Hükümdarlıktan Kendi İsteğiyle İstifa Eden Roma İmparatoru: Diocletianus
tacitus, "monarşinin barış için gerekli olduğunu ancak bu özgürlüğün bedelininse şiddet ve düzensizlik olduğunu" bir imparatoru işaret ederek tespit ediyordu. üçüncü yüz yıl roma imparatorluğunda mor erguvanı giyen her hükümdar öldürülüyordu. askerin çok güçlü olduğu ve sürekli ihanet ettiği bir imparatorluk nasıl ayakta tutulabilirdi? işte tam bu noktada roma tarihinin en reformist hükümdarı olan ve tarihte ilk defa hükümdar olarak istifasını deklare eden diocletian dan bahsetmemiz gerekiyor. yapmış olduğu reform ile dünya tarihine yön veren ve dolaylı yoldan bizans imparatorluğu'nun kuruluşuna zemin hazırlayan, kölelikten hükümdarlığa yükselen diocletian'ın yapmak zorunda olduğu reformlar ve bunun yıkıcı ekonomik sonuçları güzel bir yazıyı hak etmektedir.
edward gibbon, diocletian'ı tarif ederken: "imparatorluğun en az üne kavuşmuş ancak saltanatının parlaklığıyla öncüllerini geride bırakan bir imparator olduğunu" söyler. hakkında çok bilgi yoktur; babası bir köleydi ve özgürlüğünü elde ettikten sonra yazıcılık yaptı fakat oğlu diocletian bugün hırvatisatan'da yer alan dalmaçya'nın bağrından kopup askerliğe gönül vermişti. doğuştan askerlik yeteneği o'nu pers savaşlarında ön plana çıkartırken bir yandan da kendisine şan, şöhret ve saygınlık getirdi. konsüllük rütbesini elde ettikten sonra saray muhafızlarının komutanı oldu ve lejyonerlerin saygısını kazandı. aurelian, probus ve karus gibi imparatorlar her ne kadar yetenekli olsalar da gereken reform adımlarını atamadıklarını düşünüyordu. imparatorluk çok genişti: bir devletin gücü, sınırlarını kontrol edebildiği kadardı.
gaius aurelius valerius diocletianus mor erguvanı giyip, augustus ünvanını aldığında yıl 284 idi ve kendisini marcus aurelianus'un bir gölgesi gibi görüyordu. ilk büyük reformunu roma imparatorluğu'nun yönetim biçimini değiştirerek yaptı; sahip olduğu gücünden feragat etti. augustus'tan beri mutlak monarşi ile yönetilen imparatorluğu ikili yönetim sistemine geçirdi. tahtını maksimianus ile paylaşmak için ona caesar ünvanını verdi. maksimianus, diocletian'ın hem silah arkadaşı hem de yakın dostuydu. kendisi imparatorluğu boyunca izmit ve kayseri'ye konuşlanırken; maksimianus ise avrupa'da konuşlandı. diocletian'ın temeldeki planı imparatorluğun çok geniş topraklara sahip olması dolayısıyla iki başlı bir şekilde yönetmek ve güç ve sorumluluğu paylaşmaktı. maksimianus biraz hödük ve acımasız olduğu için çok güvenilemeyecek bir karaktere sahip olduğunu kısa sürede anladı. ikili sistemle de yetinmeyen diocletian verdiği bir kararla dörtlü yönetim sistemine geçilmesi gerektiğini söyledi. bu yüzden doğu'da ve batı'da yer alan iki ana imparatorun birer tane varis seçme hakkı doğdu ve hem diocletian'ın varisi olarak general galerius, maksimianus'un varisi olarak da konstansius atandı. böylece dört ana ordu hem darbe teşebbsünde bulunamayacak hem de dört farklı imparator birbirine düşman olamayacaktı. yani bir başka deyişle bugün çoğunluğun bildiğinin aksine roma imparatorluğu ilk önce ikiye değil, yasal olarak dörde bölündü.
bu reformlarla yetinmeyen diocletian hem sınır güvenliğini korumak hem de askeri birliklerin birbirine olan tahakkümün güçlendirebilmek için mobilitesi yüksek 20 yeni lejyon birimi kurdu ve her birime en az 1000 asker yerleştirdi. ülke sınırlarının çok byük olduğunu bilen imparator, ülkenin içindeki şehir merkezlerine de vicarri denilen sivil yöneticinin yanına birer tane de dux adında general atadı. şehirleri sivil ve askeri yönetimle birlikte idare etti ve böylece kronik olan iki sorunu çözerken (sınır güvenliği ve iç güvenlik) aynı zamanda farklı bölgelerdeki dengeli kuvvetteki lejyon birliklerinin olmasıyla da ilerde olabilecek bir darbe girişimini engelledi. temel anlamda diocletian, gücü bölebildiği kadar bölmüştü ve çıkarları çatıştırmaya çalışmıştı. böylece impartorluk, 20 sene boyunca şiddet açısından iç huzura erişti ve biraz daha stabil hale geldi.
