Kariyerini Bırakıp Himalayalarda Tezekle Uğraşan Birinin Kitap Okur Gibi Okuyacağınız Hikayesi
tam olarak bir köye yerleşmedim ama bütün kariyeri bırakıp birçok köye gittim. bu aralar himalayalara karşı bir köyde tezek karıp, keşişlere ingilizce öğretiyorum. bu muhteşem "yükseliş" hikayesini, yarı-otobiyografik, yarı-felsefi bir yazı dizisi haline getiriyorum birkaç gündür.
kariyerinizi çöpe atma (ve sonra çöpten beslenme) rehberi #1
bir zamanlar fortune 500 yöneticileriyle tokalaşan bu ellerle şimdi himalayalarda tezek karıyorum. (tabii yönetici dediysem sınıf başkanı, kat sorumlusu filan, yoksa ıbm’in ceo’su ben’i ne yapsın).
baştan söyleyeyim, ben ferrarisini satan bilge değilim. bu yazı da bir ınto to wild veya eat pray love senaryosu değil. o hazır paket hikayelerin bini bir para.
(geçen gün bir kitapçıda tavuk suyuna çorba serisine rastladım, son bıraktığımda 1–2 kitap vardı, artık resmen olabilecek her demografik gruba özel bir şeyler hazırlamışlar. seri üretim ilham.)
benim hikayemin başlangıcında, sistemin çarkları arasında ezilmiş, mutsuz ve amaçsız biri yok. sonradan “aydınlanacak” tamamen materyalist ve açgözlü biri de yok. sıradan, görece rahat biri var.
“awesome!”
bu rahatlık, kısmen alanımla (mühendislik, bilişim, tahta) kısmen de bulunduğum coğrafyanın (51. bölge, abd) iş kültürüyle alakalıydı. hiçbir zaman hakettiğimi vermeyen, ego manyağı bir patronum veya iş arkadaşım olmadı. çamur gibi insanlar filtrelenmişti.
aksine, bu filmde bir kötü adam rolü varsa, onu ben oynuyordum: tatillerim herkesinkinden uzun, iş saatlerim herkesinkinden esnekti. plaj, nehir, park, müze, asıl ofisim dışında neresi varsa oradan çalışıyordum. bir keresinde kimseye haber vermeden iki haftalığına kanada’ya gitmiş, yol üstünde uğradığım niagara şelalelerinin gürültüsü yüzünden kendi organize ettiğim önemli bir telekonferansı baştan sona mute tuşuna basılı geçirmiş, döndüğüm gün de hiçbir şey olmamış gibi patronun odasına gidip o gün erken çıkmam gerektiğini söylemiştim (o da salman rüşdi’nin bir konuşmasına yetişeyim diye, o kadar asiydim). bir şekilde işimi yaptığım sürece, bu egzantrik iş ahlakıma müsamaha gösteriliyordu.
tabii o “bir şekilde” kısmını hızlı geçerim hep. 80 saatlik çalışma haftaları, gecenin 3'ünde ofise gidip yangın söndürmeler (hem mecazi hem gerçek anlamıyla), satış kotaları stresi, proje takvimi stresi, yeni adam alımı stresi, eski adamı işten atma stresi, bir sonraki “eski adam”ın kendim olacağını farketmenin stresi, stres stresi..
insan bazen etrafını kandırmak için kendini acındırır, bazen de kendini kandırmak için etrafına fazla parlak bir tablo yansıtır. ilki, devletin bireyi ezdiği ve hakedilerek zengin olunacağına inanılmayan toplumlarda yaygın, göze batmayı engellediğinden:
-”nasıl gidiyor?”
-”valla idare ediyoruz işte. senden naber?”
-”abi sorma ya…”
ikincisiyse gelişmiş piyasa toplumlarında hakim. her ürün gibi, bireyin de kendini pazarlaması, daha iyi bir iş, eş ve çevre için rekabet etmesi gerek:
-”how is it going?”
-”great! how are you doing?”
-”awesome!”
bu iki dünyanın da yaratıkları olarak, etrafımızı mı kendimizi mi daha çok kandıracağımız konusunda kafamız karışık.
ben, kendimi kandırmaya, yukarda yaptığım gibi fazla pozitif bir imaj çizmeye meyilliydim. sadece piyasa kültürünün baskınlığı yüzünden değil, suçluluk hissi yüzünden: birçok üçüncü dünya ülkesi görmüş bir ikinci dünya çocuğunun, birinci dünya sorunlarından yakınmaya pek hakkı olmamalı.
ama şimdi anlıyorum ki, genel tatminsizliğimi, “şartlarımdan yakınmak” ile karıştırıyordum. ikincisinin aksine, ilkinin vicdan ile, adalet anlayışı ile alakası yok. ve bastırdıkça daha da büyüyor.
çağın vebası: rahat batması
rahata ermek için piramidi tırmananların bazısı tepedeki manzaraya dalıp geldiği yeri unuturken, bazısının da kıçına piramidin ucu batar.
rahatın batmasıyla, rahata batmak, ona gömülmek arasındaki bu gelgitin kaynağını da, uslanmaz bir evrimci olarak geçmişimizde aradım:
bir yandan her hayvan gibi güvence arıyoruz. ertesi gün aç kalmamak için vücut şeker depoluyor, ertesi yıl aç kalmamak için aileler tarım yapıyor, ve ertesi 30 sene aç kalmamak için devletler sosyal güvenlik fonları oluşturuyor. fakat bir yandan da güvencenin ötesini arayan açgözlü bir yanımız var. bilinmeyeni aklımızla, görünmeyeni gözlerimizle kirletmeye programlıyız.
zira rahatın batmadığı ilk insanlar çayır çimene uzanmış yıldızları seyrederken, komşuları uğraşmış didinmiş, bunların yattığı çayırı bulup baltalarla kafalarını koparmış. dinlenirlerken bir iki saniyeliğine, “aslında her şeyi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmeli” diye düşündükten sonra kendilerine gelip, bir sonraki çayırı istilaya koyulmuşlar. biz, çayıra bir türlü uzanamayanların, rahatın en çok battığı insanların torunlarıyız.
ve yaşadığımız çağ, bu çiftkişilikli doğamızı istismar eden bir çag. herşeyin en iyisine layık olduğumuzu söyleyen reklamlarıyla, kazandığımızdan fazlasını harcayan kartlarıyla, hem bütçemizin hem de gözlerimizin ötesindeki çözünürlükteki telefonlarıyla, devasa kanepelere devasa bedenlerimizi yayıp izlediğimiz devasa tvleriyle, hem bizi rahata batırıyor, hem de bir sonraki “çayırı” işaret ederek rahatı bize batırıyor. balon* patlayana kadar kredi deniz, yemeyen domuz, yiyen daha da domuz.
(*) değişik yüksekliklerde, değişik balonlar mevcut: haneler ödemeyecekleri borçları alıyorlar, devletler hesabı gelecek nesile yıkarak harcıyorlar, kamusu ve özel sektörüyle birlikte topyekün toplumlar ürettiklerinden fazlasını tüketiyorlar, ülke sınırlarını aşan şirketler, emlak piyasaları, borsalar gerçek değerlerinin ötesinde fiyatlanıyorlar ve en nihayetinde gezegenin kendisi, sanki sonsuz bir kaynakmışçasına kapasitesinin üstünde sömürülüyor.
ikinci el ford’unu bağışlayan mühendis
bu çelişkiler içinde dengeyi tutturabilenlere gıpta ediyorum. hayalindeki işi yaparak para kazananlardan bahsetmiyorum. onlar unicornlar gibi, ejderhalar gibi mitolojik varlıklar. daha ziyade işini yeterince seven, konforu yeterince yaşayan, yeterince planlı hayatında yeterince sürprize yer bırakmış o şanslı azınlıktan bahsediyorum.
bunlar gibi bir denge tutturamayacağımı hissettiğimden direttim sanırım. o yüzden banliyölerde dana gibi bir ev almak yerine, merkezdeki grup evlerinde kiracıydım hep. o yüzden her sene derisini döken bir yılan misali biriken fazla esyalarımdan kurtulurken, ana kriterim “her şeyim bir araba bagajına sığabilmeli” idi. tüm mobilyalarım ya ödünçtü ya da sokaktan toplama. binlerce millik road tripleri, hala klimasını karate darbeleriyle çalıştırdığım ikinci el ford’umla yapıyordum.
bazıları fırtınalı açık denizlerde doğar ve karayı göremeden boğulur. bense, girdaplı da olsa genelde sakin bir nehirdeydim ve kıyıda bekleyenleri gayet net görebiliyordum: evlilik, 30 senelik bir mortgage, fayansını seçtiğim bir banyo, düzenli olarak büyüyen bir emeklilik fonu, makul bir bmw, aptal bir köpek, 16'lık şarap kadehi seti….ve ne zaman bunlara yaklaşsam, nehrin yatağı değişiyordu. ne zaman mayışıp amerikan rüyasına dalacak gibi olsam, içimde bir alarm ötüp beni uyandırıyordu.
***
zamanında amerikadaki bazı yerli kabilelerin (kızılderili), uyandıktan birkaç saniye içinde savaşa ve harekete hazır olabildiklerini okumuştum. kalan tek olası çapa çevremdi ve çevrem bu yerlilerle doluydu. her an kalkıp gidebilirmiş, her gittikleri yere uyum sağlayabilirmiş gibi duran insanlar.
bu yetmezmiş gibi, sosyal aktivitelerimden biri seyahat eden yabancıları ağırlamak olduğu için, etrafımda epeyce “köpekbalığı” da vardı: halihazırda hareket halinde olan ve nefes alabilmek için sürekli hareket etmek zorunda olanlar. böyle bir çevreden çapa değil, olsa olsa yelken olur.
(bazen düşünüyorum, tanıdıklarımın çoğu fiziksel bir noktayı kaplayan cisimler değil de facebook bulutlarında yaşayan ruhlar sanki. gerektiğinde denk gelebilmemiz için fiziksel bedenlerine bürünüyor, sonra kendi boyutlarına geri dönüyorlar. kimsenin kimseyi tam olarak “bırakıp gitmediği”, herkesin sonsuza kadar, profil fotosundaki kadar genç ve güzel kaldığı bir garip cennet.)
***
günün birinde, tatminsizlik iyice büyüdü, nehir yatağı iyice değişti, yelken iyice şişti ve daha önce de defalarca yaptığım gibi her şeyimi, yani hiçbir şeyimi toplayıp gittim. bu bir özgürleşme, bir aydınlanma değildi elbet. sadece bir hareketlenmeydi. başta da dedim, bu hikayenin mutlu veya mutsuz bir sonu yok, size gösterecek “doğru” bir yolu da.
görünürde beni kımıldatan rüzgarın ismi bir kadındı ama ben biliyordum, o olmasa başka bir şey olacaktı. yalandan demir atmış her gemi, illa ki bir limana ya da bir kayalığa sürüklenecek.
gitmeden önce bulutta yaşayanlardan bazıları yeryüzüne inip elimi sıktılar, tırnak içindeki bir “veda partisi” vesilesiyle. kitaplarımı dağıttım. kıyafetlerimi bağışladım. çadırımı, teleskopumu ilk isteyene yolladım. elimde bir tek arabam kalmıştı, hepi topu 500 dolar değer biçtikleri. satmaya kıyamadım, eski bir kızarkadaşıma bıraktım. daha bir hafta geçmeden bozulup yolda kalmış, astarı yüzünden pahalı. o son kalan gönülsüz çapayı da, bir hayır kurumu gelip hurda değeri için çekip götürmüş.
ve ben o sıralar, ironik olarak, yeni hayatımda daha da derin bir rahatlığa batıyordum: uluslararası danışmanlık.
kariyerinizi çöpe atma rehberi #2
danışmanlık hayatı, bullshit yığını ve dönüm noktası
önceki bölümü bıraktığımızda, yeni bir coğrafyanın yeni bir hayat getireceğini sanmış, ama bir danışman olarak eski hayatımın daha da “hormonlu” haline geri dönmüştüm.
uluslarası danışmanlık, uluslarası ajanlığa epey benziyor. ikisi de aynı miktarda pasaport, uçuş mili, vodka martini, lüks otel, yalan dolan ve -özellikle finansal çeyrek sonlarında- gerilim içerir. tek fark, danışmanlıkta %100 daha az seks ve %50 daha az cinayet var (geçen bölüm benimle el sıkışmayan o ıbm ceo’sunun “kaza” haberini okumuşsunuzdur).
aslında üniversitedeyken tam da istediğim gibi bir işti: ben dahil kimsenin anlamadığı ama benim dışımda kimsenin de “anlarmış gibi yapmaya” cesaret edemediği bir teknik tarafının olması, bana bir saygınlık kazandırıyordu. bir yandan da herkesin anlarmış gibi yaptığı ve bullshit ilimler* diye tabir edebileceğim satış, pazarlama, eğitim gibi kısımları vardı. paradoksal biçimde, bunlar bana daha da büyük bir saygınlık kazandırıyordu.
(*) tolstoyevskinin 3 bullshit yasası
1) bullshit, hidrojen ve helyumdan sonra evrendeki en yaygın elementtir ve entropi gibi, sürekli artar.
2) teknik işlerin %50'si, kalan işlerinse %90'ı bullshittir. (bunlar taban rakamlar; proje teslim tarihi yaklaştıkça telaş, pişmanlık ve ishal ile birlikte yükselirler).
3) bullshit, kazancın karesiyle ile doğru orantılıdır (dedikodu ise ters orantılı). yetişkin, c-seviye bir yönetici günde 300 emaillik bullshit üretebilirken, sekreterlerin işinde bullshite pek rastlanmaz, çünkü onlar hata yapınca kabak gibi belli olur.
kısacası işim, saygınlık kılığına girmiş bir yığın bullshit idi. asıl tehlike de bu saygınlıkta yatıyor zaten. insan sigaranın kendisine değil de, içindeki nikotine bağımlıdır ya…sigara içme fiili, alt tarafı mekanik bir alışkanlıktır. bence işin kendisi ve hatta kazanılan zenginliğin harcanması da mekanik alışkanlıklar. aynı arabalar, aynı restoranlar, aynı tatiller…asıl bağımlı olduğumuz “madde” ise statü. kazancımızdan yüksek kredi kartı limitleri istememiz gibi, hepimiz haketmediğimiz bir saygınlığın peşindeyiz.
makam denen o iğrenç kelime (daha doğrusu türkiye’de yaşamanın iğrençleştirdiği o kelime), bu delüzyonun en somut hali. statünün, yetenekle beraber arttığı sistemlere meritokrasi deniyorsa, yalakalık ve sadakatla arttığı sistemlere de “makamokrasi” denmeli.
büyük odalarda, büyük masaların ardında oturan küçük adamlara yıllarca “evet sayın genel müdürüm” demek zorunda kalmışsan, elbet günün birinde sırf bu istikrarın yüzünden artık o koltukta oturmayı hakettiğine inanırsın.
