin edilebilen teknolojinin sınırları dâhilinde, evrenin kaderini kurcalamaktan vazgeçeceğiz muhtemelen. güç açlığımız yıldızlar ve süper kütleli kara deliklerle de tatmin olmazsa mikroskobik kara delikler yaratıp onları tozla beslemeyi öğrenebiliriz. bu, atıl maddenin yığın enerjisinin kilidini açabilir, onu yıldızlararası endüstrimizi idare edecek hawking radyasyonuna dönüştürebilir. avustralya’daki queensland üniversitesi’nden joy olson’un hesaplamalarına göre bu durum her şeyin geleceğini değiştirebilir. ışık hızına yakın süratle uzaya yayılan medeniyet, kozmosu atık ısıyla dolduracak ve evrenin fiziksel niteliklerini değiştirecektir. maddenin radyasyona çevrilmesi uzayın genişlemesini dahi bir ölçüde yavaşlatabilir; bu da ‘önemsiz müdahalemiz’ sayesinde zavallı mavi küremizin ehemmiyetini ortaya çıkaracaktır!
8-) tanrıya dönüşebilir miyiz?
meraklı bir türüz ve merakımız evrendeki yerimizle ilgili bazı enteresan fikirleri beraberinde getirmiş: tanrılar, evrim, kuantum bilinci ve çoklu evren. fakat belki de en kafa kurcalayıcı olan, evrenin gerçek olmadığı ve bir ‘üstün akıl’ tarafından kurgulanmış bilgisayar simülasyonunda yaşıyor olduğumuz düşüncesi. nitekim bu konsepti geliştiren oxford üniversitesi felsefecilerinden nick bostrom’a göre bu, varoluşumuz hakkındaki en muhtemel açıklama. bu iddianın akla yatkınlığı ne olursa olsun, nafile bir soruya avuç açıyor: böyle bir simülasyonu biz yaratmış olabilir miyiz? evrendeki yerlerini sorgulama kapasitesine sahip zeki yaratıkların yaşadığı bu yapay dünyanın tanrıları biz olabilir miyiz?
ilk gereksinim bir insanla aynı seviyede entelektüel görevleri yerine getirebilecek yapay zekâyı oluşturmaktır. londra imparatorluk üniversitesi’nden bilişsel robot uzmanı murray shanahan’a göre, on yıllar sürecek olsa bile bunu yapamayacağımızı düşünmek için bir sebep yok: “beyin hakkında sihirli hiçbir şey yok. beyin, fiziğin sınırlarını aşamaz. o halde tabi ki yapabileceğimiz her şeyi yapabilen bir fiziksel varlık kurmak mümkündür.” fakat bir beyin oluşturmak için kaba işlemci gücünden fazlası gerekecektir. ucl’den peter bentley, esas önemli olanın yapı, model ve bağlantılar olduğunu düşünüyor. yeniden üretmeye gelmeden evvel henüz beynin yeterince ayrıntılı bir şablonuna dahi sahip değiliz. ancak avrupa birliği’nin finanse ettiği 10 yıllık human brain project bunun üzerinde çalışıyor.
bu arada, daha basit yapıdaki beyinleri hâlihazırda simüle etmekteyiz. openworm isimli proje, caenorhabditis elegans türü olan iplikkurdunun sanal versiyonuna, 302 nöronluk iptidai sinir sistemi de dâhil olmak üzere son dokunuşları yapıyor. bu görece sadelik, tüm hücrelerinin arasındaki bağlantılara izin verdi. bütün davranış repertuarının haritası çıkarıldı ve simüle edildi.
peki bu kadarı bizi gerçekten zeki varlıklar yapar mı? san diego’da openworm işbirliğini yöneten stephen larson, “bu yöndeki ilk ciddi adımlar olabilir” diyor. ancak sanal beyin dünyadaki yerini sorgulamak şöyle dursun, kendiliğinden hiçbir şey öğrenmeyecektir. birtakım duyulara ve etkileşimde bulunabileceği bir çevreye ihtiyaç duyar. şu anki teknolojinin alması gereken uzun bir yol var. peter bentley, “bir atomun etrafındaki elektron bulutunu hesaplamak için dahi bir süper bilgisayara ihtiyacımız var. ve dünyamızda epey fazla sayıda atom var” diyor. neyse ki amaç, evren hakkındaki bildiklerimizi yeniden yaratmak değil; simüle edilmiş varlıkların ‘dijital dişlerini’ kapsayacak kadar zengin bir şey oluşturmaktır. bunun yanında kokumuzu, yarattığımız varlıkların vücudundan atmak için taklit edilen dünyadaki bazı fosilleri yakmaya karar verebiliriz.
o noktaya gelebilirsek eğer; bu ‘kreasyona’ nasıl davranmamı gerekir? ne tarz bir tanrı olmalıyız? kaprisli olanlardan mı, belki (the sims’teki karakterli sadistçe metotlarla öldürmeye adanmış web sayfaları var). fakat yarattıklarımıza karşı lütfedersek, eski ahit stili bir gazap daha nazik bir yaklaşım olacaktır. bentley, “bilgisayar yazılımlarının gerçek dışı olduğu düşüncesini terk etmek zorundayız. yazılım, bilgisayarınızın elektroniğiyle spesifik modellerle çalışan lepton tipi bir elektron topluluğudur. peki sen nesin? belirli spesifik modeller içinde çalışan lepton ve kuark topluluğusun.” şeklinde konuşuyor. bostrom da aynı fikirde: “bence dijital olup olmadıklarına bakmaksızın bütün cansız yaratıklara şefkatle davranmaya çalışmalıyız.”
her şeye gücü yetme hayaliyle serseme dönmeden önce bu işe hangi noktadan başladığımızı aklınızdan çıkarmayın. sizin ve bildiğiniz her şeyin simülasyonun bir parçası olduğuna dair çok daha yüksek bir ihtimal mevcut. yine de sonsuza kadar sürecek olsa da simülasyon içinde simülasyon yaratmak hususunda bizi durduramayacaktır. ancak, işlerin büyük planda nasıl yürüdüğü hakkında bize farklı bir perspektif kazandıracaktır.