roma, dört imparatorunun olmasının en önemli meyvesini şüphesiz ki britanya topraklarındaki isyanın bastırılması esnasında görmüştür. britanya, sezar'ın fethettiği topraklardı. julius sezar britanya halkını üçe ayırmıştı: boş inanç pompalayan rahipler, askerleri finanse eden soylular ve hiç bir işe yaramayan halk. gün geldi, bu halk öyle bir ayaklandı ki; ellerindeki sabanlarını yaktı ve braveheart ruhunu ortaya çıkarttı. köylüler asker olup kılıç kuşandı, çobanlar ata binip süvari oldu ve bağımsızlık ilan edildi. bu toprakların başına da rüşvetçi karausius geldi. çomar, çomar vasfına haiz olduğu için rüşvetçi bir adamı başa getirmekten çekinmedi. işte küçük yetenek konstansius'un ilk görevi bu rüşvetçinin elinden britanya'yı almak oldu. sadece üç sene içinde büyük bir donanma kuran konstansius savaşa hazırdı ancak carasius savaştan önce vefat etti. haberi alır almaz hazırlıklarını tamamlamadan bunu bir fırsat olarak değerlendirdi ve britanya'ya saldırdı. rüşvetçi karasius'un yerini alan allektüs'ü hezimete uğrattı, britanya'yı tekrar kazandı. roma'ya isyan eden aynı halk peki ne yaptı? sokaklarda alkışlarla bu küçük ceaser'ı londra'da karşıladı. halk, on yılın sonunda roma'yı tekrar londra'da görmekten mutluydu...
rüşvetçi carausius özellikle kuzey sınırlarındaki barbarları altınlarla beslemiş ve galya'da roma'ya karşı kışkırttığı yetmezmiş gibi bir de donanma kurdurtmuştur. kara topraklarındaki bu barbar istilasını savuşturan konstansius iken kuzey afrika sularında cermenleri yok eden maksimianus oluyordu.
mısırlılar başkaldırdı. iznik'te bulunan imparator, tüm birliklerini iskenderiye'ye sürmek zorunda kaldı. iskenderiye'yi tam 9 ay boyunca kuşattı, kuşattığı şehre o kadar büyük kin güttü ki; şehrin duvarlarını yıktığında "bu şehirde akacak olan kanın, atımın dizlerine kadar gelmesini" istiyorum emrini verdi. hain caracalla'nın bu şehri kılıçtan geçirmesi henüz hafızalardan silinmemişti. ancak tam bu esnada, atı bir cesede çarparak tökezledi. tökezleyen atın dizleri kan oldu ve diocletanus bu emrinden vazgeçti. böylece diocletianus'un atı, şehri kurtardı ve iskenderiyeliler şehri kurtaran bu atın bronzdan heykelini yaptılar. muhtemelen tarihte verilmiş en büyük gözdağını vermiş olabilir, zaten iskenderiyelilerin psikoloji senelerce toparlanamayacaktı.