(görünürde benzer olan askeriyede, makam elde etmek için makam sahibini yüceltmek yerine, doğrudan makamın kendisini yüceltiyorsun. ve disiplin yoluyla, bunu sadece tependeki makamlar için değil, kendi makamın dahil hepsi için yapıyorsun. bu ufak farklar, kurumsal kültürü kökten değiştiriyor)
bülbülü altın kafese koymuşlar, “bunun platinyumu yok muydu?” demiş
çürük kurumlarda “makam” peşinde koşanları aşağılamak kolay ama statü bağımlılığı daha sinsi yollarla da bulaşıyor: örneğin şirket bir süre sonra bana “danışman” yerine “senior professional zart zurt manager” demeye başlamıştı. “first of his name, king of andals, rum kayzeri, iki cihanın hükümd..” (kartvizitim a4 boyunda). iş aynı, insanlar aynı, maaş aynı ama bir excel tablosunda ismimden önceki hücre farklı diye, göğsüm biraz daha kabarıyor, isteklerim biraz daha emrivaki oluyor.
ünvanımı güncelleyen sadece şirket değil. thy’ye göre artık elite plustım. nasıl bir kandırmaca ki “elit” bile avam kalacak yanımda. ama alışıyor insan zamanla. havaalanı lounge’unda tıkınan diğer yüzlerce elit, elit+, elit kare, elitoğluelit beyefendiye ve hanımefendiye aldırmadan, ayrıcalığıma inanıyorum.
uçaktan indiğimde toplu taşımayla uğraşamam, toplum binsin toplu taşımaya. beni ismimle karşılayan komik şapkalı adamlar götürecekler otelime. resepsiyonda, bir sihirbaz gibi cüzdanımdan başka bir kart daha çıkaracağım, üzerinde “elmas üye” yazan. bana daha büyük bir oda, daha da ısıtılmış havlular, daha da buzlanmış bademler verecekler ama bunlar önemli değil. kıç kadar resepsiyonda ayrı bir kulvar var, oradaki halıda “sadece elmaslar için” yazıyor, o halıda durup kaliteli statik elektrikle yüklensem yeter.
ertesi gün iş yemeği için şehrin en iyi ikinci, bilemedin üçüncü lokantasına gideceğiz (birincisine ıbm’in yeni ceo’su gittiğinden beni almıyorlar, onun da sonu hayırlı olmayacak). girişteki bakışların tek soracağı soru “senin burayı kaldıracak bir cüzdanın var mı?”. kimse de demeyecek ki “senin burayı kaldıracak bir yemek kültürün var mı?”. hadi başkasının soramamasını anlarım, asıl ben bunu kendime sormayı ne zaman bıraktım? yoksa utanmadan bir de cevap mı verdim?
(platon’un akademisi bu devirde kurulsa, muhtemelen girişinde “geometri bilmeyen giremez…gümüş öğrenciler hariç” yazardı)
hesabı şirkete yazarız bir ara ama şimdi platinyum kartımla ödeyeyim ki puan kazanayım. pardon, “platinium”. zaten en küçük kahvenin “tall”, en dandik odanın “premium” olduğu bu hayata, herkes kafadan “gold” kartla başlıyor (“silver is sooo 5th century bc”). yeterince puan kazanırsam bir üst karta geçerek araya mesafe koymuş olurum. platinium’dan sonra ne geliyordu acaba, titanium? kesin birileri düşünmüştür. o birilerine güveniyorum, bana hep hakettiğimi veriyorlar ve ben hep daha fazlasını hakediyorum.
memento mori
antik roma’nın muzaffer komutanları, yeterince şanslılarsa, şehre döndüklerinde
triumphdenen bir törenle ödüllendirilirlerdi. silahlarını bırakmış ama ganimetleri dahil tam takım olan ordularının başında, bir savaş arabası üstünde, coşkulu kalabalıkları selamlarlardı. bu esnada gaza gelip kendilerini herkül veya mars sanmasınlar diye, senato’yu küçük görmesinler diye, arabadaki bir köle kulaklarına sürekli “unutma, sen sadece bir ölümlüsün” diye fısıldarmış. “ölümü hatırla”. osmanlıcası: “
mağrur olma padişahım, senden büyük allah var”.
halbuki bize “sen elit, platinyum, elmas filan değilsin, 7 milyar kişiden birisin ve sahip olduklarının pek azını gerçekten hakettin” diyecek kimse yok. duyduğumuz tek ses, televizyondan geliyor: “harcadıkça kazanın”, “yedikçe zayıflayın”, “yaşlandıkça gençleşin”.
(“war is peace (savaş barıştır), freedom is slavery (özgürlük köleliktir), ignorance is strength (cehalet güçtür)” diyen çiftdüşün sloganlarının amacı doğrudan kontroldü. bizim çiftdüşünlerimiz ise seçim kılığındaki bağımlılıklar üzerinden kontrol kurmaya yönelik. orwell’i çoktan aştık).
benzer tuzaklara ne kadar düştüm, bugün bile emin değilim. aslında “düşmekten” bahsetmek komik, zaten bu tuzakların içine doğduk ve orada yaşıyoruz. yapı itibariyle gösteriş meraklısı olmasanız bile böyle bir akıntıya karşı yüzülmez.
(flashback: çocukken marka “bluejean” ve basketbol ayakkabısı furyası vardı. öyle alakasızdım ki, ailemin endişelenip bir şeyler almam için bana verdiği harçlığı, gidip yetim vakfına bağışl…yok yahu, o kadar da değil. ama o harçlığı önce reddetmiş, sonra onunla kıyafet yerine paten almıştım. evet, bir ara erkeklerin pembe tekerlekli patenlerle dolandığı ve tüm gün boyunca bir tane bile gay şakası duymadığı bir dünya vardı)
farkındalık, tek başına insanı kurtarmadığı gibi, bazen ahmaklıktan bile tehlikeli, insanda bunlara bağışıklıymış sanrısı yarattığından. evet, elit veya değerli bir maden olduğuma birkaç dakikadan fazla inanacak kadar, iş yemeğinde masayı donattım diye babam yaşındaki garsona hizmetçi muamelesi yapacak kadar ahmak değildim. ama “kendini vazgeçilmez sanma”ya bağışıklı olacak kadar akıllı da değildim…
egoma oynayan kazanır
her şirket gibi, bizim de büyüme planlarımız, imkanlarımızın ötesindeydi. herkes 40 değil 80 saat çalışır ve hata yapmazsa anca varılacak hedefleri, zoru başarırız, imkansızsa zaman alır gibi aptal sloganlarla yiyecek değildim. ama egomun başka planları vardı. olmayanı oldurmak için normalde yapmayacağım birçok işle uğraştıkça, kendimi o ufak evrenin merkezinde görmeye başladım. sanki her toplantının olmazsa olmazıydım. satış, bayi eğitimi, genel vizyon, teknik detay, tasarım…yahu bir danışman, “code review” toplantısına niye girer?
kimsenin getiremeyeceği bir perspektif getirdiğimi düşünüyordum herhalde. mesela önemli bir müşteri üründen şikayetçi mi? herkesin standart bullshit’inden sonra mikrofonu alıp, “geçenlerde ar-ge bana bunun 6 ay sonra alacağı hali gösterdi, mik-kemmel bir teknoloji. hatta dün pazarlamanın rakip analiz raporu elime ulaştı, uzun vadede açık ara öndeyiz” gibi detaylar vererek günü kurtarmanın, yılın liberosu seçilmenin hafifliği dayanılmazdı.
egonuzu ezmeye çalışan ilkel sistemler size “cumartesi çalışmazsam işten atılırım” dedirtir. egonuza oynayan akıllı sistemler ise “cumartesi çalışmazsam arkadaşlarım işten atılır, şirket de batar, her şey bana bağlı” dedirtir. böylece her seferinde tekrar ikna edilme veya korkutulma gereği olmadan, gönüllü olarak çalışırsınız. “kendini vazgeçilmez hissetmek”, statü merakına kıyasla, daha rafine bir bağımlılık. ama yine de bir bağımlılık. büyük sistemlerde ufak çarklar olmamızı, kendimize böyle yediriyoruz.
işin acı tarafı, bunu yaptıkça, ister istemez organizasyon bize daha bağımlı hale geliyor, kırılmaz bir döngü oluşuyor. ancak bu ilişkiden zorla koparsak (ciddi bir hastalık yüzünden mesela) gerçek etkimizi görüyoruz: koca bir göle atılmış ufak bir taş. ilk dalgalanmadan sonra herşey eskisinin aynısı. şanslıysanız, belki sonunda gölün derinliği bir milim oynamış, şirketin hisse değeri bir sent değişmiş olur. (ufak organizasyonlarda durum farklı tabii ama su dolu bir küvete atlayan bir sumo güreşçisini pek hayal etmek istemedim).
***
egoyla dolaylı yoldan alakalı ama daha da tehlikeli bir başka tuzak var…(hemen yumurtlamayayım, biraz gerilim müziği verin)… seçim bolluğunun, psikolojimize olan negatif etkisi epeydir bilinen bir gerçek. mesela süpermarketlerde -ürüne bağlı olarak- 6 ila 10 arasından fazla çeşit olursa müşterileri sıkıntı basıyor ve daha az şey alıyorlar. yani “10 çeşit tuvalet kağıdı varsa, bunun üstüne eklenen markalar satışı arttırmıyor” demiyorum, “o rafta 10'dan fazla markayı görünce eve elimiz boş, kıçımız boklu gidiyoruz” diyorum. çünkü daha iyisini kaçırdığımız hissi dayanılmaz hale geliyor.
(tuvalet kağıdı için geçerli olan mekanizma, eş seçiminde de geçerli. hayatımın en mutsuz günlerini, playboy mansionda yaşarken geçirmiştim)
bizim şanssızlığımız, eskiye nazaran belki ortalama %10 daha fazla reel imkana sahipken, 10 kat daha fazla alternatif hayatın farkında olmak. her yanlış kararın veya korkaklığın sonucu kaçan fırsatların gölgesinde, yaşayamacağımız tüm olasılıklarınn ağırlığı altında eziliyoruz. bu da bizi konumuza getiriyor:
çocuk yapmak, öncelikleri değiştirdiğinden, insanı bu seçim eziyetinden kurtarıyor.
çocuğun kendisinde sorun yok. zaten çocuk sanıldığı kadar kısıtlayıcı olsaydı, ailecek dünya’yı gezen veya çok değişik işler yapan bu kadar insan tanımazdım. fakat çocuğu bahane ederek, kötü seçimlerde ısrar etmekte sorun var. etrafımda işinden memnun olmayanların bir numaralı açıklaması “napalım, çocuk için katlanıyoruz”.
bu insanların pek azı, piramidin altında olup, gerçekten de seçimsizlikten sevmediklere işlere, eşlere, şehirlere, çocukları için katlanmak zorundalar. bir noktada zorunluluktan yaptıkları fedakarlıkları, ego tatmini için yapılan mazoşizme evrilmiş: “ben herşeyin en iyisini hakediyorsam, çocuğum iki kat iyisini hakediyor”. özel okul, özel hoca, özel hastane…
o engelleri yıllar sonra aşsan, bu sefer de sırf alışkanlıktan tekrarlıyorlar. 30 milyon dolar ciro yapan patronlar tanıyorum, hayatlarından bezmişler ama o yoldan dönmekte geç kaldıklarını düşündükleri için, aynı bahanede ısrar ediyorlar: “çocuklar için katlanıyoruz işte”
john adamsın meşhur bir lafı vardır: “ben savaş ve siyasetle uğraşmalıyım ki çocuklarım matematikle, felsefeyle, denizcilikle, tarımla uğraşabilsinler. bunlarla ugraşsınlar ki onların da çocukları resimle, şiirle, müzikle, mimariyle uğraşabilsin”
buırada nesiller arası bir ilerleme umudu bulunuyor. sadece materyal olarak değil, zihinsel olarak. yoksa “ben çocuklarım için savaş ve siyasetle uğraşıyorum, inşallah çocuklarım da savaş ve siyasetle uğraşırlar, bu böyle 7 göbek aynen devam eder, taa ki 8. john adams denen şımarık zibidi tüm birikimimizi kumarda kaybedene kadar” da diyebilirdi.
bir ebeveyn için ne kadar üzücü olmalı, zamanı gelince aynı soru ve seçimlerle yüzleşen çocuklarının, “ne yapıyorsak çocuklar için”den başka verecek cevapları olmaması.
dönüm noktası
bu tuzaklar, rahatlıklar ve çelişkiler arasında, yoldan tam olarak ne zaman çıktım bilmiyorum. öyle belli bir tarih ve saat olduğunu da sanmıyorum. ama herkes gibi, kendime anlatabileceğim derli toplu bir hikayem olması için, tarihsel revizyonizm yapıp, bir iki dönüm noktası seçtim.
bunlardan ilki, iyi performans gösterenlerin ödül olarak gönderildiği bir şirket tatiliydi. bu yüzde 10'luk seçkin grup içinde olmamam gerekiyordu ama bir dizi bürokratik saçmalık ve karar gecesi bölge şefiyle içtiğim bir dizi martini sonrası seçilmiştim. durum o kadar ironik ki, o gece bölge şefiyle otelin barında karşılaşmamın tek nedeni, gün boyunca müşterilerle ilgilenmek yerine dışarı çıkıp arkadaşlarla buluşmam, kafayı 1500'e çıkarmam, sonra odama dönmeden önce soğuk suyla kendime gelebilmek için bara yönelmemdi. kısacası büyük sorumsuzluk + kaliteli ot + iyi zamanlama + “o son martiniyi içmeyecektik” x 3 = bonus tatil. (tabii epey çalışmıştım da sene boyunca ama orasını boşver, güzel bir hikaye gerçek bir hikayeden daha değerlidir).
gözünüzde, 5 yıldızlı devasa bir çiftltiğe yerleştirilmiş bir sürü type a kişilikli adam ve onları destekleyen hırslı kadın canlandırın. herkes birbirine savaş anısı anlatır gibi, satış anılarından bahsediyor.
type b adam: “bro, çeyrek kapanmadan iki saat önce iki milyon dolarlık servis sattım”
type a adam: “o da bir şey mi, ben iki milyon dolarlık striptiz hesabı kakalamıştım onlara, hahaha”
type a karısı: “helal olsun arslanıma…bana da helal olsun ama”
bahsettiğim bürokratik saçmalıkların bir yan etkisi olarak, satış kotamı %500 ile aşmış görünüyorum listelerde fakat kimse beni tanımıyor (tüm arkadaşlarım type c, d, mümkünse z kişilikler, oraya gelmeye hak kazansalar bile uçağı kaçırırlar). ben de zamanımı bu testosteron orjisi dışında, bir balıkçı kasabasında ispanyolca pratiğiyle geçirdiğimden, efsanem giderek büyüyor.
“buenos noches efendiler, yo soy pablo escobar, dinero por favor. ahora ulen!”
sonunda bizzat ceo ve dadaşları meraktan gelip beni buluyorlar, biraz iş biraz geyik konuşarak havuza giriyoruz. iyi ve rahat insanlar, bir sıkıntı olmaması lazım ama beş dakika geçmeden, deja vu kadar kaçınılmaz bir yabancılaşma hissi yaşıyorum: ellerinde kokteyllerle suyun içinde dolanan ve çürümeye başlamış bu vücutlara, güneş altında fazla içmekten şişmiş bu suratlara, sanki çok uzaklardan elf gözlerimle bakıyorum. milyar dolarlık şirketin muhtemelen %20–30'unun hissedarları o an bu havuzun içindeler. işimin zor tarafları aklıma geliyor, sabahlara kadar teklif hazırlamalar mesela. ve her kapı, “ne yapıyorsak çocuğumuz için”e değil, “işte bu adamlar zengin olsunlar ve daha fazla kokteyl içsinler diye çalışıyoruz”a çıkıyor. bir kokteyl daha alıp, bunları unutmaya çalışıyorum.
