İnsanların Konuşma Kabiliyetinden Önce Bile Var Olduğu Tahmin Edilen Aşkın Kısa Tarihi

Aşkın hangi yollardan geçerek günümüze geldiğinin kısa özeti, buyrun.
İnsanların Konuşma Kabiliyetinden Önce Bile Var Olduğu Tahmin Edilen Aşkın Kısa Tarihi
Old Boys (2018)

aşk, insanlık tarihinin en kadim ve en evrensel duygularından biridir. onun izlerini mağara resimlerinden modern pop kültürüne, antik şiirlerden günümüz dijital flört uygulamalarına kadar her yerde görebiliriz. bundan kaynaklı aşk, yalnızca bireysel bir his değil; toplumların inşasında ve kültürlerin şekillenmesinde ve hatta insan davranışlarının da en merkezinde bulunur.

şimdi bu afilli tanımdan sonra hemen uygun bir şarkı açalım da konumuza girelim


peki bu tutku ve ya vücudumuzda patlayan kimyasal balon nasıl oldu da bu kadar ruhumuza işleyip tarihler boyu bizimle evrimleşerek seyahat etti?

taa en başa dönecek olursak antropolog helen fisher’a göre aşk, yalnızca duygusal değil, evrimsel bir güdüdür. aşkın hissetmeye başladığı ilk dönem, belki de konuşmadan çok önceye kadar uzanır. bu da bizi biz yapan duygunun aklımıza mıh gibi çakılmasından sonra ilk başta toplumsal alanlara sirayet ederek çeşitli patikalar oluşturacaktır; yani kabilelerden imparatorluklara, dinlerden modern bireyciliğe kadar birçok biçime evrilecektir.

Helen Fisher

ilkel kabilelere baktığımızda aşkı romantik bir olgu gibi görmek biraz manasız olacaktır. çünkü bu toplumlarda duygusal bağlılıktan çok üreme, soyun devamı ve kabile içi dengenin korunması gibi faktörler ön plana çıkacaktır. evlilikler ya da birleşmeler daha çok topluluk içindeki dinamikler tarafından düzenlenmekteydi.

tabii ki bu, aşkın duygusal yönünün hiç olmadığı anlamına gelmez. aynı hayvanlar gibi eski kabilelerde yapılan bazı dans ve şarkı törenleri, bireyin partnerine yönelik yaptığı hediye ve kur yapma biçimleri sevgiyi ve özlemi dışa vuran sembolik aşk gösterileridir.

yazıyla beraber aşk'ta bir kırılma noktası olmuştur ve evriminin ilk basamağına taşınmıştır (unutmayın gençler mektup/şiir her zaman işe yarar). ayrıca bu duygu insanlardan çıkarak tanrılara sirayet etmeye başlamıştır. çünkü bu karmaşık kimya deneyini insanlar bir şekilde anlamlandırmaya çalışmışlardır. bundan kaynaklı aşk ilahi bir boyuta geçerek tanrıların bir armağanı veya laneti gibi görülmeye başlamış ve bir çok uygarlıkta aşk tanrıları/tanrıçaları ortada fink atmaya başlamıştır.

şimdi şiir her zaman işe yarar demiştik değil mi? hemen bir taşla iki kuş vurarak yazıya tanrısal bir şiir ekleyelim. sümerler’de inanna, aşk ve savaş tanrıçasıdır. aynı anda hem sevgi ve şehvet, hem de ölüm getirebilirdi.bundan kaynaklı aşk tanrıçası inanna ile çoban tanrı dumuzi’nin kutsal evliliği, her yıl düzenlenen törensel bir ritüelde yeniden canlandırılırdı. bu ritüelle alakalı ilk aşk şiir aşağıdaki gibidir.

damat, kalbimin sevgilisi
güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı
aslan, kalbimin kıymetlisi
güzelliğin büyüktür, bal gibi tatlı

damat, seni okşayayım
benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır
yatak odasında bal doludur
güzelliğinle zevklenelim
aslan seni okşayayım
benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır
damat benden zevk aldın,
anneme söyle, sana güzel şeyler verecektir.
babam sana hediyeler verecektir.