bu esnada ermenistan kralı tridat, pers imparatorluğundan aldığı paralarla sürekli roma'ya saldırıyor ve büyük bir tehdit oluşturuyordu. imparatorluğun doğusunda diğer küçük caeser galerius, ermenistan'ın üzerine yürümeye karar verdi. roma ordusu büyük bir bozguna uğradı. savaş meydanında giydiği parlak zırhı kendisini ele vermişti ve ermenistan kralı bu romalı galerius'unpeşine düştü, onu aynı zavallı valerianus gibi esir etmek ve katletmek istiyordu. romalı'nın atı yaralanmıştı, yorgun ve bitap düşmüştü. uçsuz bucaksız bir çorak toprakta, fırat'a ulaşmaya çalıştı. peşindeki adamları hala atlatamamıştı. fırat'ı gördüğü zaman düşünmeden nehre daldı ve bir umutla akıntının kendisini karşıya geçirmesini diledi. ağır zırhını çıkarttı, şanslıydı ki akıntı kendisini karşıya sürükledi. daha sonra nasıl kurtulduğu bilinmiyor. galerius, diocletianus'a sığındı. imparator onu kızgınlıkla karşıladı; bozguna uğrayan varisini yüzlerce metre yanında yürüttü ve onurunu kırdı ancak yine de o'na bir şans daha tanıdı ve ordu komutanlığını tekrar bahşetti. diocletianus'un öfkesi dindi, büyük bir hırsla antakya'ya konuşlandı ve öncü birliklerini suriye'ye yolladı. bu sefer roma ordusunun başkomutanı diocletianus idi. vahşi gotlardan ve illirya'dan getirdiği tecrübeli askerlerden oluşan 30.000 kişilik bir şampiyonlar ligi kadrosu kurdu; fırat'ı geçti. persliler bir öncei zaferin sarhoşluğuyla kamp kurmuşlardı. atları bağlı, zırhları atların üzerindeydi. galerius, yanına aldığı iki süvariyle pers kralının kampını bizzat gözlemledi ve çok geçmeden baskın yaptı. kral nerses, kaçtı ancak tüm askerleri kılıçtan geçirildi, ordusu bozguna uğradı ve tüm eşleri/çocukları esir olarak roma kampına getirildi. galerius, uğradığı bozgunu telafi etmiş; diocletianus ise bu savaşı masada da kazanmıştı. ermenistan'ı tahakkümü altına aldı ve senelerce sürecek bi barışa imza attı.
iç ve dış mihrakları başarıyla savuşturan diocletian, tam bir reform manyağıydı. reform, reform ve reform olarak sürekli reform tasarlıyordu. hukukta reform, ekonomide reform, orduda reform, yönetimde reform... sahi reform demiş miydim? yukarıda da bahsettiğim gibi asker ve sivil kariyerleri birbirinden ayırdı, şehirleri yerel yönetimlere böldü ve askerleri sınır güvenliğini sağlamak için yeni birimlerle donattı ve dört imparatorun özel ordusu oluşturuldu.
diocletian öncesi 390.000 olan asker sayısı; 580.000'e çıkartıldı. tabi bunun çok pahalı olduğunu görememek için aranan tek şart ekonomiden sorumlu bir damat olmaktı. bu ordu, yeni yapılan duvarlarla ve kulelerle birlikte ekonominin üstünde büyük bir yük oluşturdu. çok değil, 80 yıl önce roma imparatorluğu'nu açık arttırmayla satan proteryanların sayısını azalttı ve bir zamanların bu büyük ihanet tacirleri, büyük güçlerini yitirdiklerini gördüler. bir başka gücünü yitiren büyük kurum olan senatoyla birleşmek isteyen proteryanları paramparça ederek ülkenin dört tarafına yolladı. yerlerine yeni kurduğu herkülyenler ve jovienler'i getirdi.
yönetim anlayışında getirdiği reform sadece tetrarşiyle kalmamıştı. dört imparatorun dördü de roma'ya uğramadı. imparatorlar roma'yı terketmiş ve dolayısıyla senatoyla iletişim halinde değillerdi. 21 senelik imparatorluk hayatı boyunca çıkarttığı savaş kararları da dahil olmak üzere hiç birisinde senatoya danışmadı. senato, boş bir kurum haline geldi ve hükmünü yitirdi. ünlü senatörleri sürgüne gönderdi. bununla da kalmadı; ilk defa bir roma imparatoru caligula sonrasında, pers krallarına özenerek altından bir taç taktı. 21 senenin sonunda güç o kadar gözünü kör etmişti ki; şatafatı ve gösterişi her şeyin önüne koyan bir imparator haline dönüştü. kendisinin açtığı yolda ilerleyen imparatorlar artık saraylar yaptırdı, altın ayakkbılar giydi ve ipekten aşağı elbiselere burun kıvırır oldular. sırça saraylarda, halktan uzakta yaşamaya başladılar. edward gibbon bu gösteriş maskaralığı için "augustus'un yapmacık olarak gösterdiği alçak gönüllülüğe benzer biçimde dioklesianus' ün şatafatı bir tiyatro temsili gibi oldu. ama doğrusunu söylemek gerekirse, bu iki komediden ilki, ikinciye oranla daha soylu ve gerçek yücelik taşıyan bir nitelikteydi" tespitinde bulunur. şüphesiz ki bu köylü asker, 21 yıllık imparatorluğunda yaptığı saray reformuyla, halkına şatafattan başka bir şey kazandırmamıştır. pers kralının şatafatıyla girdiği bu yarış için ülkenin dört bir tarafına saray yaptırdı, bunlardan günümüze kalanı bugün hırvatistan topraklarındaki diokletianus sarayı'dır.