***
ikinci dönüm noktası ortadoğu’daydı. her zamanki gibi, gece ucuşuyla saat 3–4 gibi gelmişim, belki bir saat uyuduktan sonra, toplantı öncesi kahvaltıya inmişim. körfez’deki çoğu şey gibi, otelin açık büfesi de aşırı lüks. uykusuzluktan ölüyorum ama içimdeki domuz tabakları tepeleme doldurmuş, “işte bunun için çalışıyorsun, şimdi uyumak yerine bunların zevkini çıkar” diyor. önümde laptop açık. tek başımayken, bir yandan email cevaplamadan yemek yemeyi çoktan unutmuştum. aslında bir yandan email cevaplamadığım her normal aktivite bir zaman kaybıydı artık.
(sevişirken kızarkadaşımdan “geliyor musun” diye email alsam yadırgamayacaktım. reply all: “az kaldı, dayanın da hep birlikte gelelim”)
bir süre sonra kafamı kaldırıyorum ve korkunç bir şey görüyorum: tüm kahvaltı salonu, benim klonlarımla dolu. veya ben onların klonuyum. her masada aynı ceket içinde, aynı uykusuz bakışlar var. mavi ekranlara bakarak, zevkini çıkaramadıkları bu kahvaltıdan sonra gidecekleri toplantılara hazırlanıyor. ortada bir tek aile, bir tek turist, bir tek çocuk, yaşlı, işsiz güçsüz insan yok.
başkasında kendini görmek, aynada kendimle yüzleşmekten çok daha kolay. ne kadar sağlıksızmışım meğer. çökmüş suratlarıma bakıyorum her bir masadaki. “çaresiz kalsam, bu hayata katlanmaya devam eder miyim” diye soruyorum kendime. lükse katlanmak! cevabım elbette evet, çok daha kötüsünü gördüm, ama çaresiz değilim, bu açık büfeler ve gümüş çatallar olmadan da yaşayabilirim, sadece bir daha böyle bir kahvaltı etmek istemiyorum.
kendimi akıllı sanarak elde ettiğim ufak avantajlar karşılığında “sattığım” asıl kaynakları düşündüm: sağlığım, zamanım ve enerjim. bunlar yenilenebilir kaynaklar değiller. kalan kısımlarını en iyi şekilde kullanmak için bir plan yapmam gerek. ya çalışmak zorunda olmasaydım; fark yaratacak kadar değil de özgür olacak kadar zengin olsaydım? bir başka deyişle:
“bugün 10 milyon dolarım olsaydı ne yaparım?”
kariyerinizi çöpe atma rehberi #3
para para para
önceki bölümde…
kate adanın yakışıklı çocuğu sawyer’a göz kırpmış, walter white jr yine kahvaltı etmişti. biz ise piramidi tırmandıkça değişik tuzaklarla karşılaşıyorduk: güvence arayışı ve açgözlülük. rahata batmak ve aşırı tüketim. statü bağımlılığı ve egonun kendini vazgeçilmez görmesi. en sonunda da, çocuklarımızı bahane edip tüm sorularda o şıkkı işaretleyerek, hayatımızı gerçekten sorgulamayı bırakmak.
(somuttan soyuta giden bu zincirin herhangi bir halkasında duyulan tatminsizliğin nüanslarını, 3 nobel almama yetecek kadar analojiyle anlatmaya çalıştım, şimdi de açıkça tekrarlayayım:
herkes için doğru olan tek bir “aydınlanma yolu” yok. örneğin, türkiye’de yaşayan çoğunluk için hayat, %90'ı maddi olan bir mücadele olarak başlayıp öyle bitecek. bu düzen içinde bir anlam bulmak zorunda insanlar. onlara “niye bu kadar materyalistsin?”, “niye statüye önem veriyorsun?”, “niye çocuğunun illa özel okulda okuması lazım?” demenin alemi yok. kişisel gelişim endüstrisinin çoğundan, bu hayal tacirliği nedeniyle nefret ediyorum.
ama daha önemlisi, o değişik yolların ulaştığı belli bir “aydınlanma” da yok. yani hayatı %10 maddi mücadele, %90 felsefi sorgulama olanların da varması gereken bir zirve yok. varsa da ben bilmiyorum; bu dizinin “tüm bu yollardan geçtim, doğruyu buldum ve şimdi size facebook profilinize koyabileceğiniz bir formatta sunacağım” şeklinde bitmeyeceğini söylemiştim. nasıl biteceğini de hala bilmiyorum, senaristler alacaklarını bahane edip kaçtılar. işte materyalizm, işte açgözlülük.)
fiyat etiketleri olmadığında insan ne alır?
zorunda kalmadığım sürece, yenilenemeyen kaynaklarım olan sağlığımı, zamanımı ve enerjimi, eskisi kadar “ucuza” satmayacaktım. onları neye harcamam gerektiğini anlamak için basit bir soru sormuştum:
“10 milyon dolarım olsaydı ne yapardım?”
şartları zor olanlar için sorunun kendisi, hayatı daha tanımamış gençler içinse cevaplar anlamsız. fakat kalanlar için pratik değeri olan bir soru. böyle bir paraya geleceğimizden değil, önceliklerimizi anlamak için.
“yarısıyla gayrımenkul alır, kalanının 3/5'iyle fındık işine girerdim” gibi yatırım cevapları da bu yüzden asıl soruyu cevaplamıyorlar. “fındık işinden de 100 milyon dolar kazandın, ne yaparsın?” sorusuna erteleme yapıyorlar sadece. “annemi tatile çıkarırdım” gibi şirinliklerden de bahsetmiyorum. ne yani, hayatının kalanını günde 8–10 saat boyunca anneni tatile çıkararak mı geçireceksin? bunlar bir anda kucağına 10 milyon konan birinden toplumun yapmasını beklediği şeyler. ben, kendimle başbaşayken ne yapacağımı merak ediyordum.
bir süre düşündüm ve sonra kendimle başbaşa olmayı sıkıcı bulup, sophie marceauyu davet etmek için 9 milyon dolarlık bir bütçe ayırdım (bunun yarısı, kızarkadaşıma gidecek bonservis bedeli). şu kadın konusunu sonsuza kadar ve hesaplı biçimde halletmenin yolu, zirvede bırakıp gitmeyi bilmekten geçiyor olmalı.
***
geriye kaldı 1 milyon dolar. dünya’yı değiştiremeyecek ama kendinizi özgürleştirecek kadar bir zenginlik. bununla 24 saatimi nasıl dolduracağımı düşünürken, aklıma gelenler gayet rutin şeylerdi: resmen belgesel izlemek ve podcast dinlemek ilk sırada, bu kadar klişe olunur. fazla fularlarımdan kurtulmak için biraz daha çabaladım: spor yapmak, iyi yemek yapmasını öğrenmek, doğada vakit geçirmek, şu fransızca eziyetini bir zevke dönüştürmek, eskiden okuduğum kadar kitap okumak, hiç yazmadığım kadar yazmak. gönüllülük yapmak, seyahat etmek…gönüllülük yaparak ve yazarak sehayat etmek? dahiyane fikirlerin ardı arkası kesilmiyordu.
(bir amaç bulma konusuna daha sonraki bir bölümde değineceğim. spoiler alert: spor yapmak değil. yani yazmak da ne yazmak ve niye yazmak, gezmek de nereleri ne için gezmek.. bunlar önemli sorular ama şimdilik sadece işten boşalan o saatleri, yani 24 saatin en az 10'unu, doldurabilir miyim onu merak ediyordum)
listesini yaptığım şeylerde sabit bir tema vardı: ağır yaşamak. “şu yürüyüşü yapana kadar kaç tane email cevaplar, yeni telefon bakar, düğün davetiyesi hazırlar, çocuk yuvası araştırır, tatil rezervasyonu yapar” gibi şeyler düşünmeden ağır ağır yürüyebilmek, ağır okuyup, ağır gezebilmek. en büyük lüks, acele etmemek olsa gerek.
(bilimkurgunun güzel bir yanı var, dandik hikayelerde bile bir iki güzel fikir oluyor. epey dandik bir film olan out of timeın bence en iyi sahnesi, zenginlerin şehrine gelen kahramanımızın, herkesin ne kadar ağır yemek yediğine şaşırmasıydı)
özgürlük muhasebesi
listeme bakınca basit bir şey farkettim. konumuz için bir belgesel niteliğinde olan muhteşem office space filminden gelsin: “bunları yapmak için 1 milyon dolara ihtiyacın yok ki”.
peki tam olarak ne kadara ihtiyacım var? şu para konusuna bir el atalım, zira en müthiş felsefeler ve en baba sözler dahi, basit matematiği eğip bükemez. zaten bir mühendis olarak illa rakam görmem, bütçe yapmam lazım.
o son otel kahvaltısı üzerinden en fazla birkaç şehir ve birkaç başka otel geçmişti ki, bir müşteri toplantısında konuşulanları dinlermiş gibi yaparken hesaba dalmıştım:
*abd’nin pahalı bir şehrinde ne kadar harcıyordum? 1000 dolar kira, ayda toplam 2000–2500. ama standardımı düşürebilirdim.
*istanbulda yaşasam ne kadar harcarım? 1000 lira kira, ayda toplam 2000–2500 tl? ne bileyim, konforuna bağlı.
*peki seyahat edersem? hiçbir fikrim yok, 250 euro da olabilir 2500 euro da. tamamen rahatlığa bağlı.
*mars? oksijen yüzdesine, nefes alma rahatlığına bağlı.
anlaşıldı, ilk yapılacak iş, bir minimum hayat standardı belirlem….
-”immanuel bey, siz ne düşünüyorsunuz bu proje takvimi hakkında?”
bu bey lafına hala alışamadım. sanırım kadın olduğum için. şaka şaka, şimdi yavaşça o mesaj butonunu yere bırak. sorun şu ki, türkiye’de “bilmemne bey”den “enseye parmak, göte şaplak” moduna geçiş, eğer izin verirsen, en fazla 3 gün alıyor, o yüzden amerikalılık yapıp “senli benli konuşalım” diyemiyorsun, cıvıyan cıvıyor, kalan da alınıyor.
”immanuel bey?”
-”benim üstünde düşündüğüm en son takvim, pirelli takvimiydi. çok güzel şeyler düşündüm onun hakkında”.
-”efendim, anlamadım”
-”diyorum ki deveyi pireyi yakmak için, yorganı ayağımıza göre uzatmak…şey..benim midem bozuk da biraz, bir tuvalete gideyim.
bozuk değil ama olabilirdi de, her gün 50 bardak çay dayıyorsunuz misafirperverlik adı altında. “teaboarding” diye bir işkence çeşidi olmalı.
neyse, tuvalette hesaplara devam. minimum konfor seviyemi anlamak için tüm fazlalıklardan kurtulmam lazım. şanslıyım: borç yok, hastalık yok, ailenin bir ihtiyacı yok. çoğu insan daha bu noktada batıyor, hayata negatiften başladıkları için. ev yok, araba yok, mobilya yok. e zaten epey hafifmişim. mücevher yok, kıyafet yok… ulan hiçbir şeyim yokmuş benim, çıplak mıyım yoksa? o yüzden mi toplantıda sürekli büyümeden konuşuyoruz?
ana giderlerim kira, yiyecek ve sigorta olacak. son ikisi fazla değişmiyor ama ilkini azaltmak için ucuz bir şehre taşınmalı. bu şehirden beklentilerim ne? sophie marceau gibi kadınlar. hayır, unut onu artık, seninle sadece paran için birlikte oldu, üstelik o da hayalindeydi. bana gereken şeyler ınternet, sıcak su, toplu taşıma, zengin kültürel miras, doğaya yakınlık. arada sırada halka açık festivaller, galeriler, müzeler. mümkünse dini sektler arası savaş olmasın. evet paket olacak.
bu kriterlere uyan yerlerde, sıfır lüks içeren ama rahat bir hayatın etiketini aylık 500–1000 dolar olarak tahmin ettim. tabii geleceği de düşünmek lazım, zira yaşlandıkça konfor isteği artıyor. her sene giderleri %10 arttırdım bunun için. belki bir çocuk? “benim çocuğum en iyisine layık” kafasında olursam, giderlerim %5000000 artacak, aksi halde %50. excel tablom şimdi birşeylere benzemeye başladı. şu köşeye mutlu bir pivot table koyalım, şu kolonun da net present value’sunu aldık mıı….
-”immanuel bey, daha uzun sürecekse toplantıyı yeniden set edeyim”
-(hay settir git ulan) “ya kusura bakmayın, bitti işim, şimdi geliyorum”.
acele sifon. bu sifona yalan rüzgarı diyorum. her türlü yalan dolan iş için girilen tuvalette, şüphe çekmemek için basılır. hele endüstriyel güçteyse, o su akıntısının yarattığı hafif bir rüzgar olur, nereleri serinlettiğini tahmin edebilirsiniz.
zenginlik ve birikim
giderleri anladık, peki gelir tablosu nasıl olacak? daha boş tabii ki. ben minimalist diyorum, o zaman sanki kendi seçimimmiş gibi duruyor.
birikim kesin gerekli. bu olmadan, değil kariyerinizi tümden bırakmayı, bir iş değiştirmeyi düşünmek bile stresli. insan anında evrim çizelgesinde 2 milyon yıl geriye, maslow piramidinde en alt kata dönüp, “yarın karnım doyacak mı?” moduna giriyor. hadi o olmasın, “ailem halime üzülüp verem olacak mı?”.
bu seviyedeki sorunlar, hayata bakışınızla ilgili değil, objektif gerçeklikle ilgili sorunlar. çözüm de kişisel gelişim kitaplarda değil, banka hesaplarında saklı. evet bu romantik bir görüş değil ama hint fakiri gibi yaşamayı göze alamayacaksanız, özgürleşeceğim diye daha da büyük bir esarete, baz endişelerin esaretine girmiş olursunuz.
18 yaşındayken bu tip değişimlerin riski az elbette. hem sefalet çekebilirsin, hem gelecek kaygın yok. bir başka deyişle, cesaretinin ve cehaletinin çarpımı, varacağı en yüksek noktada. batsan da maliyeti az. öte yandan kariyerinin ortasındaki bir insanın böyle bir rahatlığı yok: 20'sinde sefil olana toplum “maceracı” der, 30'unda 40'ında sefil olandan ise uzaklaşır.
