Hayao Miyazaki, Neden Kubrick ve Bergman Gibi Yönetmenlerle Aynı Klasmanda Olabilecek Kadar İyi?
miyazaki, 5 ocak 1941 doğumlu muhteşem bir yönetmendir. bakın "anime yapımcısı" ya da "animasyoncu" demiyorum. benim görüşüme göre belki de tarihin en iyi on yönetmeninden biridir. böyle iddia edince işin içine kubrick'ler, kurosawa'lar da giriyor, farkındayım. yani öyle seviyorum miyazaki yapımlarını. şimdi en sevilen filmleri çerçevesinde, öne çıkan temalara değinerek neden kendisinin çok iyi bir yönetmen olduğundan bahsedeceğim.
filmlerine geçmeden önce miyazaki hakkında söylemek istediğim birkaç şey var
miyazaki'nin başarısının nedenlerinden biri kendine ait, nefes alan, hareket eden, değişim geçiren bir evreni olması. bunu da şöyle fark ettim, bu yazıyı yazmaya başlamadan önce gözlerimi şöyle bir kapatıp düşünmeye başladım, gözümün önüne film listeleri, yapım tarihleri, daha önce okuduğum yorumların gelmesini bekliyordum ama kendimi alabildiğine uzanan çayırlarda, ağır metalden yapılma oflayarak etrafa buharlar saçan motoru yeni yeni çalışmaya başlamış bir uçağın yanında buldum. masmavi gökyüzünde vınlayarak geçen diğer uçakların sesine eşlik eden sakin ama arada sırada yükselen dev bir orkestra parçası kulağıma geldi. ben de madem listelemeler yok, hafif rüzgarın estiği çayırlar var ona göre bir yazı yazayım diye düşündüm ve yerdeki alet çantasını topladım, elimdeki yağı sildim, deri ceketimi sırtıma atıp, uçuş gözlüklerimi taktım. motora güç verdim ve uçağın burnu yavaş yavaş gökyüzüne doğru yükselirken yazmaya başladım.
öncelikle filmlerine göz atmadan önce güncel bir konudan bahsetmek istiyorum
miyazaki'nin nausicaa'dan beri belki de en dikkat çeken özelliği hollywood'un son senelerde yapmayı denediği ve genelde başarısız olduğu güçlü kadın karakterleri öne çıkarma işini hiç çaba sarf etmeden yapıyor oluşu. buradaki farkın şu olduğuna inanıyorum. hollywood filmlerinde güçlü kadın karakterlerin öne çıkarılması fikri çoğunlukla ticari sebeplere dayanıyor. şu an çoğu kişinin bildiği gibi bu konuda yükselen bir trend var. hollywood ise sadece bunu nakde çevirmeye çalışıyor. ben güçlü kadın karakterleri beyaz perdede daha çok görmeyi isterim, çünkü takdir ettiğim ve daha çok izlemek istediğim birçok kadın oyuncu var. ancak hikayeye sonradan monte edilmiş gibi duran çok proje var. ayrıca hollywood bu kararı verme konusunda biraz geç kaldı, ancak zararın neresinden dönülse kârdır. miyazaki ise hollywood'un aksine bunu bir akıma dahil olarak ticari başarı elde etmek için değil, hikayesini öyle anlatmak istediği için yapıyor.
filmlerden bahsederken nasıl sonlandırıldıklarından çokça bahsedeceğim için "spoiler" uyarısıyla devam edeceğim.
bahsetmek istediğim ilk filmi olan (bkz: kaze no tani no nausicaa) yani rüzgarlı vadi daha sonraki filmlerinden çok daha karamsar bir ortamda geçiyor
diğer filmlerinde çatışmalar karşılıklı atılacak adımlarla sonlandırılabilecek gibiyken, nausicaa'da böyle bir ihtimal kısa vadede pek olası değil. çünkü doğa, insan ırkı tarafından çoğunlukla yok edilmiş. neredeyse bütün atmosfer zehirli gazların etkisi altında ve dünya ölmek üzere, son çırpınışlarını izliyoruz. doğanın bütün iletişim kanalları insanlara kapalı artık. sadece hayatta kalmak ve insanlardan uzak durmak istiyorlar. peki insanlar bu sonuçlardan pişman mı görünüyorlar? tabi ki hayır. onlar miyazaki'nin çoğu zaman yansıttığı gibi kendi günlük hırslarıyla, dar görüşlü hayatlarıyla ve savaşlarıyla meşguller.