sen, beni sevdiğin için,
lütfet bana okşayışlarını,
beyim tanrım, beyim koruyucum,
tanrı enlil’in kalbini memnun eden şusin’im
lütfet bana okşayışlarını


neyse tekrardan tanrılara dönecek olursak, dünyada en çok bilinen eros ve afrodit yunan mitolojisindeki aşkın markalarıdır. aşkın tanrılara atfedilmesinin nedeni büyük bir ihtimalle korkutucu bir tarafının olmasıydı çünkü antik yunan'da aşk, tek boyutlu bir duygu olarak görülmezdi. bilakis aşk; şehvet ve cinsellikle aklı karartan bir güç, insanı tanrılara başkaldırtan bir delilik, ama aynı zamanda ruhları arındıran kutsal bir özlem olarak bilinirdi. bundan kaynaklı aşk hem bir armağan hem de bir ceza olarak tanrılardan insanlara verilmiş bir armağan olarak görülmekteydi.

yine platon’un şölen adlı eserinde aristofanes şöyle der: “insanlar eskiden dört kollu, dört bacaklı, iki yüzlüydü. tanrılar onları ayırdı. o günden beri herkes, eksik yarısını arar.” işte bu mit aslında, aşkın daha çok fiziksel bir bağlanmaya bir özlem olduğu gibi hem de doğa üstü bir yapısının olduğunun bir göstergesidir.

ve yine platona göre aşk bir merdiven gibidir yani basit bir cinsel arzudan doğar ama doğru şekilde yönlendirilirse güzelliğe yönelir. bu gün bizim bildiğimiz platonik aşk bu prensipten yola çıkarak hayatımıza girmiştir.

zaman ilerledikçe aşk da yolunda ilerlemeye devam etti tabii ki

insanlık orta çağa geldiğinde yeni inanışlarla beraber aşk kutsaldan sapkınlığa dönüştü. çünkü aşk, daha çok fiziksel bağlanmayla bağdaştırıldığından artık yalnızca bireysel bir hissiyat değil; dünyevi bir tutku arasında sıkışmış karmaşıklıklar bütünü olmuştu. bundan dolayı disiplin altına alınması gereken bir duygu gibi görülmeye başlandı. bundan kaynaklı orta çağ boyunca aşk; bazen bir suç, bazen bir ibadet, bazen ise insan ruhunun en derin çatışması olarak karşımıza çıkmaktadır.

rönesansla birlikte insan tanrı merkezli bir evrenden koparıp birey merkezli bir dünyaya yeniden doğdu diyebiliriz. aşkta bu durumdan nasibini alıp, hızlı bir şekilde estetikleşme ve şiirselleşme yoluna girdi. böylece aşk, artık tanrı için bir yol değil, insanın kendini keşfetme aracı olarak görülmeye ve beden artık günahkar değil, güzel ve kutsal bir yapı olarak kabul edilmeye başlandı. sonuç olarak sanatçılarda işin içine girince artık aşk; şiirlere, şarkılara ve resimlere dönüşmeye başladı. böylece romantizm dediğimiz kavramın temelleri atılmış oldu.

ilerleyen dönemde aşk, romantizm ve estetik görüş, devlet ve kraliyet gibi kurumların oturmasıyla başka bir boyuta evrilmeye başlayacak. yani biraz açmak gerekirse 17. ve 18. yüzyılda avrupa’da akıl ve bilim daha da ön plana çıkmaya başlayarak aşk'ı artık duygusal bir coşku değil, toplumsal düzenin bir parçası olarak karşımıza çıkarır. artık aşklar daha doğrusu evlilikler daha çok ekonomik ve siyasi anlaşmalar halini dönüşerek aşk, evlilikten önce yaşanan geçici bir zaaf ya da tecrübesizlik olarak tanımlanacaktır.

fakat 18. yüzyılın sonlarına doğru yine sanatçılar ve felsefecilerin etkisiyle aydınlanma’nın akılcılığına karşı bir tepki olarak doğan romantizm düşüncesini aşkın en ortasına koyarak, duygunun akla, bireyselliğin toplumsal kurallara karşı yükseldiği bir düşünceye sürükleyecektir. artık aşk tek bir kelimeden fazla anlamları da içinde bulundurarak saf bir mutluluk değil, çileli bir özlem ve kayıp duygusuyla yoğrulmuş bir melankoli taşımaya başlayacaktır. bunun en güzel örneğini goethe'nin “genç werther’in acıları” kitabında görmekteyiz.


burada aşkın artık başka konular içine girdiğini de görmekteyiz

örneğin moda gibi; avrupa’da gençlerin mavi ceket ve sarı pantolon giymesine yol açmıştır. (werther’in kıyafetleri)yine bazı ülkelerde intihar vakalarında artışa neden olmuştur. hatta werther hastalığı olarak bilinen bir kültürel fenomen başlatmıştır. görüldüğü üzere buradaki aşk evrimleşerek tüketim yaptıran, aklı devreden çıkaran, bireyi yalıtan bir tutkuya dönüştürmüştür.