***
ben birikimimi sihirli bir yoldan elde etmedim. iyi maaşlı işlerde yıllarca çalıştım ve aptal gibi para harcamadım, o kadar. bu “maaş biriktirme” ve “aptal gibi harcama” kısımları önemli:
ilkin, birikim dediğim şey zenginlik değil, zira zenginlikle ilgili basit bir kural vardır: maaşla zengin olunmaz. avukatlar maaşla değil ortaklıkla zengin olurlar, doktorlar özel muayeneleriyle, yöneticiler hissedarlıkla, mühendisler start-uplarla, sanatçılar prodüksiyonla, öğretmenler dersanelerle, politikacılar rüşvetle ve kalan herkes de gayrımenkul spekülasyonuyla.
eskiden, abd’de orta direk bir erkek, 4 kişilik ailesini geçindirir ve çocuklarını okuturken, bir yandan da ev sahibi olabiliyordu. veya türkiye’de emekli ikramiyesi ile mütevazi bir daire alınabiliyordu. aradan geçen zamanda, paradoksal biçimde, çoğunluğun yaşam standardı yükseldi ama orta direk için bu tip bir finansal özgürleşme zorlaştı. ücret karşılığı emeğini satan biri, ancak yakasının rengini değiştirebilir.
(bunun bir istisnası, entelcede arbitraj denen şey. yani dubai’de çalışıp biriktirdiğin parayla pakistan’da zengin olabilirsin. orada anneni tatile çıkaramasan bile evinin önündeki mayınları temizletebilirsin mesela doğumgünü hediyesi olarak.)
***
ikincisi, artan maaşın çoğu, genelde işin kendisiyle birlikte değişen hayat stilini finanse etmeye gider. bunu sadece, bir terfi sonucu taşınılan büyük şehirde artan kira gideri yüzeyselliğinde düşünmeyin. “hayat stili finansmanı” ile kastettiğim asıl şey, kaliteli boş zamanın çok ender oluşu. ellerimin ve kafamın işle meşgul olmadığı ve bana bir şeyler katacak aktivitelere ayrılan zamandan bahsediyorum. bu ender olduğundan ve paranın aksine, yenisi yaratılacak bir kaynak olmadığından, temel arz-talep mekaniği işliyor. yani insan doğal olarak bu zamandan maksimum fayda sağlamaya bakıyor ve bunu da bildiği tek yolla, o zaman dilimlerine büyük paralar gömerek yapıyor.
haftada ancak iki saat mi zevkine araba kullanabiliyorum? o zaman en güzelinden bir audi çekeyim altıma da değsin. arkadaşlarla yemeğe mi çıkacağız? o zaman en baba yerde yiyelim. kültürümüz kaldırmayabilir ama cüzdanımız kaldırıyor.
çevrendeki herkes aptal gibi para harcayınca, sen de bundan etkileniyorsun. onlar iyi bir restorana giderken, sen evde oturup, masada adına konulan sandalyedeki tablete skyple’la bağlanacak değilsin. sana iyi bir doğumgünü hediyesi alanların doğumgünü gelince “ben bu işleri fazla materyalist buluyorum” diyecek değilsin.
bir süre sonra, bu kollektif aşırılık, başlarda bahsettiğim “hakedilmiş lüks ve statü sanrısı” ile elele veriyor: “pahalı şarap seçemeyeceksem ne diye o kadar çalışıyorum. madem o kadar çalışıyorum ve haftada bir gece eşimle dışarı çıkabilmişim, o zaman en iyi şaraba layık değil miyim?”.
o şaraptan zevk almanı sağlayacak kültürü yeşertmek için gereken zamanı ve enerjiyi satın alamazsın, onun bir kısayolu yok. kültür ve zevk, zaman ile edinilir, para ile sadece tüketilirler. çok zamanda kazanılan parayı, az zamanda harcayarak hayatı “hacklemek” ve kaliteli yaşamak mümkün değil.
piyasayı yenemezsiniz
yavaş yavaş edindiğim bu birikimi iyi değerlendirmem gerekiyordu. finansal yatırımın mantrası diversificationdır, yani tüm yumurtaları aynı sepete koymamak. benim yumurtalar da değişik fonlarda, görünürde farklı sepetlerdeydiler. ama bir gece ansızın, tüm o sepetlerin üstünde durduğu masa çöktü.
modern insan altın, gümüş değil rakam biriktiriyor. çalışma hayatımdan arda kalanlar, bilgisayardan gerçek zamanlı izlediğim bu sanal rakamlardı. ve hepsi saatbaşı eriyordu. kimsenin önceden tahmin edemediği ama olduktan sonra herkesin uzman kesildiği (hindsight 20/20) piyasa krizlerinden biri daha.
kariyerimi bırakma planlarım somutlaştığından beri, birikimimi dolar cinsinden değil, özgürlük cinsinden hesaplamayı alışkanlık haline getirmiştim. ne kadar param vardı? kusursuz omlet yapmasını öğrenene kadar mı, fransızca’yı sökene kadar mı, bir türlü bitiremediğim kitabımı yazana kadar mı? gözümün önünde azalan şeyler boş rakamlar değil, rahat ve üretken biçimde geçireceğim bu günlerdi. bilmemne fonu %10 düşmüş, 6 ay daha gitti.
bu saçma sanal strese yenilip, panikleyerek kalan varlığımı düşen fiyattan satmamamın ana nedeni, müthiş ekonomi bilgim filan değil, elde kalan son single malt viskimle gelen “hayırlısı” hissidir. huzur viskide. satmadım fonlarımı, birkaç haftaya da herşey eski haline döndü. o arada voliyi vuran vurdu, olan da viski sevmeyen veya piyasayı yenebileceğini sanan* ufak yatırımcılara oldu.
(*): “beating the markets”, “staying ahead of the curve” gibi kavramlar birer seraptır. wall street’te doğup büyümüş kodamanların milyarlar kaybettiği bir dünyada, senin benim gibilerin piyasa ortalamasını yenmeye çalışmaları aptalca.
bu çalkalanma, temel ekonomik gerçekleri değiştirmedi ama bana, ananemin bile bildiği bir şeyi öğretti: elinle dokunabileceğin bir şeyin olsun. uzun vadede daha fazla getirisi olduğu için değil, kısa vadedeki bu spekülatif strese değmeyeceğinden. en azından benim bünyem kaldırmıyor, single malt viski de yeni hayatımda olmayacak lükslerden.
arbitraj denen adaletsizlik sağolsun, gidip ucuz ve yaşayabileceğim bir şehirden bir daire aldım. kirası, öngördüğüm giderlerin yarısını karşılıyordu. kalan fonların çoğunu nakte çevirip bankaya koydum. 0.0001% faizi var ama sigortalı. tüm sistem çökmediği sürece kafam rahat. tüm sistem çökse de kafam rahat, zira öyle bir mad max dünyasında zaten yaşamak istemem.
artık, hiç baskı yapmasa da, annem dışında kimse almasa da, bir değil, belki iki üç kitap yazacak kadar zengindim. tabii kıdem tazminatını alabilirsem...
doğru yer, yanlış zaman
tüm bu hesapları, tazminat varsayımıyla yapıyordum. sürekli ülke ve departman değiştirdiğimden, tam olarak hangi kanunlara göre ne kadar tazminat alacağım tam bir bilmeceydi. en iyisi bir excel tabı daha açay…
-”immanuel bey, 3 haftadır o tuvalettesiniz, şirketi sattık bitti gitti herşey, çıkın artık”
-”tamam, bu arada artık senli benli konuşalım”
evet, cevap buydu. şirketin satılması. böyle bir dedikodu vardı. eğer resmi satış tarihine kadar kovulmamışsan, normalde yıllar sonra hak kazanacağın hisselere anında hak kazanıyordun. bu rakam, kovulma tazminatından daha yüksek olduğu için, birikimim artmış olacaktı. dördüncü bir kitap? vallahi hiç acımaz, hiç utanmaz, direkt bilimkurgu yazardım.
neyse, hayallere dalmayayım. şu anda yapmamam gereken tek şey, patronun kapısına tekmeyi basıp girerek “siz kovmuyorsunuz, ben gidiyorum” demek. zira o zaman ne tazminat, ne de hisse. fakat tabii ki müthiş bir zamanlamayla, dedikodulardan önceki hafta tam olarak bunu yapmıştım:
“siz kovmuyorsunuz, ben gidiyorum. bennn yaşar usta, onca yıldan sonra çekip gidiyorum”.
bunu geri almanın bir yolu olmalıydı…
kariyerinizi çöpe atma rehberi
#4 istifa macerası
#5 i.s 1 (istifadan sonra 1. gün)
önceki bölüm kariyeri çöpe attıktan sonra boşalan zamanda yapılabilecekler ve bunların muhasebesi hakkındaydı. epey zamansız bir istifa talebiyle de noktayı koymuştuk.
dünyevi nedenler
istifa işleri genelde basit bir “rahat batması” kadar basit değildir. ilk bölümden beri birkaç ayrı şeyden paralel olarak bahsediyorum: “rahat”la tanışmadan önce bile duyulan bir arayıştan (her limana yalandan demir atmak), aynı anda hem rahata batıp (tuzaklar) hem de rahatın batmasından (bir sonraki çayır arayışı) ve başkaları gibi bir denge tutturamamadığım için, çalışma şartlarının dışardan göründüğü kadar “rahat” olmamasından (kaliteli boş zaman eksikliği ve sağlıksızlık).
istifa talebimin ardında bunların hepsi vardı. en dünyevi olanını, yani sondaki
çalışma şartlarını biraz açarak ve abd’deki şartlarla kıyasını yaparak başlayalım…
abd’de mi, amerikan şirketinde mi?
abd’de işleyen bir sistem var, işinle alakasız şeylere kafanı yormanı önlüyor. “ne kadar ölücülük yapacaklar, dolar kuru fazla oynamadan şu iş bitecek mi, sattıktan sonra parayı ödeyecekler mi, birine para yedirmemiz gerekiyor mu, anlaşmayı imzalamadan önceki gün genel müdürü içeri alacaklar mı…”. şeytani ceo’lar dışında kimsenin bunlarla uğraşmaması lazım. benimse rusya’da dolar kuruyla, doğu avrupa’da ölücükle, yunanistan’da rüşvetle, ortadoğu’da ödemeyle ve türkiye’de hepsi + siyasi polis operasyonlarıyla kafamı yormam gerekti.
ikincisi, abd iş kültürüne şeffaflık ve meritokrasi hakim olduğu için (insan doğasının izin verdiği ölçüde), insanlar bildiklerini kolayca paylaşıyor. ofis politikası gütmeden, kimseyi yalamadan, istediğin rasyonel olduğu sürece olumlu cevap alıyorsun. buna üniversitedeyken alışmıştım. profesörlerimin her biri 2–3 şirket kurmuş, alanlarına öncülük etmiş insanlardı. ve ben bir hiç olarak, ofislerine gidip onları sorularımla rehin alabiliyordum.
aya ayak basandan tut, ınternet’i tasarlayanlara kadar, herkesin seni en azından bir süreliğine adam yerine koyması müthiş bir şey. bu alışkanlık, yıllar sonra iş dünyasında yönetici olanların, bir sonraki nesle karşı davranışını olumlu yönde etkiliyor. bu kültür farkını, biraz abartarak da olsa, şöyle özetleyebilirim:
-abd’de bir toplantıda, yeni yetme bir mühendis olarak yöneticimin fikrini eleştirebilirim, mantıklı ve konuya odaklı kaldığım sürece sorun yok.
-ingilizlerde de aşağı yukarı böyle ama “mantıklı ve konuya odaklı kaldığım sürece” kısmını “aşırı kibar olduğum sürece” ile değiştirirsek.
-güney avrupalılarla yapılan her toplantıda, her konuda bir fikir ayrılığı oluyor, her biri bağırış çağırışla tartışılıyor ama sinirler çabuk yatışıyor (bu toplantılara katılan amerikalıların şaşkınlıkları çok eğlenceli)
-türkiye’deki toplantılarda ise daha ağır bir hava hakim. bir fikir ayrılığının uzun uzun konuşulduğunu nadir gördüm, hele en modern kurumların bir kademe altındaki yerlerde. sanırım abd’ye kıyasla ast-üst ilişkisi daha belirgin, fransızlara kıyasla da iş güvencesi daha az olduğundan, millet olayın kişiselleşmesinden korkuyor.
-yine de japonlara ve güneydoğu asya’lılara yaklaşmamız sözkonusu değil, oralarda “hayır” kelimesini kullanmak anayasaya aykırı olduğu için rasyonel bir toplantı yapmak imkansız. mars’a dükkan açalım desen, kimse seni bozmayacak.
ekip işi
üçüncü bir fark, olgunlaşmış piyasalarda etrafında bir ekip olması. bayi belli, sigorta belli, destek belli. abd özelinde, ekstradan ar-ge de bu ekibin içinde. ne kadar outsourcing de yapsalar, temel ar-ge abd içinde kalıyor. dolayısıyla en iyi mühendislerden yardım alabiliyorsun. zira dünya’da o işi en iyi yapan insanlar, rusya’nın bir köyünde oturmuyorlar, gelip abd’de çalışıyorlar.
gelişmekte olan piyasalardaysa, etrafında sana adanmış bir destek ekibi olmadığından, her iş ayrı bir macera. işviçre çakısı gibi olman lazım. ben aynı gün içinde bodrum katına 50 kiloluk sunucu taşıyıp (hamal), kurulumunu yapıp (müyendiz), hataları giderip (teknik destek), sonuçları değerlendirdikten sonra (danışman), günün sonunda siyah boğazlı kazağımı giyerek yönetime sunum yapıyordum (steve jobs).