post-apokaliptik ve bitik dünyada kurtarıcı olarak karşımıza prenses nausicaa çıkıyor. nausicaa savaşları durdurmaya çalışırken aynı zamanda da gezegeni kurtarmak için çareler arıyor. gezegeni ve doğayı seven, duyarlı, güçlü ve sağlam karakterli prensesimiz , barışı sağlamak için çok epik bir sahneyle kendini feda ediyor. üzerine doğru gelen yüzlerce ohmu'ya karşı dimdik ayakta dururken bizim de tüylerimiz diken diken oluyor. film burada kapansa yine karamsar bir hava oluşacaktı. ancak doğanın güçleri nausicaa'ya inanarak bir adım atıyor ve prensesi isa gibi haleler içinde ölümden döndürüyorlar. böylece nausicaa doğayla insanlar arasındaki barış için atılan ilk adımın hem kurucusu hem köprüsü oluyor.
kronolojik sırada ikinci sırada yer alan (bkz: tenkuu no shiro laputa) (bu filmi ispanya'da nasıl yayınladılar meraktayım hala) ise nausica'dan daha iyimser
bu filmde karşımıza çıkan tema ise doğa insan çatışmasından çok insanlığın hırsları. miyazaki'nin uçma tutkusu küçük planörlerden koskoca şehri havada çizecek bir duruma geliyor. bir de şöyle bir ayrıntı var, howl's moving castle ile laputa: castle in the sky'ın uyarlandığı kitapların yazarı aynı kişi. (bkz: diana wynne jones) bu filmde ileri bir medeniyetin her ne kadar gelişmiş teknolojiye sahip olursa olsun, hırsına yenik düşebileceğini ve bunun da yok oluşlarına sebep olabileceğini görüyoruz.
bahsetmek istediğim üçüncü film olan (bkz: tonari no totoro) ise miyazaki'nin yarattığı en ünlü yapıt ve karakter olabilir
filmi izlememiş olanlar bile totoro'yu gördükleri zaman tanıyacaklardır. bu filmin diğerlerinden ayrılan noktası ise konu nausicaa'da ne kadar karamsar ise totoro'da o kadar iyimser. her ne kadar arka planda anne üzerinden çok zorlu bir süreç yaşansa da, karakterler bu zorluklarla başa çıkmayı biliyor, tabi totoro'nun ve arkadaşlarının da yardımıyla. ayrıca bir film doğa sevgisini küçük çocuklara ancak bu kadar güzel aktarabilir. totoro sevimli halleri ve kocaman gövdesiyle yüz kamu spotu gücünde. ayrıca miyazaki ilk defa bu filmde kendi karakterleri ve davranışları olan "ruhları" merkeze alıyor.
sıradaki film olan (bkz: majo no takkyubin) yani küçük cadı kiki yine savaşın ve teknolojinin izdüşümleri görülse de temelde daha bireysel bir konuya odaklanıyor
miyazaki'nin bu filmle birlikte diğer filmlerinde de kullandığı bir tema olan "büyümek" çıkış noktamız. ailesinin yanından ayrılıp, bağımsız olarak bir sene geçirmesi gereken kiki büyük bir şehire geliyor. yine burada miyazaki'nin özellikle howl's moving castle'da çizmeye geri döneceği kalabalık ve canlı mekanları görüyoruz. çevrede yer alan bisikletler, trenler, arabalar, caddeler, binalar ve şehrin kalabalığıyla birlikte çizdiği her kare kalp atışı kadar canlı. kiki bir büyüme hikayesi olduğu kadar aynı zamanda bir kendini bulma hikayesi. aradaki fark nedir derseniz. bir insan üzerine sorumluluklar alarak, bunları yerine getirerek ve etrafındaki insanlar tarafından kabul görerek yetişkin sıfatını alabilir, kendini bulan insan ise üzerine başkalarının sorumluluk yığmasından ve bu sorumluluklar altında ezilmesindense kendisi için seçimler yapar ve bu seçimleriyle kendini var eder. bu açıdan bakarsak miyazaki'nin karakterleri gerektiği yerde hayır diyerek hem büyüyorlar hem de kendilerini buluyorlar.