19. yüzyılın sonunda aşk artık edebiyat ve sanatla sınırlı değildir ve duygusal karmaşık kokteyl bilim ve psikoloji de merak konusu uyandırarak bu duyguyu açıklamaya çalışacaktır. sigmund freud, aşkı bilinç dışının bir yansıması olarak görerek aşık olmayı, çocukluk arzularının yeniden sahnelenmesi, anne veya baba figürünün yeniden canlandırılması ve bastırılmış dürtülerin geçici özgürleşmesi gibi kriterle açıklayacaktır. yine carl jung aşkı, bireyin ruhsal bütünlüğe ulaşma yolculuğu olarak yorumlayacaktır. yani bu günlerde aşk hastalanmıştı :)

ardından gelen i. ve ii. dünya savaşı gibi savalar aşkı da etkilemişti. aşk artık mektuplara tutunmaya başlamıştı. aşk mektuplara tutunurken cephedeki askerler de evdeki sevgilisine bu şekilde tutunacaktır. bu mektuplar sayesinde aşk artık iyice kişiselleşmeye başlamıştı her insan artık aşkını farklı boyutlarda tarif etme hakkını ele almıştı. (bkz: un long dimanche de fiancailles)

ardından jean-paul sartre ve simone de beauvoir düşünürler hem aralarındaki aşkı hem de aşk kavramını farklı boyuta iteceklerdi. onlara göre aşkları tek eşli romantik ideallerin ötesinde yaşanmalıydı ve düşünceleri ya da aşkları açık ilişkiye dayanırken, evlilik bağının dışında ve ömür boyu olmalıydı ve birbirlerinin hayatına yön verir ama sınır koymaz kriterleri içindeydi. yani kabaca seni seviyorum ama sana ait değilim formatındaydı. bu bakış açısı, buraya kadar yazdığımız klasik aşk anlayışını altüst ederek. aşk artık sahip olmak değil de, birlikte var olmak isteyenlerin alanına evrimleşmişti.(bkz: jeux d'enfants)

günümüze yaklaşırken 1900'lü yılların ikinci yarısında hippi kültürü ve karşı kültür tabir edilen düşünce aşkı daha çok özgür hale dönüştürdü. tabii ki burada doğum kontrol haplarının yaygınlaşması, bekaret gibi terimlerin sorgulanması ve cinsel özgürlük gibi kavramlar, aşkı kişisel bir özgürlük alanına dönüştürdü. artık aşk sadece evlilikle sınırlı bir değildi ve kadınlar da cinsel isteklerini yani aşklarını açıkça ifade eder bir duruma dönüşmüştü.

günümüzde ise aşk yeni bir boyuta taşınarak, dijitalleşme, metalaşma ve algoritmalar içine girmeye başladı. yani dating uygulamaları, aşkı hızlı tüketilen bir ürüne çevirdi. algoritmalar veya yapay zeka gibi aletler aşkı ölçmeye ve insanları eşleştirmeye başladı. artık aşklar daha hızlı başlıyor ve daha çabuk bitiyor diyebiliriz. artık insanlar arasında bağ kurma kapasitesi düştü ve aşk görsel performansa ve imaja bağladı. (bkz: her (2013))


neyse uzun bir yazı oldu sanırsam, sonuca gelecek olursak

aşk, insanlık tarihinin hem en eski hem de en değişken duygularından biridir. ilkel topluluklardan bugünün dijital çağlarına kadar aşk, zamanın ruhuna bürünerek her dönemde farklı anlamlar kazanmıştır: bir ritüel, bir tanrı buyruğu, bir günah, bir devrim, bir ilham kaynağı, bir acı, bir arayış ve nihayet insanın beynindeki karmaşık kokteylinin sesidir...

kaynak: 1 / 2 / 3 / 4