(sınıf ayrımının katı biçimde uygulandığı bir trende geçen snowpiercer isimli bilimkurguda, kötü adam ed harris’in kahramanımıza bir lafı vardı: “bu trenin tüm vagonlarını baştan sona gören ilk kişi sensin, onun sahibi olmama rağmen ben bile görmedim”. eminim bu yöneticiler de, benim yaptığım gibi o şirketin bodrumundan terasına kadarki her katını görmemişlerdir)
sertifika değil, ingilizce
bu koşturmaca uzmanlaşmayı da zorlaştırıyor. türkiye gibi çevre ülkelerde, benim dengim olanlar da sürekli bir yangın söndürme modundalar, geleceğe yatırım yapmaları zor. zaten yorgun argın eve gelmişsin, günün belki 4 saatini kendine ve varsa ailene ayırabiliyorsun, bir de bilmemne sertifikası için mi çalıcaksın? (bunu yapanlar da vardı gerçi, azimlerine hayranım).
fakat eğer derdiniz, herkesi iki tarafından yakılmış bir mum gibi çabucak tüketen bu düzenden, kariyerini çöpe atmadan çıkmak ise, nacizane bir tavsiyem var: bir teknik sertifika daha almadan önce, topluluk önünde ingilizce konuşmasını öğrenin.
beraber çalıştığım ve benden daha kalifiye insanlar, benim yaptığım işi nasıl yapabileceklerini sorduklarında (ve bu soru kaçınılmazdır) aklıma gelen tek şey buydu: karşındaki topluluğa göre mesajını ayarlayarak, rahat ve açık biçimde iletişim kurabiliyor musun? bende olup da onlarda olmayan tek şey buydu. ingilizcesi iyi olanlar bile bir grup içinde, hele hele bir grup önünde konuşamadıklarından, gereken sıçramayı yapamıyorlar. halbuki bu öğrenilebilen bir yetenek, kimse annesinin karnından bunu bilerek çıkmıyor zaten, düşe kalka öğreniyor.
tabii ki belli bir teknik bilgin olması lazım ama derdini müşteriye, yöneticine veya takım arkadaşına anlatamazsan, hem uygun iş çeşidi azalıyor hem de o işlerde karşılacağın rekabet artıyor. işsizlik had safhadayken, ortalık üniversite mezunu kaynıyorken, bizim aylarca uygun eleman bulamamızın nedeni de bu.
daha da bariz olsun diye bir itirafta bulunayım: oldukça teknik ve revaçta olan, “cutting-edge” denilecek bir alanda, uluslararası kuruluşların krem tabakasına hizmet veriyordum ve tek bir sertifikam bile yoktu. hiç olmadı. paraşütle atlama sertifikam var sanırım ama onu da kaybettim. bu halimle, cisco über-nerd sertifikalı insanlara, işlerini nasıl yapmaları gerektiğini söyleyerek para kazanıyordum.
avantajlar
peki abd’den ayrıldıktan sonraki kariyerimin hiç mi sevmediğim bir yanı olmadı? oldu tabii. iki noktadan bahsedeyim:
ilki genel olarak danışmanlık gibi işlerle alakalı. danışmanlığın biraz antropolojik bir yönü var. türkiye ve başka ülkelerde, birçok değişik hayat yaşıyor, sanki başka birinin kılığına giriyorsun geçici bir süreliğine. onların servisleriyle işe geliyor, yaka kartlarını takıyor, masalarına oturuyor, öğle tatillerine onlarla birlikte çıkıyor, toplantı odalarında osurup suçu onlara atıyorsun. iş çıkışı veya bazen haftasonları beraber takılıyorsun.
başta biraz direnç olsa da -sanırım “yabancı” etiketi yüzünden, insanlar kendilerini ezdirmemek istiyorlar- yeterince alçakgönüllü olursan, amerikan kovboyu gibi davranmazsan, insanlar sana açılıyorlar. neredeyse uçakta veya trende yanına oturan birine açılmak gibi bu: o kısa zaman zarfında en yakınında bu insan var ve onunla bir daha görüşmeyeceksin, “rezil olurum” kaygısı gütmeden anlat anlatabildiğini. ben de bu şekilde birçok alternatif hayat örnekledim. bugün yaptığım gönüllülük seyahatleri de buna benziyor aslında, onlardan daha sonra bahsedeceğim.
diğer bir artı ise, gelişmekte olan piyasalarla alakalı. insanlar buraların bahsettiğim çilelerine katlanıyorlar, çünkü büyüme potansiyeli büyük. bir sene içinde 10–20 kişilik bir takım kurup, kariyer basamaklarını çifter çifter çıkmak olası. bunu olgunlaşmış bir piyasada yapamazsın.
işin parasal kısmı, daha ikircikli bir konu ama birçok kişi merak ettiği için bahsetmek lazım. bakir piyasalarda çılgınlar gibi satarak, komisyon yoluyla iyi kazanmak mümkün. işler yolundayken tüm takımım aylık 10–15 bin dolar arası kazanıyordu. bu, kendi işini yapmayanlar için büyük bir rakam. abd içindekiler için bile büyük bir rakam, ülkenin yarısından fazlasının banka hesabında o kadar nakit yok.
ama hemen gaza gelmeyin. önceki bölümde bahsettiğim ve bu rakamı eriten tuzaklara düşmesen bile, daha büyük bir engel var: satışları %100 arttırdığın bu başarılı sene sonunda kısa bir kutlama yapılır, sırtın sıvazlanır, sonra sana bir sonraki senenin kotasını, yani yeni normali dayarlar. ne tesadüf ki, o da %100 artmıştır. geçen seneki kadar satsan bile o komisyonların yarısını alacaksın. halbuki onu bile yapman şüpheli, çünkü piyasa doydu. burası çin değil ki her sene katlayarak artsın satışların. artık alıştığın gelirin maliyeti, iki kat fazla stres. ingilizce’de bu durumu anlatan güzel bir deyim var: “victim of your own success”. kendi başarının kurbanı olmak.
blöf
artık şu istifa işine dönebiliriz, hikaye fazla soğumasın. başta da ima ettiğim gibi, derdim hiçbir iş kararının düzeltemeyeceği varoluşsal sıkıntılardan, yahut hayallerim uğruna yapacağım riskli bir kariyer değişikliğinden ibaret değildi. gayet dünyevi dertlerim de vardı, başarımın kurbanı olmak gibi. kağıt üstündeki potansiyele göre kazancımız sürekli düşüyor, fakat kağıt üstündeki iş tanımına kıyasla sorumluluğumuz giderek artıyordu. sözde geçici olan bu tempo hiçbir zaman azalmadı, onu ilerde azaltacak gerekli yatırımlar da yapılmadı.
halka açık şirketlerin tek ilgilendiği şey -sürpriz- çeyrek sonu rakamlarıdır. sat sat sat. halbuki her satış başına, belli bir miktarda destek ayırmalısın. tıpkı her sattığın otel odası başına, belli sayıda tuvalet, yemek masası, park yeri, vs inşa etmiş olman gibi. bu yatırım olmayınca, aradaki fark sana biniyor.
istifam bir blöftü (hatırlayın, tazminat hakkımı yitirmemek istiyordum) ama arkasında bu somut gerekçeler vardı. asıl olmasını istediğim şey ise, şirketin bunlara bakıp beni haklı bulması ve anlaşmalı olarak ayrılmaktı (tazminata yakın bir miktarı bu anlaşma çerçevesinde alıyorsun). bu noktada hayatımı bir monty python skecine dönüştürecek birkaç gelişme oldu:
ilkin, blöfüm gereğinden fazla başarılı oldu ve şirket beni salmak yerine, müdürlük teklif etti. temel sorunların hiçbiri düzelmeyecekti ama kariyerimin ambalajı iyice parlak olacaktı. bu gerçek bir test idi: “davamı satacak mıydım?”. hani istediklerimi yapmak için milyon dolarlara ihtiyacım yoktu? insanın iş değişimi yüzünden kazancının düşmesi başka şey, teklif edilen 12 bin dolardan 0 dolara çakılması başka.
(sonuçta en azından orta vadede, türkçe yazarlık gönüllülük kadar para getirecek, yani sıfır).
gerçek sınav
biraz süre istedim, düşündüm taşındım ve teklifi reddetmeye karar verdim. zira benden istenen 3 senelik garantiyi verirsem, o 3 sene içinde %90 ihtimalle bu yeni hayata geridönüşü olmayacak şekilde alışacaktım. eğer çelik gibi sinirlere ve disipline sahip olduğuma inansaydım, ben de “sık dişini 3 sene daha, keşiş gibi yaşayarak maksimum para biriktir, bu fedakarlığın ilerde belki 10 sene seni finanse edecek” diye hesap yapardım. ama herkes bunu yapamaz, ben de kendime inanmadım. körfez ülkelerinde çokça gördüğüm o “avm hayvanlarından” birine dönüşüp orada kalmaktan korktum. lüzumsuz bir pazar brunch’ında bir expat hatunla tanışıp çoluk çocuğa karışmaktan, sonra iş arkadaşlarım gibi çocuklar için yıllık 25–30 bin dolar masraf yapmaktan ve o hayata kalıcı bir demir atmaktan korktum. tabii, kafamdaki bu red kararımı, göğsümü kabartarak bildirmeye fırsatım olmayacaktı…
şirketin satılacağına yönelik dedikodulardan bahsetmiştim. ben bu müdürlük teklifini düşünürken, dedikodular somutlaştı ve birçok kişinin işten çıkarılacağı konuşulmaya başlandı. alım sonrası bir şirketin kısmen içini boşaltmak, kısa vadede kağıt üstündeki kar marjlarını pompalamak ve o sırada başka bir alıcıya kakalamak epey yaygın bir taktik. kalıcı bir değer yaratmadan, hatta yaratılmış değerleri eriterek, yüzmilyonlarca dolar kar etmenin yolu. belki yeni kaderimiz buydu. böyle bir genel depresyonu engellemek için, dahiyane bir fikirle, kovulmadan yeni şirkete geçebilenlerin tüm hisselerine anında hak kazanacakları açıklandı.
insanlara ufacık da olsa bir umut verdin mi, kendi şanslarını gerçekte olduğundan epey fazla görüyorlar. zira kimse 3 ay daha dişini sıkmadı diye, atıyorum, 50 bin dolarlık hisse şansını kaçırma ihtimaline dayanamıyor ve it gibi çalışıyor. tabii ki çoğunluk buna hak kazanamadan kovulacaktı. muhtemelen ben de bunlardan biri olurdum ama yöneticilerimin benden kurtulmak için başka bir planı vardı…
daha yeni bana müdürlük teklif etmiş olan şirket, beni kötü performans gösterdiğim için mercek altına aldığını açıklamıştı. bu mercek gayet sıkıntılı bir süreç aslında. şirketler, haksız yere işten çıkarılma davalarının riskini azaltmak için kovacaklarını bu sürece sokarlar, herşey dokümante edilir, herkes herkese sürekli rapor gönderir. dolayısıyla dedikleri, “zaten hisseyi sana yedirmeyeceğiz, bu işkenceyi çekmenin de manası yok, uzatmadan istifa et”. benim orjinal blöfüme karşılık vermişlerdi. tabii psikolojik olarak bu tam bir yenilgiydi, çünkü sadece kaçacak tazminatı değil, kaçacak hisseleri de düşünüp kafayı yemek işten değil.
monty python skeci dedim ya, şansına bu muhabbetler esnasında birtakım usulsüzlükler oluştu şirket aleyhine. bunların farkında olmamama rağmen, şirket farkında olduğumu sandı ve istifa isteğini de geri çekti. artık alışmıştım, masada iki günden fazla duran teklif eskiyor, yerine tazesi geliyordu.
ortalık iyice karışsın diye, bölge şefim de bir lamba cini gibi yanımda bitivermiş, beni çok sevdiği ve haklı bulduğu için, tammmamen iyi niyetinden kaynaklı bir teklifle geldiğini açıklamıştı. kısacası hepimiz ayrı salaktık. nihayetinde son durum, makul bir tazminat paketi eşliğinde, anlaşmalı ayrılık oldu. iki taraf da birbirine “sorun sende değil bende” dedi ve bu iş huzur içinde çözüldü.
jübile
belki de işin en saçma tarafı şuydu: anlaşmayı noktaladığımız gün, şirket bana abd bileti gönderdi bir toplantı için. organizasyonu yapanların bu gelgitlerden haberleri yoktu tabii. otel rezervasyonunu iptal edebildiler ama uçak bileti iadesizdi. çaresiz, beni gönderdiler ve bari gitmişken bir iki ufak şey yapmamı rica ettiler.
olgunlaşması yıllar sürmüş hisler, planlar ve hesaplar kafamda dolanırlarken, sadece bir iki hafta içinde yaşadığım dönemeçler sonunda, resmen işsiz kalmıştım. ve kulübüm bana, istemeden de olsa, bir jübile düzenlemişti. (tabii bölge şefim, bu yolculuğun da kendi kıyaklarından biri olduğunu iddia edecekti)
eski hayatıma veda edip döndükten sonra, yapmam gereken ilk iş, hiç vakit kaybetmeden yenisini kurmaktı. fakat yeni hayatın, pek “kurulacak” bir yanı olmadığını öğrenecektim…
i.s. 1 - ilk gün
olan biteni etrafa duyururken, çoğu tepkiyi tahmin etmek zor değil:
-anne: “oğlum, kafayı mı yedin, ne yapacaksın? ah, bunu ilk sen gönderdin amerikalara süleyman, sonra çocuk böyle oldu”
-baba: “benim adım süleyman değil, bu çocuk da benim değil. napıyorsunuz kardeşim kaç senedir evimde?”
-hatun: “yürü be koçum, kim tutar seni. (benim sürekli “çok yakışmış hayatım” demem gibi, kariyerle ilgili her konuda kız otomatiğe bağladı)
-yakın dostlar: “ha, iyi yapmışsın. onu bırak da nolacak bu memleketin/dünyanın/uzayın hali?”
-donald trump: “so another muslim illegal immigrant (or illegally muslim immigrant) is taking our jobs to china. china china china. sad!”
***
fakat, benzer kariyerlere sahip arkadaşların tepkileri şaşırtıcıydı. bunu anlamak için, normal bir iş bırakma sonrası muhabbete bakalım:
-”işi bıraktım arkadaşlar”
-”hayırlısı, ne güzel, biraz kafa dinlersin”
bu noktada bekledikleri cevaplar:
1) “evet ya, ihtiyacım vardı. bir ay yatarım artık.”
2) “ne güzel olurdu ama pazartesi yeni iş başlıyor.”
3) “bunun şerefine herkese benden birer içki.”
birkaç saniye sonra devamı gelir: “eee, şimdi nereye gideceksin?”
yine beklenen cevaplar:
1) “dubai’ye”.
2) “babamın durumu kötü, biraz bizimkilere yardımcı olmam lazım”
3) “bilmem bakıyorum, var mı tanıdığın birileri?”
bu parametrelerin dışına çıktığınız an huzursuzluk başlıyor. ben işi değil de kariyeri bıraktığım için, hem de “alternatif” bir alternatif uğruna, diyalog daha baştan şarampole yuvarlandı:
- “kariyeri bıraktım arkadaşlar”
- “aaa süper, tam da yapmak istediğim şey, ne şanslısın. ne yapacaksın?”
- “bundan sonra başka biri olacağım”.
- “sen mühendis adamsın, başka ne iş bilirsin ki?”
- “ama öğreneceğim… kumarbazlığı, itliği, hergeliliği öğreneceğim”
- (panik başlar) “yaa yeme bizi hocam, sen ayarlamışsındır birşeyler. vallaha mı? oğlum deli misin, nolacak onca iş tecrübene? bizim patrona sorayım?”
***
belirsizlik, insanlar için o kadar rahatsız edici ki, bırak kendilerini, başkalarının bile bu durumda olmasından rahatsız oluyorlar. belki, öyle de yaşanabileceğini kabul ederlerse, kendi seçimleri daha bir lüzumsuz gözükecek. fakat bu analizi çok da ciddiye almak istemiyorum, çünkü benim gibi biri de etrafındakileri korkak, kendini matrix’ten uyanmış neo gibi görme yanlısı olacak. kısacası bu muhabbette iki tarafın da psikolojik çıkarı ters yönde.
sanırım, büyük bir karar ertesinde, insan kendi sesi dahil pek kimseninkine kulak vermemeli. bir “tavsiye diyeti”ne girmeli. eşek yükü paraya plazma tv alan birinin, onu sürekli arkadaşlarına gösterip, “aa süpermiş, iyi de fiyata almışsın” demelerini beklemesine benzer bir duruma düşmemek lazım.
ilk hafta
en başta da farketmiştim ama ikinci gün etkisi iyice vurdu: email kutum bomboştu. yıllar boyunca her gün yüzlerce email aldıktan ve tatil günleri dahi bunları okuduktan sonra, email kutusunun boş olduğunu görmek, bir cumartesi akşamı istiklale çıkıp kimsenin olmadığını görmeye eş bir his: rahatlamadan ziyade “bir şeyler yanlış, bad trip oldu sanırım, bir daha o şerefsizden mal almayacağım” hissi. hayatındaki sabitlerden biri, bir gece ansızın gitmiş.
bunun şokuyla, tam bir pavlov köpeği gibi, yıllardır yaptığım gibi işle alakalı tüm sitelere gidip şifrelerimi denedim. tabii ki çalışmıyorlar. her başarısızlıkta daha da şaşırıyorum, bir yandan da kendi aptallığıma gülüyorum. bugün ne toplantılarım vardı acaba? artık kimsenin bana ihtiyacı yok, buna alışmam lazım. dünya bensiz de aynı hızla dönüyor işte.