miyazaki'nin tamamen uçma temasına adadığı iki filmden biri (bkz: kurenai no buta)
evet hemen hemen her filminde uçma teması yer alıyor ancak bu kadar merkezde olan iki filmi var. diğeri de the wind rises zaten. porco rosso'da miyazaki domuz sevgisini ve savaş karşıtlığını da ortaya koyuyor. bulutların üstüne çıkan kahramanımızın, arkadaşlarını uçaklarıyla gördüğü sahnede bu duygu çok net anlaşılıyor. aynı zamanda karakterin iç dünyasına da bir bakış atıyoruz. filmin önemli sahnelerinde biri de porco rosso'nun uçağının bozulma ve tamir sahneleri. miyazaki bu sahneleri, kadın emeğini ve varlığını o kadar güzel anlatmış ki feminizm üzerine elli sayfa manifesto yazsanız filmdeki bu sahneler kadar etkili olmayabilir.
şimdi geldik en sağlam üçlüye. bunlardan ilki biriciğim (bkz: mononoke-hime)
burada tekrar insan-doğa çatışmasına dönüyoruz, hem de ne dönmek. insanlar ormandaki ruhlardan korkup, sakınırken aynı zamanda onları yok etmeye çalışıyor. ormandaki ruhlar da insanlardan düpedüz nefret ediyor. etki altına giren ve doğaları bozulan orman ruhları benim petrole ve makina yağına aşırı benzettiğim şeylerle kaplanıyor. insanla olan savaşta yenilen taraftalar, ağır kayıpları var ama hala çok güçlüler ve gözleri de dönmüş durumda. insanları çok uzun süre gözlemlemişler ve ne kadar güvenilmez, yıkıcı ve hırslı canlılar olduklarını biliyorlar. iki düşman tarafı bir araya getirebilecek potansiyele sahip olan mononoke adım atmaktan geri duruyor ve orman ruhlarının yanında savaşmaya devam ediyor. bu yüzden önce mononoke'yi ardından orman ruhlarını kazanmak işi kahramanımız ashitaka'ya kalıyor.
ashitaka'nın bu konuda cv'si çok da sağlam değil, zira kendisi zorda kalan bir orman ruhunu durdurmaya çalışırken telef ediyor. sonuçta ne kadar kimsenin cesaret edemeyeceği adımlar atsa da büyük savaşın patlak vermesine engel olamıyor. miyazaki savaşın ne kadar korkunç olduğunu bu sahnelerde detaylarıyla gösteriyor. savaşın sonunda kazanan bir taraf olmazken iki taraf da çok büyük kayıplar veriyor. ancak son ana kadar insanların aklı başına gelmiyor. burada özellikle başı alınan shinigami üzerinden doğanın ben ölürsem, herkesi de beraberimde götürürüm mesajı vermesi de etkili oluyor. filmin sonunda iki taraf da birbirlerine anlayış gösteriyor doğa ve insanlar yenilenmek üzere beraber ayağa kalkıyor.