bazı reformalarını kendi şatafatı için harcayan bu kararlı kral tüm bu sarayların, saray askerlerinin ve yarattığı yeni askerlerin maaş yükünü halkın omuzlarına yükledi. ülkeyi dört ayrı imparatora bölmekle kalmadı, şehirleri de küçük illere ayırdı ve vergiye bağladı. `vergi tahsildarlarının sayısı, balkanlar'daki halktan daha fazlaydı`. şatafatından ve askerkerden kalan parayı devletin kasasına da koymayı ihmal etmedi. herkesten vergi aldı. pleb, patrici, toprak sahibi, köylü farketmiyordu... vergiden muafım diyenden de vergi aldı. üstelik vergisini yiyecek olan veren köylünün verdiği vergiyi de standartlaştırdı ve paraya çevirdi. sürekli sorun çıkartan pleb'leri, köylü yaptı; başkaldıranları kendi topraklarında hapse attı, başına asker dikti. bununla da kalmadı, bir reform daha patlattı; babadan oğula geçen mesleği sabit kıldı. babası demirci olanın oğlu da demirci olacaktı. fakat 301 yılına gelindiği zaman ülkedeki enflasyon oranı %100 arttı. roma parası o kadar para kaybetti ki askerler bir gün daha karınlarını doyurabilmek için aylık kazandıkları parayı vermek zorunda kalıyorlardı. kıtlık, yoksulluk, açlık... ayaklanmalar baş göstermek üzereydi ki deocletianus, damatvari bir tespitte daha bulundu: tüm bu pahalılığın sebebi yüksek fiyatla ürün satılmasıydı! * bu yüzden çok uzun bir kararname hatta kitap yayınladı. içeriği ekonomiyi düzeltmek için oluşturduğu yasaları kapsıyordu; bunlardan en önemlisi bir ürünün belirlenen en yüksek fiyattan satılabilmesiydi. amacı, ürünlerin fiyatının artmasını azaltmaktı. fakat ekonomi daha da kötüye gitti. kimse elindeki en değersiz malı bile satmak istemedi ve satılmayan mallar piyasaya verilemedi; büyük bir kıtlık baş gösterdi. tabi burada bir parantez açmak lazım; roma'nın gerileyişi olan 3. yüz yılın başından 280 yılına kadarki enflasyon oranı %12.000 idi ama yıllara yayılmıştı. gümüş 5000 kat değer kaybetmişti. tüm bunların dışında diocletian'ın da kısa sürede enflasyon oranını %100 daha katlaması halkı artık tüketmişti. ürün fiyatları sabitlendiğine göre diocletian bir kararname daha çıkarttı: "herkesin elindeki para artık iki katıdır" dedi. böylece ekonomiye rahat bir nefes aldırdı ancak bu sürdürülebilir değildi. aslında caracalla'nın 80 sene önce çıkarttığı "tüm köylüler vatandaştır" kanunundan başlayarak üretim gücünün yıllar içinde düşmesi ve imparatorluktaki belirsizliklerdi. tabi bu konu ayrı bir yazıyı hak ediyor. meraklısı detaylı bir incelemeyi buradan okuyabilirler.
diocletian'ın yapmadığı tek reform din idi. antakya'da, iskendriye'deki fetih sonrasında roma dininin gereği hayvan kurban etmediklerini gördü. sebebini araştırdığındaysa karşısına hristiyanlar çıktı ve tam bu noktadan sonra hristiyanlığın nasıl toplum içerisinde kök saldığını gördü. sorunun derinine indirdiğinde bu dinden önce manicilikin daha tehlikeli olduğunu ve perslerin bu dini kullandıklarını düşündü. tüm maniciliri kılıçtan geçirdi, tapınaklarını yok etti ve imparatorlukta tek bir manici bırakmadı. bu yaptığı politika işe yaradı ve sırada hristiyan toplulukları vardı. bunun üzerine emir yayınladı; hristiyanlara ait tüm tapınakların kapanmasını, el yazmalarının yakılmasını, mallarına el konulmasını emretti. hristiyanların öncüleri büyük zulmlere uğradı. roma tanrılarının önünde diz çökmeleri için dizleri kırıldı, açık yaralarına tuzlar basıldı ancak yeterli olmadı. bir emir daha yayınladı; tüm hristiyanlar yaşadıkları yerden sürgün edildiler, devletteki görevlerinden alındılar, büyük maddi cezalara çarptırıldılar. hristiyanlar yılmadı. alttan alta ilerlediler, kendilerine finansman sağladılar, içlerine kapanacaklarına bu zulmü anlattılar ve merdiven altından çıkarak daha da popüler hale geldiler ve en sonunda imparatorluk sarayını yaktılar hem de iki defa. roma'da, istanbul'da, atina'da, kudüs'te, iskenderiye'de, antakya'da, iznik'te, kayseri'de, galya'da çoğalmaya devam ettiler. diocletian son emrini verdi: "tüm hristiyanları öldürün." binlerce insan katledildi; onlarca köy harap edildi; onlarca bina , binlerce el yazması yakıldı. fakat günün sonunda hristiyanlarla mücadele için çok geç olduğu görülmüştü. hristiyanlık kazanmıştı. rüşvetle de olsa, ayak oyunlarıyla da olsa, inançla da olsa hristiyanlık ayakta kaldı.