(flashback: bir amerikan şirketi, federal hükümet için proje yapıyorsa, o projedeki mühendisten tut çaycısına kadar herkesin “clearance”ı olması lazım, yani “bu adam temizdir” raporu. bazen bu rapor “top secret” seviyesine kadar çıkmak zorunda. tabii baba tarafından soyu mete han’a giden türkoğlutürk biri olarak, bu projelerden uzak tutuluyordum. ama ıt bölümüne girmek için bir clearance gerekmiyor, orası zaten bm gibi, her milletten insan oluyor. ve çoğumuzun o projelerin her türlü verisine erişimi vardı arka taraftaki veritabanları üzerinden. cıa’den gelen proje emailini okuyabiliyordum mesela. para eder birşey yoktu ne yazık ki, varsa yoksa türkiye’yi bölmek, erdoğan’ı durdurmak. şimdiyse şirketin dandik takvim uygulamasına bile ulaşamıyordum. kör olmuş bir “big brother” gibiydim.)
***
ilk iş, elbette ailemle vakit geçirmek oldu. 18 yaşından beri yemek, çamaşır, bulaşık, fatura, iş, vergi gibi işlerle kendi uğraşan biri olarak, ana evinde geçen birkaç gün tüm o disiplini yıktı. yere attığım kıyafetlerin mucivezi biçim temizlenip ütülenmeleri, her öğün yoktan beliren yemekler…sanki bu evde fizik kanunları işlemiyordu.
öğünler arasında girdiğim şeker komasında, suçluluk hissiyle kendime tekrarlıyordum: “unutma sezar, bunlar geçici, sen de bir ölümlüsün ve bulaşıklar kendi kendilerini yıkamazlar”.
tabii annem sayesinde fizik kanunları işlemese de, babam sağolsun doğa kanunları yerli yerindeydi. yuvadan uçan bir erkek kuş, yıllar sonra geri dönerse, o yuva herkesi kaldırmaz:
-”hey adamım, bu ev iki erkek için fazla küçük, tamam mı”
-”noluyo baba ya, saat sabahın 6'sı”
-”sabahın 7'sinde de fazla küçük olmaya devam edecek, zaman seni kurtaramaz. birimizin gitmesi gerekiyor”
“e sen git, ne zamandır buradasın, bak ihtiyar eskimolar zamanı gelince bir sala binip denize açılırlarmış” demedim tabii. sürtüşme illa ki yaşanacak, bunu kısa ve tatlı tutmak için başka bir yuva lazım…
ilk ay
hemen kendimi doğanın içindeki bir köye atmadım, önce ucuz ve yaşanılabilir bir şehre gittim (koordinatları vermiyorum, ınterpolun “sıkılmayalım diye aranacaklar” listesindeyim). o ana kadar epeydir seyyar olduğum için kalıcı adresim diye bir şey yoktu, değişik şehirlerdeki “safe house”larda, kıyafet dolu ufak çantalar duruyordu. fakat bu yeni yere bir desktop bilgisayar götürünce otomatikman orası evim oldu.
“motherland, motherboard’un olduğu yerdir”?—?machine manifesto, aı 2.01 beta
eğer tek başıma olsaydım, eminim ki o bilgisayar ve bu kadar boş zaman benim sonum olurdu. normalde günü 8 saat uyku, 8 saat iş, 8 saat de iş emailleri şeklinde ayırırken, şimdi günü 8 saat içki, 8 saat europa universalis’le avrupa tarihini baştan yazma, 8 saat de netflix eşliğinde bir kova dondurma bitirme şeklinde ayırmak işten bile değildi. fakat hatun durumu kurtardı.
nasıl ki maddenin doğal hali düşük enerjiye geçmek (entropinin artması) ve ancak sisteme dışardan enerji girince (güneş) bir şeyler kuruluyor (hayat, insan, medeniyet, bu yazı dizisi)… çoğu erkeğin de doğal hali hayatındaki düzensizliğin sürekli artması. kadınlar, dışardan sisteme giren enerji görevi görüyorlar. onlar başka “sistemlere” gitmesinler diye resmen entropiyi yeniyoruz, insan bir teşekkür eder.
sonuçta hiçbir kadın, işten eve geldiğinde, daha yeni uyanmış ve tv başında pizza yiyen bir erkek görmeyi istemez. arada sırada olur ama düzenli biçimde 2 saat gün ışığı ve 20 dilim pizzayla yaşayan bir göbekli vampir, gurur duyulacak bir eş değil.
kadının elinde halihazırda gurur duyabileceği bir erkek yoksa, eldeki malzemeyi yontmaya çalışır. bizimki de beni şöyle bir hileyle yontmaya çalıştı: madem iradem, gecenin davetkarlığı kadar kuvvetli değildi, kendimi “hacklemek” için basit kurallar gerekliydi: mesela, her sabah sanki bir işim varmış gibi bir çanta hazırlayıp, kendi işine giden hatunla beraber evden çıkmak. alt tarafı bir kafeye veya kütüphaneye gidip, projelerimle uğraşacağım, evden de yapabilirdim bunları. ama bu ritüel sayesinde, irade denklemden çıkarılmış oldu.
kendinizi yenecek kadar kuvvetli değilseniz, kendinizi kandıracak kadar zeki olun. korkmayın, ne yazık ki bu o kadar zor değil.
ilk sene
etrafımdaki ufak sistemin entropisine iyice hakim olduktan sonra, yapmak istediklerimi üç gruba ayırdım:
1) uzun dönem hedeflerime yardımcı olacaklar (kitap araştırması, seyahat planlaması gibi)
2) o hedeflerle alakası olmayan ama bana birşey katacaklar (dil öğrenmek, spor yapmak gibi)
3) kumarbazlık, itlik, hergelelik (arkadaşlarla buluşup laflamak gibi)
bunlar benim diyetim ve dengeli beslenmem gerekli. onlara belli yüzdeler atadım, zamanımı o yüzdelere göre harcayacaktım. tabii gerçek yüzdeleri hatırlamıyorum, bunlara ne kadar uydum onu da bilmiyorum, çünkü bunun hesabını tutacak ruh hastalarından değilim (kişisel gelişimin de fazlası zarar). ama gayet güzel bir fikirdi. zaten eyleme dönüşmeyen fikirler bazında değerlendirirsek, kendimi çok başarılı buluyorum.
her halükarda, iş hayatımda olduğumdan daha disiplinli, daha üretken bir hale gelmiştim. bırak hatunla beraber evden çıkmayı, ondan önce uyanıp spor yapıyor, duştayken eski aşkım the history of rome’u dinliyordum yeniden. kalan “iş günüm” zaman bolluğunun altında ezilmesin diye, ona ufaktan bir iskelet kazandırdım: şu saatte dil kursu, şu saatte ingilizce öğretmenliği, boks antremanı, simya… tüm günü doldurmaktansa, bu “omurların” arasını verimli biçimde doldurmak çok daha kolaydı.
akşam eve döndüğümde, yorgunluğu ve stresi atmak için tek başıma viski içmiyordum artık. bu bile yalandı gerçi, stres atmak dediğim şey stresi ertelemekti sadece. şimdiyse arkadaşlarla şarap içiyordum, sudan ucuz ve huzur kadar lezzetli. (haha dayanamadım pardon, o kadar da dramatik değil değişim. ama piano man haklı: “…but it’s better than drinking alone”)
bunları, herkes için üretkenliği ve tatmini arttıracak bir formül olarak sunmuyorum. kimisinin işi, zaten kendi uydurabileceği herhangi bir sistemden daha üretken, daha manalı. illa kansere çare arayan genetikçi olmanıza da gerek yok, atıyorum fırın açmışsın, şehirdeki en güzel ekmeği yapmaya çalışıyorsun (“genetikçi olmadı, fırıncı oldu, o da olumlu”). hatta işinden tam olarak tatmin olmana bile gerek yok, başta da kısaca değinmiştim, iş-hayat dengesini yeterince tutturabilmiş bir sürü insan var. ben onu beceremediğim için sisteme reset atıp alternatif bir yola saptım.
bu yolun başındaki virajlara tek gözümü karartıp girmiştim, çünkü diğeriyle uzak düzlükteki asıl hedefe odaklanıyordum: yazmak.
sen de yaz yaz yaz
aslında yazmak bir hedef değil, yolun kendisi. eğer hayalinizde, günün birinde bir dağ evine kapanıp, günde 20 saat çalışarak hayatınızın romanını yazmak varsa, o hayali unutun. zaten o bir hayal değil, bir film karakteri. “acı çeken deha”, pazarlaması kolay bir tip ama gerçek hayatta, başarılı yazarların çoğunun paylaştığı tek “olağanüstü” özellik, her gün yazmaları. dehalar gerçekten seyrekler ve her zaman da daha iyi değiller.
zaten kariyeri bunun bilinciyle bırakmıştım, yani sadece boş zamanında hobi olarak yazdığı için o kritik eşiği geçemeyen, bir başka sıradan trajedi olmamak için. zaman, iyi olmanın garantisi değil (iyi olmak da başarılı olmanın). ama “belki biraz daha çabalasaydım, kim bilir…” pişmanlığı, “enayi gibi güzelim işimi bıraktım şimdi tezek karıyorum” pişmanlığından daha korkunç olsa gerek.
şimdi çok önemli bir şey söyleyeceğim, belki de vereceğim en önemli tavsiye:
babanızı bir sala koyup denize salmayın. yaşı ne olursa olsun.
ikinci önemli tavsiyem de şu: farkında olmadığınız riskleri almak cesaret değil aptallıktır.
ben bu yola, büyük ihtimalle başarısız olacağımı bilerek girdim. kişisel gelişim hikayelerinin çoğunun vardığı nokta, “eğer gerçekten inanırsanız başarırsınız”dır. (new age versiyonu: evren size gerçekten istediklerinizi verecektir, alpha centauri’ye doğru domalın ve chakralarınızı açın).
üzgünüm, evren hiçbirimize bir şey borçlu değil. sırf sen inandın diye, etrafındaki tüm sistemin sana göre kendini ayarlaması nasıl bir benmerkezciliktir. 21. yy dinleri bunlar. her başarılı insan, kendisine mikrofon uzatıldığında “sonuna kadar inandığını” söyleyebilir ama o sahnelerde duyamayacağımız her başarısızlık hikayesi de inançlı insanlarla dolu. ve evrende başarısızlık hikayeleri, başarı hikayelerinden daha bol. çocukluğunda astronot olmak isteyenlerin kaçı astronot acaba? ya da tersten sorayım: muhasebecilerin kaçı çocukluğunda muhasebeci olmayı hayal ettiler? new york’taki garsonların kaçta kaçı oraya aktör, senarist, yönetmen olmak için gitti, kaçta kaçı garson olmak için?
ilham endüstrisi
insanın hayalindeki işi yapabileceği fikri, epey modern bir kavram aslında. önceleri kimse işinden mutluluk beklemiyordu, sadece güvence ve karın tokluğu bekliyordu. tıpkı evlilikten de mükemmel bir uyum yerine, aynı temel şeyleri, yani güvence ve karın tokluğu beklemeleri gibi. biz 20.yy’da inandık, hayattan ideal eşi ve işi beklemenin makul olduğuna. 21.yy’da da, ideal işimizden, maksimum başarıyı beklemenin makul olduğuna inanıyoruz.
bir final maçının son dakikasında, penaltıyı atacak oyuncu da kaleci de sezon boyu aynı motivasyonla çalışmış, aynı özgüvenle oraya gelmiş, şimdi de aynı imanla kendi tanrılarına dua ediyorlar. evren sadece birine istediğini verecek ve istatistikler kaleciden yana değil. benim de yeteneğim, disiplinim ve inancım kaderimde oynamalar yaratabilir elbet ama istatistikler yazarlardan yana değil. “ilham endüstrisi”nin şarlatanları, hayatta almayacakları riskleri başkalarından bekleyip, üstüne bu şahane tavsiyeler için para istiyorlar. siz siz olun, risk alacaksanız gerçekten cesur bir şekilde, yani hesaplayarak alın.
(gattaca, nasa içinde yapılan bir ankette, yakın zamanda gerçekleşmesi en olası bilimkurgu seçilmişti. bilim tarafını ben de seviyorum ama kalan kısmı biraz sakat. ethan hawke, kendisinden daha üstün olan kardeşini yüzmede nasıl yendiğini anlatırken, “geri dönüş için enerji bırakmamıştım” diyor. ethan hawke gibi risk hesabı yapmayın. gattaca 100 kere çekilse 99'unda boğulurdu. verilmiş sadakası varmış, haberi yok)
bu noktada, neden geçen bölümlerde birikimin öneminden bahsetmiş olduğum iyice anlaşılmıştır: seçeneklerden biri “boğulmak”, yani sefalet olmamalı.
bakın benim yazı için seçtiğim konu, kritik düşünceyle, düşünmenin ve inancın psikolojisiyle alakalı. bunları yeterince seviyorum ve yeterince önemli buluyorum. ama yeterince iyi yazsam bile, yeterince başarılı olmam zor. sonuçta konu futbol, kadın veya komplo teorileri olmayınca, arz-talep eğrileri boğazına dolanıp sıkıyor. bu yüzden kendime uzunca bir “başarısızlık süresi” koydum. eğer 3 sene değil de 3 ay olsaydı bu süre, size 3 bölüm öncesinden penis büyütme pili reklamlarını dayamıştım.
hem bu süre sonunda tam bir hüsrana uğrasam bile, en kötü ihtimalle ne olabilir ki? american beauty’deki kevin spacey gibi bir fast food restoranına müdür olur, tüm gün ot çekerim. hayalkırıklığı evet, ama dünyanın sonu değil.
bu açılardan bakınca, seçimim eskisi kadar dramatik gözükmüyor, ilham endüstrisinin istediği seksi ölçülere girmiyordu. ama çok geçmedi, gerekenden fazla dramaya bulaştım. zira ilk sene dolmadan seyahat planlarım bitmiş, aksiyon safhasına geçilmişti. günlük rutinimi, yeni dostları, şarapları ve en önemlisi desktop bilgisayarımı bırakıp, tekrar evsiz biri olarak yollara düştüm. istikamet: japonya’nın köyleri, endonezyanın ormanları, nepal’in dağları… kitapları oralardan da yazabilirdim. zaten maymunlar, daktilo ve shakespeare hakkındaki meşhur lafı biliyorsunuzdur.
kariyerinizi çöpe atma rehberi #6 - wanderlust
önceki bölümde işi bıraktıktan sonraki ilk günler, haftalar ve aylarda etraftakilerin tepkilerinden, yeni bir disiplin gereğinden, uzun vade hedeflerin riskinden bahsetmiş, gelmişken ayıp olmasın diye kişisel gelişim endüstrisine gereken lafları çakmıştık. tam bir düzen oluşmuştu ki, uzun zamandır planladığım seyahatler geldi çattı. bugün bu seyahatlerin niyesine ve nasılına bakacağız…
toprağın dervişi
olur olmadık herkesin dilindeki kelimelerden biridir “wanderlust”. halbuki daha şık durduğu için profillerine bunu koyanların çoğunun derdi, bilinmeyeni kovalayıp kendini geliştirmek değil, alıştıkları şeylerin az biraz değişik versiyonunu yaşayıp, çok geçmeden konforuna dönmek.