(bkz: sen to chihiro no kamikakushi) ise her ne kadar miyazaki umursamasa da (başka filmler üzerinde çalıştığı için törene katılmamıştı) kendisine akademi ödülünü getiren film
bu filmde ana karakterin kendi bildiği düzenden koparılarak büyümesi ve kendini bulması anlatılıyor. chihiro annesiyle babasının koruması altındayken bir anda bilmediği bir dünyada yapayalnız kalıyor, üzerine annesiyle babasını da kurtarması gerekiyor. karşısına çıkan problemlerin ana kaynağı olarak görülebilecek olan yubaba ise miyazaki'nin en gri kötülerinden biri. ruhların arınmaya geldiği hamamın patronu olan yubaba'nın derdi chihiro'ya zorluk yaşatmak, elinden birşeyler almak yada mücadeleye girip onu alt etmek değil. yubaba'nın tek bir derdi var o da işletmesi, bu nedenle chihiro'nun ilk patronunun düşünce yapısı, iş yerinizdeki patronunuzdan ya da müdürünüzden çok da farklı değil aslında. çok fantastik yetenekleri de olsa yubaba karakter yapısıyla ve yaptıklarıyla günlük hayatta karşınıza çıkabilecek biri. bu bakış açısı nedeniyle yubaba etrafındaki insanları sevgili makinesinin dişlileri olarak görüyor. başka bir filmde izleyeceğiniz patron karakteri ya azılı bir kapitalist yada melek olarak gösterilecekken, yubaba bize sadece zaafları, hataları ve hırsları olan bir insan olarak görünüyor. belki kendisini sevdiniz, belki nefret ettiniz ama onun gerçekçi bir karakter olduğunu yadsıyamazsınız.
chihiro'nun büyüme hikayesini izlerken miyazaki çevreci mesajlar vermekten de geri kalmıyor. nehir ruhunun hamama gelişiyle chihiro inisiyatif alarak yardıma koşuyor ve cesur adımlar atan bir karakter haline geliyor. nehir ruhunu bu hale getiren şeyin nice büyüler yada fantastik savaşlar olmasını beklerken, chihiro'nun ucundan tutup çıkardığı şey bir yığın hurdayla birlikte bir bisiklet oluyor.
spirited away'de insan hırsı, anime tarihinin gelmiş geçmiş en ikonik karakterlerinden birini karşımıza getiriyor. no-face adlı bu karakterin maskesi ve silik bedeni dışında dikkat çeken bir tarafı yok. en önemli özelliği ise insanların hırslarını besleyip onları yutması. yutmak derken bunu hem maddi hem manevi anlamda yapıyor. yuttuğu kişinin bütün özelliklerini ele geçirip, kişileri kölesi yapıyor ve özelliklerinden istediği gibi faydalanıyor. diğer pek çok filmde epik bir savaşla bitecek olan bu olay ruhların kaçışı'nda chihiro'nun bütün bu olanlara karşı durmasıyla son buluyor. no-face'in verdiği altınlara "hayır." diyerek benliğini hırsa teslim etmiyor. direniyor ve sonunda da kazanan taraf oluyor. çünkü insan kendisini ararken düştüğü en büyük yanlış evet dediği şeyler yanında hayır diyemediği şeylerden de kaynaklanıyor. chihiro bunu yine düşmanını yok ederek değil, insanların hırslarının her zaman var olacağını kabullenerek onu pasifize ederek ve onunla beraber yaşamayı öğrenerek yapıyor. no-face ile beraber çıktığı tren yolculuğunda bu olabilecek en güzel görsellerle anlatılıyor. burada şuna değinmek istiyorum su basmış ovada giden tren sahnesi kimin aklına geldiyse on tane haku gücünde hayal gücü varmış.
şimdi de geldik benim kişisel olarak en sevdiğim filmi olan (bkz: hauru no ugoku shiro)
diana wynne jones'un kitaplarından uyarlanan ikinci miyazaki filminde ana karakterimiz sophie witch of the waste tarafından lanetleniyor, bunun sonucunda da durgun hayatına son vererek maceraya atılmaya karar veriyor. sophie howl'ın yürüyen şatosuna gitmeye karar veriyor. howl çok ünlü, kadınlar arasında rock-star muamelesi gören, korkulan, merak edilen ve hayran olunan bir büyücü. adı etrafında çok büyük söylentiler dönse de sophie'nin kendisiyle tanışmasının ardından fark ediyoruz ki gerçek aslında çok farklı. sophie kendi derdine bir çare bulmak amacıyla howl'ın kapısını çalsa da daha sonra kurtarılması gereken kişinin sophie değil howl olduğu ortaya çıkıyor. sophie howl'ı kurtarma görevini üzerine alırken, bir yandan da kendi kurtuluşunun anahtarını buluyor. çünkü witch of the waste kendi mutluluğu için hiçbir adım atmayan sophie'ye öyle bir büyü yapıyor ki tek çözüm kendini bulmak oluyor. sophie ne zaman inisiyatif alsa, ne zaman cesur bir karar verse eski görünümünü tekrar kazanıyor. hikayenin başında kendi iş arkadaşları ve kardeşi tarafından bile fark edilmeden hayatını sürdüren sophie hikayenin sonunda savaşı bitiren, howl'ı kurtaran ve calcifer'i özgürlüğüne kavuşturan kişi oluyor.