diocletian sokağa çıktı. halkını görmek istedi. gördüğü tek şey fakirlik, açlık, yozlaşmış devlet görevlileri, halkına eziyet eden muhafızlar, fahişelik, hristiyanlar ve sefaletti. 21 yılın sonunda halkını getirdiği noktanın bu olduğunu görünce üzüldü. kendi adına düzenlenen seramoniye katılmadı, sarayına çekildi. günler sonra 21 yıl önce iznik'te bir tepede yaptığı imparatorluk konuşmasını şimdi istifa konuşması olarak yapıyordu. 1 mayıs 305'te kendi isteğiyle tahttan çekildi, hırvasitan'da inşa ettiği split sarayı'na geri döndü ve bireysel emeklilik için yatırdığı fonlarını bozdurarak kendisine bir lahana tarlası kurdu. 312 yılında vefat etti.
diocletian hem iyi hem de kötü bir imparatordur. söylemek lazım ki; roma'nın başına gelen köylü kökenli askerler düşünce gücünden uzak, sonradan görme, eğitimsiz ve ve halktan kopuktular. ilk yazımdan itibaren üçüncü yüz yıl krizinin gelişini ve derinleşmesini okursanız roma imparatorluğu'nun temel olarak neden çöktüğünü anlayabilirsiniz. üçüncü yüz yıl imparatorlarının sanat, felsefe, bilim, bilgi ve halkın refahı gibi olgulara çok katkısı olmamıştır. ordu ile olan sorunları daha fazla asker yetiştirerek çözmeye çalışmışlardır. genel olarak imparatorluğun gidişatını doğru okuyamamışlardır. çevrelerine getirdikleri danışmanlar ve uzmanlar dalkavukluktan başka bir şey yapmıyorlardı. hepsi tahtın verdiği zenginlikten nemalanıyorlar ve imparatoru pohpohluyorlardı. gittiği her yere yatırımlar yapan bir imparatorluğun 100 yıl gibi bir süre sonunda yatırımlarının halkın sorunlarını çözmeye yönelik olmadığını, çözülmeye çalışılan sorunlarınsa bu büyük toprak parçasının realitesi olmadığını görürsünüz. hristiyanlığın yükselmesine halkın fakirliğinin ve açlığının sebep olduğunu gördüklerinde ya da sınır askerlerinin bu denli hain olmalarına özgürlüklerine düşkün barbarların asker yapılmasının sebep olduğunu farkettiklerinde artık batı roma imparatorluğu çoktan yolun sonuna gelmişti. roma'da dördüncü yüz yılın başında yaşayan ve zevk sefa içerisinde günlerini geçiren zenginlerin torunları 100 sene sonra toplu tecavüzler ve ölümle yüzleşeceklerdi.
diacletianus'un tetrarşisi, kendisinin hükümdar olduğu 21 senede işe yaradıysa da sonrasında büyük bir karmaşa ortaya çıktı. her ne kadar kendisi tetrarşiyi getirdiyse de ardılları doymak bilmeyen gözlerini yeniden monarşiye dikmişlerdi. taht paydaşı maksimianus, diocletian'ın geri çekilmesini fırsat bilmiş ve çeşitli taht oyunları yapmıştı. ölmemiş imparatorlar, onların atadığı küçük imparatorlar ve ölmemiş imparatorların çocukları toplamda 6 kişi tahtta söz sahibiydi. (her ne kadar diocletian tahtta olmasa da sufle vermeye devam ediyordu) işte tüm bu karışıklıklardan sonra ortaya 1. konstantin ortaya çıkacak, diocletian'ın göremediği din reformunu yapacak ve imparatorluk doğu roma \ batı roma olarak ikiye bölünecek, bugünkü istanbul'umuzu inşa etmeye başlayıp jeopolitik olarak önem atfettirecek ve konstantinapolis'in kurucusu olacaktı.