bana da hayallerim sorulduğunda, “e dünyayı gezmeeek” demiştim yıllarca, o zamanlar wanderlust kelimesini bilmediğimden. her hayal gibi söylemesi yapmasından, düşünmesi planlamasından daha zevkli. o yüzden de bu hayalin altını hiç doldurmamıştım. hiç düşünmemiştim kaç günden sonra bir yeri gezmiş sayılacağımızı, kaç meşhur binayı gördükten o yeri “bitirmiş” olacağımızı.
bu soruları, yıllar önce ağırladığım biri sordurmuştu bana. o aralar couchsurfing’e sardığımdan, ev kelimenin gerçek anlamıyla bir yolgeçen hanıydı, her hafta bir düzine insan kalıyordu. fakat bu bahsettiğim kişi, diğer yüzlercesinin aksine, yürüyerek gelmişti. sadece eve değil, şehre yürüyerek gelmişti. ve yürüyerek başka bir şehre gidecekti.
daha önce de aylarca yürüyen, sadece acil durumlarda otostop çeken çılgınlar tanımıştım ama onlar eninde sonunda normal hayatlarına dönüyorlardı. bu elemanın ise normal hayatı buydu. geldi, kendini temizledi, tam bir öküz gibi yedi, sonra uyudu. ilk konuşmamız iki gün sonra gerçekleşti. herkesin ona aynı soruları sorduğunu tahmin ettiğimden, sanki sanayileşmiş bir kıtayı yürüyerek yaşaması çok normalmiş gibi, bambaşka şeylerden konuştuk. ama sonunda dayanamayıp patladım:
“ya hacı, allahaşkına senin olayın nedir?”
adam tam bir fıçısız diyojen gibi cevap verdi:
“asıl senin olayın ne allahaşkına, niye senin yaşamının normal olduğunu düşünüyorsun?”
diyemedim ki “sistemin içinden beslenip, onun dışındaymış gibi atıp tutmak kolay. yattın, yıkandın, yedin, içtin. yarın başka yere gidip aynısını yapacaksın, yine benim gibi birisinin misafirperverliğiyie. üç kuruşunda gözümüz yok zaten de bari artistik yapma” (nasıl ukte kalmışsa içimde, yıllar sonra kelimesi kelimesine söylüyorum).
tabii bu eleştirim adil değildi. adam dağa çıkıp, ot yiyerek kendi kendine yetmeyi savunmuyordu, sadece kendi normalimi sorgulamayı tavsiye etmişti. çok geçmeden ekledi:
“benim için bir yeri görmek, oranın en meşhur anıtlarını fotoğraflamak değil. trip advisor’da gözükmeyen şeyleri istiyorum. ben insanlardan hikaye alıp, başkalarına satan bir tüccarım aslında. ve bundan para kazanmadığım için, tüccarların yüzkarasıyım”
bir başka deyişle, onun asıl sorusu şuydu: “kaç insan tanıdıktan sonra bir yeri gezmiş sayılırız?”
internet dervişi
biraz ileri saralım: aradan yıllar ve yüzlerce turist geçtikten sonra bir başka gezgine rastladım. ınternet sayesinde bu işten para kazananlardan cemiyetinden. facebook hesabına bakınca kıskanmamak elde değil: bir gün orada bungee jumping yapıyor, ertesi gün şurada güzel bir binanın önünde…
binlerce “arkadaşı” gibi onu facebook’tan takip etmek yerine, bir gün peşine takıldım. tripadvisor’da çıkan her anıta, saraya, manzara noktasına gittik. oralarda, işi için gerekli selfielerden ve sponsorlarına yapılan sosyal medya maymunluklarından arta kalan zamanda biraz bakınabildik etrafımıza. sonra alelacele bir cafe bulup, bir sonraki durağına gidiş lojistiğiyle uğraştık. senenin hemen her günü böyle yaşadığını düşündükçe benim başım döndü.
tüm gün beraber olmamıza rağmen belki 10 dakika konuşmuşuzdur. hikayeleri arasında ınstragrama sığdıramadığı hiçbir şey olmadığından, konuştuğumuz o kısa sürede de bana anlatabildiği tek hikaye, yaşam stilinin kendisiydi. sadece meta-anlamından ibaret bir gezginlik… bu tüccar da gezginlerin yüzkarası olsa gerek.
“tourists don’t know where they’ve been, travelers don’t know where they’re going”
?—?paul theroux
(turistler gittikleri yeri, gezginler gidecekleri yeri bilmezler?—?k. atatürk)
doyasıya zevk
kariyeri bıraktığımda gün de kafamda seyahat vardı ama artık bunun altı doluydu. önce neyle dolu olmadığından bahsedeyim. mesela “hayatı doyasıya yaşamak” için gezmeyecektim.
bu istek, hem özgüven eksikliği yüzünden etrafımızdakiler için yaşamaktan kaynaklanıyor (profilleri bezeyen “wanderlust”lar, ınternet dervişinin selfieleri, vb) hem de tüketim kültürüyle bağlantılı hedonist baskıdan:
“anı yaşa”, “maksimum eğlence”, “tadını çıkar”…
vallahi hedonist olmak antik yunan’da kolay olmalıydı, evinde yere uzan, üzüm şarap müzik muhabbet, ohhh. şimdiyse o kadar çok seçenek var ki insan ne yapacağını şaşırıyor. hepsi de çılgınlar gibi eğlenen genç ve güzel insan imajlarıyla destekli. bunları aşmak zor. “kendinize güvenin”in ne kadar boş bir öğüt olduğundan bahsetmiştim. o yüzden gençlere tavsiyem şu:
ben neyi tavsiye edersem edeyim, sizin derdiniz maksimum seyahat, maksimum selfie ve umarım maksimum seks olacaktır. dolayısıyla imkan bulur bulmaz gidin gezin, planlı plansız farketmez, hevesinizi alın. her gördüğünüz şey yeni olacak, her tanıştığınız insan ilginç gelecek zaten. o yaşlarda ucuza da getirirsiniz, iki kuruş vermemek için tren istasyonlarında sabahlamak koymuyor insana. (bu arada yarın gece bir havaalanında sabahlayacağım).
ben bu süreci, hızlı hızlı bir sürü ucuz bira içmekten, ağır ağır içilen kaliteli bir biraya geçişe benzetiyorum. 18 yaşındaki birinin derdi çabucak sarhoş olmak ve -özellikle erkekse- etrafına ne kadar içebildiğini göstermek. bira bu amaçlar için kullanılan bir araçtan ibaret. hayatın tadını çıkaracağım derken, ertesi sabah midenizde ne varsa çıkarırsınız. ama insan bu safhadan geçecek ki, sonradan biranın kendi zevki için içilecek bir şey olduğu keşfetsin. sonuçta dış dünyadan gelen baskıyı insanüstü bir iradeyle yenmek yerine, kontrollü biçimde ona kapılıp, o evreyi kapamak daha iyi.
hayatın anlamı malezya’da
“hayatın anlamı”nı bulmak amacıyla da seyahat etmeyecektim. birçok insan, laf çakmaktan yorulmayacağım o ilham endüstrisi yüzünden, umutsuzca, delice bir arayış içinde yola çıkıyor. şu anda bu satırları yazdığım kutsal şehir, bu şekilde gelip gurulardan babalardan medet umanlarla dolu. iki adım ötesindeki boku temizleyemeyenlerden neyi öğrenecekseler artık?
eh, her köşe başında aradığın bir şeyi, yeterince köşe sonrası illa ki göreceksin. yahut gördüğünü sanacaksın. peki kaçıncı turist kazığını yedikten sonra o peşinde koştuğun egzotik yerin burası da olmadığını anlayacaksın? kaçıncı bin dolar sonunda para hakkında düşünmek materyalizm değil de bir zorunluluk olacak? “aradığımı burada da bulamadım” hissini yaşayacaksın ama “ne arıyordum ki” sorusuna cevap veremeden.
malezya’nın adalarından birinde, sahil boyunca uzanan kalabalık otoyolun bir noktasında, ağaçların 20 metre içine girince, karşınıza ayrı bir dünya çıkar: ahşap bir kulübe, muhteşem bir bahçe ve adanın en güzel koyu. zamanında burası da her yer gibi tropik ağaçlarla kaplıymış ama tek bir adam ortalığı temizlemiş, o bahçeyi ve kulübeyi yapmış.
o adamla tanıştık. güneşten yanmış ve buruşmuş bir derinin altında, epey sıkı bir vücut ve yaşını gizleyen bir zindelik vardı. koydaki kulübe onun evi. kulübeden geldiğimiz yöne doğru bakıyorum, hemen otoyolun diğer tarafında 30 katlı lüks binalar gözüküyor. medeniyetin ortasında görünmez kalabilmiş bir cennetteyiz.
evsahibimiz olan robinson crusoe, aslen avrupalı bir biyolog. patentlerinden büyük paralar kazanınca, hayatın gerçek anlamını bulacağım diye buralara gelmiş, yıllarca dolanmış, tık yok. sonra pes edip bir yere çökmüş, evlenmiş, çoluk çocuk. para da bitmiş, elinde bir tek ev kalmış: koydan gördüğüm o 30 katlı binadaki bir daire. zamanla dalışa merak sarmış ve bu koya taşınmış, biraz karısından bıktığı için, biraz da denizle içiçe olmak için. bazen adanın yerlileri, buna acıyıp yemek veya kıyafet bile getiriyorlarmış, bizimki de hiç çaktırmıyor evsiz olmadığını. ve bu haldeyken bile, yeni rolüne bu kadar adanmışken bile, bana dediği şuydu: “ben bu dalış işiyle, hep kaderimde olan bir mutlu sonu keşfetmedim, hele hayatın anlamını filan hiç bulmadım. bir sürü çıkmaz yola saptıktan sonra kendime bir anlam yarattım, şimdi yeterince mutluyum”.
önceki bölümde, yazmanın bir hedef değil, bir yol olduğunu söylemiştim. elbette yol üstünde ufak hedefler var (altın kalem ödülü, bordo klavye madalyası, vb) ama sonunda 30 dile çevrilecek bir başyapıt yaratma hedefiyle, ne idüğü belirsiz bazı “gerekli şartlar”ın oluşmasını yıllarca beklememeli kimse. seyahat için de fikrim benzer:
sonunda ulaşacağınız bir hayat iksiri, paketlenmiş bekleyen bir adet “hayatın anlamı” yok, yolculuğun kendisi için yoldasınız ve bu süreçte bazı anlamlı şeyler yapabilirsiniz.
gönüllülük
ben de yıllarca başkaları için veya “carpe diem” için geze geze, sonunda kendim için anlamlı bir amaç buldum: toprağın dervişinin, insan hikayelerine olan yaklaşımı hoşuma gitmişti ama kendisi sürekli yolda olduğu için, bu hikayeleri dışardan gözlemliyordu. ben o hikayelerin yeşerdiği hayatların da için de olmayı sevdim, en azından geçici bir süreliğine. bu yüzden gönüllülük yaparak seyahat ediyorum. yani rahibe teresa olduğum için değil, merak ettiğim hayat kesitlerine ulaşmak için gönüllülük yapıyorum.
bunu yapmanın tek bir yolu yok elbet. örneğin bu vesileyle, bazen eski hayatımdaki benle karşılaşıyorum. yani işi gücü parası bol, zamanı az olan insanlarla. değişik bir şeyler yapmak için, kendilerini zorlayarak “voluntourism”i bulmuşlar. en fazla 1–2 haftaları olduğundan, her şeylerini organize eden şirketler aracılığıyla gelip, bir köy okulu inşasına yardımcı oluyorlar, sonra bir sürü fotoğrafla yüklenmiş ve birkaç bin dolar hafiflemiş şekilde eve dönüyorlar. kendilerini çok ciddiye almadıkları sürece sıkıntı yok, üstelik verdikleri paralar da o programları desteklemeye gidiyor.
zamanı parasından ve hırsından bol olanlarsa, bunun daha az endüstriyelleşmiş bir şeklini yapabilirler. bazı yerlerde stö’leri sizi yönlendiriyor, bazı yerlerde ise sistem torrent ağıymışçasına “peer-to-peer” işliyor, yani kişiler birbirlerini buluyorlar (örn: workaway, helpx, wwoof). genelde işler part time oluyor ve ortada pek para dönmüyor. işten kalan zamanınızda turistlik yapmazsanız, hindistan’daki masrafınızla, japonya’daki masrafınız hemen hemen aynı olacak, yani günde bir kaç dolar.
bazen düşünüyorum, önceki hayatımda şirketim beni bir yere danışmanlığa gönderdiğinde, günlüğümü 1500 dolar üzerinden faturalandırıyordu. şimdiki hayatımda ise, pek yer değiştirmezsem, bu parayla yarım sene yaşayabilirim sefalet çekmeden. daha gerçekçi bir senaryonun da çok farkı yok: vizeler, sigortalar, biletler, biraz turistlik, yani herşeyi işin içine katınca aylık 500 dolar masrafımız var. hiç işime yaramayan dandik bir takım toplantısı için, bahreyn’de 3 gün kaldığım otele şirketin 1500 dolar verdiğini hatırlayınca dellenmemek elde değil.
para kısmını bunlardan hiç haberi olmayanlar için yazıyorum, yoksa asıl meselenin o olmadığı bariz. bugün 10 milyon dolarım olsaydı da otelde kalmazdım (belki ayda bir gider, minibardaki içkilerin içini suyla doldurup çıkardım). zira bazen en beklenmedik yerde öyle bir şey oluyor ki…bilgisayar kullanmasını öğrettiğim köylü kızın, ertesi hafta annesinin arkadaşlarını etrafına toplayıp onlara ınternetten şarkı dinlemesini öğretmesini, kadınların yarı şaka, yarı ciddi bu kıza kulak kesilmelerini görmek gibi. bana eski bir yemek yapmasını öğreten yaşlı kadının, ertesi ay cenazesine gidip konuşma yapmak gibi. bir japon köy pazarında meyve sebze satarken tanıştığım teyzelerin, ertesi gün bana kurabiye yapıp getirmeleri gibi… bunlar parayla alınacak şeyler değiller.
bazen bu gönüllülük tecrübelerinin yüzeysel kaldığı da oluyor. mesela bir çiftlikte alt tarafı bir haftalığına çalışan düzinelerce turistten birisin, yerel hayatla kaynaşamıyorsun, ev sahibini zar zor görüyorsun. bu tip durumlarda benim büyük bir şansım var, o da yazarlığın ve gönüllülük bazlı seyahatin, birbirlerini tamamlamaları. ilki uzun dönem bir amaç getiriyor, ikincisi ise gündelik hayatı anlamlı kılıyor, ayrıca hikayeleriyle belki ilerde yapacağım bir projeye malzeme oluyor.