bu filmde yine savaşın izdüşümlerini görüyoruz. howl'ın peşine düşen, insandan çok canavara dönüşmüş diğer büyücülere bakarak savaşın insan üzerindeki etkilerini görüyoruz. savaşa giden gemileri uğurlarken gösterilen coşku ve geri gelişlerindeki yıkım hissi de yine savaş karşıtı fikirler yansıtıyor. howl ve sophie çiçeklerle dolu çayırdayken motor gürültüsüyle sahneye giren savaş gemisinin çirkin renkleri ve yapısı hayatın güzelliği ve savaşın çirkinliği arasındaki tezadı ortaya koyarken, howl ve sophie arasında geçen şu konuşmayla da savaş karşıtlığının altını tekrar çiziyorlar.
sophie - bizimkilerden biri mi yoksa düşmanın mı?
howl - ne fark eder?
(bkz: gake no ue no ponyo) ise biraz daha modern totoro çizgisine yakın
savaş ve hırs gibi konular dışarı itilirken, doğanın insanlara karşı güvensizliği daha ön plana çıkıyor. özellikle ponyo'nun babası çok orijinal bir karakter. karaya çıktığında sırtında su tankıyla gezmesi ve adım attığı yerleri nemlendirmesi çok iyi düşünülmüş bir detaydı. bu filmde doğa kendisini geri çekmiş durumda diğer filmlerdeki gibi direk bir yıkıma uğramıyor, tepesine bombalar yağmıyor yada av grupları peşine düşmüyor ancak insanların yaşam tarzı ve bilinçsiz davranışları nedeniyle tehdit altında. ancak ponyo insan tarafını seçene kadar çok büyük bir tepki de vermiyor. ponyo insanlara geri döndüğünde ise kinle üzerilerine gelmiyor, tek istediği ponyo'nun insanlardan uzakta ve güvende olması. insanların üzerilerine kinle gelmiyor dedim ama bunu görsel olarak basit bir şekilde de yapmıyor. dengenin bozulması nedeniyle şehri su bastığında ruhların kaçışındaki tren sahnesinin görsel olarak kardeşi olan bir sahneyi, bu sefer deniz canlıları eşliğinde izliyoruz. ve filmin sonunda doğa tarafı olabilecek en güzel şekilde ikna ediliyor ve barış sağlanıyor.
miyazaki'nin şu anki son filmi (bkz: kaze tachinu), yani rüzgar yükseliyor, uçma tutkusu dışında kendi tarzından biraz uzak bir film
ben bu filmi kendi hikayelerini anlatmaktan çok, japon uçak endüstrisinin kurucularından birine saygı duruşu olarak görüyorum. birazcık da ilk gençlik yıllarına, uçaklarla tanışmasına ve japonya'nın tarihine bir bakış atıyor gibi.
yazıyı bitirirken
miyazaki'nin şu an görünen iki projesi var, ayrıca ghibli'deki diğer projelerde de hem danışmanlık hem çizerlik yapıyor diye biliyoruz. kendisiyle ilgili istediğim emekli olmadan önce ghibli'yi daha üst bir seviyeye çekmesi. çünkü kendisi dışında çok dikkat çekici işler çıkaramadılar. belki bu nedenle geri dönmüştür. umarım muhteşem filmlerinin yanında, ghibli'yle beraber japonya'da ve dünyada ekol oluşturacak bir miras bırakır.