eğer 20 yaşında, enerji, hırs ve fikir dolu biri olarak, haritaların unuttuğu bir köyde çalıssaydım, günün kalan saatleri bana bir vakit israfı gibi gelebilirdi. belki ilk ay değil ama üçüncü beşinci ay, bu histen kaçmak iyice zorlaşabilirdi. şimdiyse deliye her gün bayram, bana her yer ofis. (işin komik tarafı, asıl 20 yaşındayken zamanınız bol ve muhtemelen zaten onu israf edeceksiniz, yani her halükarda korkacak pek bir şey yok)
ahlaksız teklif
genel çerçeveyi anladık, seyahat isteğinin altını üstünü doldurduk. bu seyahatlerin detayından bahsetmeyeceğim, oralara girersek bu dizi bitmez, ama senaryoda son bir sürpriz var, onu anlatmam lazım.
yolculuğumun ilk durağı bir düğündü (benimkisi değil, bir arkadaşınkine bakıp çıkacaktım). yani ironik olarak düzenin, yerel hayatın simgesi olan bir tören. oradaki görece konfordan sonra, sıcak suyun lüks sayıldığı ve hamamböceklerine isim vermenin adet olduğu (o kadar büyük olunca “aaayyyyy bu neeee!” diye hitap etmek ayıp oluyor, alındığını görüyorsun) bir hayata geçiş, sandığımdan çok daha kolay oldu.
tam bunun rahatlığın ve yeni şeyler öğrenmenin heyecanının zevkini çıkarıyordum ki, yakın geçmişten bir yankı duydum: eski müşterilerim cazip bir teklifle, onlar için serbest çalışmamı istiyorlardı. yeni alıştıgım hayattaki sıfırlardan daha şişman sıfırlar öneriyorlardı. ve ben hayır diyemedim…
(sezon finali, bu viraj ve sonrasında himalayalara giden son düzlük hakkında)
kariyerinizi çöpe atma rehberi #7 - dağlar dağlar
dizinin başlarında, yapı itibariyle huzursuz, şartlar itibariyle rahat biri vardı. kurumsal hayatın piramidini tırmandıkça değişik tuzaklarla karşılaştı. bölüm sonu canavarı iyice sinsiydi: gelir artıyor ama çalışma şartları yaşam kalitesini düşürüyordu. tam level atlayacakken oyunu bıraktı. bu yola gözü açık, elinde hesap makinesiyle girmişti: boşalan zamanıyla yapacaklarını ve bunun maliyetini hesaplamış, istifadan sonra da, yeni hayatın ilk şoklarını atlatır atlatmaz, bu hedefleri gerçekleştirecek bir düzen oturtmuştu. yıllardır aklındaki iki hedef olan yazmak ve seyahati, klişe biçimlerde değil de daha olgun bir halde birleştirmenin yolu olarak, gönüllülüğe başladı. yeni hayata uyum sağlamak sandığından kolay olmuştu ki, eski işi ona reddedemeyeceği bir teklif yaptı. (sonra da kendinden 3. tekil şahıs olarak bahsetmeyi bıraktım)
geçmişe dönüş
“just when you thought you got out, they pull you right back in”?—? godfather ııı
insanın eski alışkanlıklarını bir çırpıda bırakabileceğine bu kadar çabuk inanması, acımasız bir şaka olmalı. eski işimin bana şimdi uzattığı olta, olduğum yerden serbest çalışmaktı. bu da yeni bir şey değildi gerçi. jübilesini yapmış bir oyuncunun tek tük sahaya çıkması, emekli olmuş bir politikacının konuşmalara davet edilmesi gibi, ben de kariyeri çöpe attıktan sonra bir iki kez çöpten çıkarıp bulabildiğimi yemiştim: tek günlük işler, bir iki saatlik telefon görüşmeleri, “abi bi de zahmet olmazsa şuna da bakalım”lar…eski müşterilerin yarım kalmış işlerine yapılan ufak makyajlardı bunlar.
hızlı değişen sektörlerde, bilgi birikimi birkaç ayda küflenmeye başlıyor, sonra da kullanılmaz hale geliyor. son kullanma tarihi geçmeden o birikimden tek tük istifade etmek, yeni hayatımı ele geçirmediği sürece, makul bir yoldu. fakat işlerin o şekilde kalmayacağını hesap edememiştim. çok geçmedi, öncekilere kıyasla zor ve ciddi bir proje teklif edilmişti. günlerimin çoğunu alacaktı ama giderlerimi de fazla fazla karşılayacaktı. üstelik başarılı olursak, alt tarafı bir hafta sürecekti.
bu dizide yazdığım şeyleri, o sıralar sırasıyla bir çırpıda düşünemediğim için, bu tuzağa kolayca düştüm. yağmur ormanının ortasından “evet” dedim, maymunlar da keh keh güldüler. çünkü bu işin bir numaralı kuralını unutmuştum: iki hafta sürmesi gereken hiçbir proje iki hafta sürmez.
bulantı
ne zamandır ilk defa o vpn’i açıp sistemlere bağlandığımda, içimde oluşan bulantıyı tarif edemem. bir raddeye kadar bu normal, sonuçta aldığım kararın ne kadar doğru olduğunu teyit etmek için her fırsatı kullanacaktı beynim. fakat bu kadarını da beklemiyordum. işi yaparken, yılların alışkanlığıyla parmaklarım otopilota bağlıydı ama ağzım da sanki bir lağım çukuruna, sürekli küfrediyordum. (ne hortumu, kanalizasyon borusu bağladılar). o kaddddar anlamsız geliyordu ki şimdi o ekranlar, o hedefler, telefondaki sesin makineli tüfek ateşi gibi bana doğrulttuğu o teknik jargon…
sanırım asıl sinirim, işin kendisine değil, yıllarca onla uğraşmış olmama yönelikti. belki daha erken çıkamazdım çeşitli pratik sebepler yüzünden, ama salt işimi ortalamanın biraz üstünde iyi yapabiliyorum diye, şunları aslında hiç sevmediğimi kendime bile yıllarca itiraf edememiş olmama kızdım.
elbette bazen tatmin bulmuştum bu işten. stresin de ödülün de büyük olduğu zamanlarda, her şey yaver giderse, “borsa çökmüştü ben kaldırdım” gibi mini-süperkahramanlıklar mümkündü. veya:
“ülkenin en büyük bankasının atmleri çalışmıyordu, ben halledene kadar bir yandan herkese para dağıttım”.
“hastane kayıtlarına erişim yoktu, girdim veritabanına, kafama gelen tanıları teşhisleri doldurdum, belki hayat kurtardım”.
“askeriyenin iletişimleri donmuştu, nolur nolmaz diye füze rampasını hackleyip bir iki savaş başlattım, sonra özür diledim”…
ama genelde işler böyle dramatik değildi. proje döngüsü uzun olduğundan yaptığın işin sonucunu aylar sonra -o da belki- görebiliyordun. oysa bir yazılımcı olsaydım, yarattığım şey çalışır çalışmaz beni mutlu ederdi. illa bir ürün haline gelmesine bile gerek olmazdı tatmin bulmam için. amelelik yaparken, inşa ettiğimiz kulübenin içine ilk defa girip oturduğumuzda ve başımıza çökmediğine kanaat getirdiğimizde hissettiğimiz tatmin gibi olurdu bu. bu da bir denge hesabı nihayetinde: işler üretim safhasından soyutlaştıkça daha az tatminkar oluyorlar. ama para da her zaman, soyut hizmetlerde ve özellikle satış kısmına yaklaşınca artıyor.
tezat
daha ilk günden işleri ters gitmeye başlayan projeyi yaparken, tezat iyice belli olsun diye sanırım, bir yandan da en iyi öğretmenlik işlerimden birine sahiptim. bir grup bebeye ınterneti öğretiyordum. hem de temelinden, tcp/ıp filan. işlerine yarayacağından değil ha, sonuçta grafik tasarımla ilgilenen çocuklardı, ama tüm günlerini geçirdikleri bu platformun yapısını öğrenmenin zevki yüzünden. tıpkı tüm gün resimle uğraşan birinin renkler ve elektromanyetizma hakkında bir şeyler öğrenmesi gibi. insan kanıksadığı şeylerin ardında yatan tekniği, tarihi ve bazen de tesadüfleri öğrenince, hayatı nasıl da zenginleşiyor.
üstelik bu çocuklar zehir gibilerdi. onların öğrenimi ve aldıkları zevk, benim somut üretimimdi ve başarısını anında görüyordum. sanırım öğretmenliği, onca zorluğuna rağmen, birçok insan için çekilir kılan da bu. günün yarısı böyle geçince, diğer yarısında yaptığım o “aşırı profesyonel” işlerin manasızlığı daha da belirginleşiyordu.
başkasının sorunu
şimdi size bir tavsiye vereyim: ucu açık işe evet demeyin. murphy yasası var malum, ucu kapanmama ihtimali olan her iş, illa ki kapanmadan devam edecektir. benim o sözde bir haftalık iş hem uzadı, hem de başarılı oldu mu olmadı mı belli olamadığından, fazladan koyduğum mesainin karşılığı da yoktu. hatta tepeden birileri tarafından her an kapatılma ihtimali de baş göstermiş, onu bile bile her gün uğraşyorduk. düşünsenize, dünyada şu anda kaç kişi, gerçekleşmeyeceğini veya bir işe yaramayacağını bildiği projelere, sırf atılmamak için veya para için aylarını harcıyor. sanırım bu grup, işinin somutluğuna ve pratik yararına inanan gruptan daha büyüktür.
projenin takvimi, ormandaki nemden de boğucu hale geldiği anda, “şansım yaver gitti” ve proje tepeden askıya alındı. çalışmıyordu ama utanç verici bir durumda da değildi. artık başkasının sorunu olacaktı. “somebody else’s problem”. işte tatmin! bir şeyi, başkasının problemi haline getirirken para kazanmak. moralim düzelsin diye ertesi gün çocuklara verdiğim dersi biraz uzun tuttum.
biten proje daha büyük işler için bir denemeydi ve inanılmaz biçimde, işveren performansımdan memnun kalmıştı. diğer proje tekliflerine cevabımı ormanda verdim, internetimi kapayarak. (ödevimi maymun yedi örtmenim)
ingilizcede buna “blessing in disguise” denir. “her işte bir hayır vardır” kadar iyimser olmasa da, kötü gözüken bir olayın getirilerine dikkati çeken bir deyim. benim için bu olayların getirisi, kafamın tamamen rahatlaması, içimdeki “acaba?” kırıntılarının soykırıma uğraması olmuştur. son projem olduğundan emindim, öyle de kaldı.
bağlar bağlar
bu olaydan kısa bir süre sonra, hala proje parasının peşinde koşarken, ormanı bıraktık ve bir bağda bulduk kendimizi. bu bana, zamanında kafamı epey kurcalamış bir anımı hatırlattı. sanırım staj için bir mülakata çağrılmıştım, uçakta ona hazırlanmaya çalışıyordum. yanımdaki kişi bir süre gözucuyla notlarıma bakmış, sonra işveren rolüne bürünüp sorular sormaya başlamıştı. gayet de nokta atışı teknik sorular. bir an kendimi kaybettim, hakikaten o an mülakat oluyorum sandım.
meğer eleman mıt mezunu bir mühendismiş. harvard’dan da mba’ini almış. creme de la creme..ve hatta bir tane daha de la creme. tüm kapılar ona açıkken, dev bankalardan birinde kısa bir süre çalışmış. sonra ne yapsa beğenirsiniz? tüm kariyerini bırakıp bir köye yerleşmiş, evet. tabii köyü italyada, şarap bağlarıyla dolu bir köy olunca, kararı çok da şaşırtmıyor insanı.
(ben zaten bu italyanları anlamıyorum kardeşim. öyle bir yerde doğup büyümüşsün, ne gereği var boston’a gelip kıçını dondurmaya mıt’de okumak için? italya’yı bırakan her italyan, insanlığın geri kalanına atılmış bir tokattır)
üzümleri toplarken bunu düşündüm, sadece creme’dim belki ama burası da italya değildi, benzer bir değişimi yaşıyordum. orada bir müddet kaldık. benden yaşlı, benimkinden daha iyi kariyerleri bırakmış insanlarla da tanışınca iyice rahatladım. bazıları ailecek sürdürüyordu bu hayatı. merak ediyorum bu şekilde yetişen bir çocuk nasıl uyum sağlar hayata?
tanıdık yüzler
takip eden aylarda değişik değişik işler yaptım. hayatımın kalanında görmediğim kadar gündoğumu ve günbatımı gördüm. geceleyin gökyüzünün neye benzediğini unutmuştum, her gece doyasıya baktım. hayvanlarla bitkilerle yaşamayı öğrendim biraz. bazen sıkıldım ama hiç huzursuz olmadım. çok sayıda güzel insan, az sayıda çok güzel insan tanıdım, hiç çirkin biriyle karşılaşmadım.
girdiğim yolun doğru olduğundan emin değilim, ilerde pişman olmayacağımın da bir garantisi yok, hele ki ciddi bir sağlık sorunum olursa. ama en azından hangi yolda olmamam gerektiğinden eminim.
ama yoruldum. fiziksel olarak değil, zihinsel olarak. tam bir yere bağlandığın, manalı ilişkiler kurduğun, oraya alıştığın anda başka yere gitmek ve yeniden başlamak, bir süre sonra zor geliyor. sürekli tek gecelik ilişkiler yaşamak yerine veya aynı kişiyle bir yastıkta kocamak yerine, arada derede kalmışların duygusal olarak yorulmalarına benziyor bu.
neredeyse bir seneden sonra biraz ara vereceğim. insanın dönecek bir evi olması, tanıdık yüzler görecek olması güzel. hayatını bir şehre, bir çevreye bağlı geçirmeyi eskisi gibi küçümsemiyorum artık. manalı ilişkiler kurmak, bir sosyal çevre içinde varolmak, arada sırada dışarı çıkıp hava alabildiğin sürece güzel bir his. eskinin aksine, insanın açık fikirli olması için illa 50 ülke görmüş olmasına da gerek yok artık, ınternet sağolsun. ama biliyorum, biraz dinlenir dinlenmez ve kitabı basar basmaz, ilk fırsatta bir sonraki gönüllülük seferini planlamaya başlayacağım.
dağlar dağlar
nihayet! saatler süren bir yolculuk sonu, geceleyin nepal’in batısında bir köye varmıştım. elektrik yoktu. pek bir şey belli olmadığından, akşam yemeğinde diğer gönüllüye buradan memnun olup olmadığını sordum. “ben 1 haftalığına geldim, 3 aydır buradayım, vizem bitmese daha da kalırdım” dedi. sabahın 6'sında uyandığımda karşımdaki manzarayı görünce anladım onu: bir tepedeydik. önümüz, göz hizamızda gezinen bulutlarla dolu yemyeşil bir vadi. karşıdaki tepelerse, pirinç tarlalarının kat kat teraslarıyla kaplılar ve arkalarında, himalayaların karlı zirveleri asılı. gözümü alamadım. bunu fotoğraflara hapsetmeye çalışmak nafileydi. istemsizce “ben bu manzaraya karşı bok bile yerim” dedim içimden.
bok yedirmediler ama öğleden sonra vereceğim derslerden önce, sabah sabah bir kova sığır tezeğini elime verdiler, karmam için. yalan yok, en az bir keyboard kadar yakışmıştı ellerime.
dileklerinizi dikkatli seçin, gerçekleşebilirler.
fida film sundu.