Günümüz Batı Fikriyatı Ekseninde Yapılan Düşündürücü Bir Post-Modernizm Denemesi
öncelikle şunu anlamak lazım. fikirler, düşünceler bir tarihsel uzam içinde gelişir, yani tarihseldir. ortada herhangi bir bağlam yokmuş gibi, birkaç filozof ve düşünürün odalarında yazdıkları tarih-dışı metinlerle dünyayı yönlendirdiğini zannetmek büyük bir yanılgıdır.
1) düşünürler kendi tarihlerine tabi olup; kendilerinden önce gelenler, içinde bulundukları sosyal-ekonomik-siyasal koşullar ve çağdaşlarıyla derin bir etkileşim içindedirler.
2) metnin kendi başına, kendinden menkul bir değeri yoktur. yazınsal mücadele alanlarına girip başarı kazandıklarında, ancak o zaman bir referans noktası oluştururlar.
moderniteyi kuran tarihsel koşullar, bizzat avrupa'nın kendi iç dinamiklerinin, çatışmalarının, kavgalarının, işbirliklerinin bir sonucu olarak şekillenmişti. burada bundan bahsetmeyeceğim. bizim postmodernite dediğimiz şey, tarihdışı, evrensel bir bilinemezciliğin ya da kültüralizmin bilgisini veren bir anlayış değildi. aksine modern krize karşı ortaya çıkmış, onu analize tutan ve içindeki tutarsızlık ve yanlışlıkları ortaya döken bir metodoloji idi. önce bu krizi anlamaya çalışalım.
belirginlikler ortadan kalkmıştı fakat neydi bu belirginlikler?
avrupalı düşünürlerin yanılması falan mı? hayır. modern bir "ideoloji" kurulmuştu ve bunun avrupa'yı egemen kılacağı umulmuştu. işte bu ideoloji çöktü. batının doğudan, beyazın siyahtan, uygar olanın uygarlaşmamıştan, kültürün kültürsüzden üstün olduğunu belirleyen o "değerler" kaybolmuştu. burada sanki evrensel bir değerler sisteminden bahsettiğimiz zannedilebilir. hayır. bu değerler, avrupa-merkezci bir "dünya görüşü"nün ürünleri olup, kültürün ne olduğunu belirleyen de, kültürle kültürsüz arasındaki farkı ortaya koyup, hiyerarşik ilişkinin sınırlarını tanımlayıp aradaki çizgiyi çizenler de yine bu zihniyete aitti. modernite zaten en baştan evrensel bir anlayış değildi, evrenselleştirilmiş, avrupalı olmayana dikte edilmiş, telosunda avrupanın mutlak egemenliğini öngören bir ideoloji idi.
bu ideolojinin iki boyutu vardı, birincisi; devlet, vatandaşlarına mutlak hakim olup panoptik bir tasarımla onları gözetim ve kontrol altında tutup aynılaştıracaktı. bunun sonucu olarak sınıf farklıları da doğallaşıp bir tehdit olmaktan çıkacaktı. ikinci boyut ise, içte yekpare bir kütle haline gelmiş bu devletler, öte dünyanın (rest of the world) avrupalı olmayan halklarına medeniyeti öğretecekti. tabi bu medeniyet öğretme tekeli daima avrupalıda kalacağı için efendi-köle ilişkisi tabii kalacaktı.
işler avrupa'nın umduğu gibi olmadı
öncelikle iki büyük dünya savaşı eski kıtayı vurdu. sonrasında ise, sömürgelerin ayaklanmasıyla buralardan da istemeye istemeye çekilmek zorunda kaldılar. yeni gelişen güneydoğu asya pazarları avrupanın ekonomik tekelini kırdı. üstelik bu ülkelerin batılı değerlere bel bağlamaksızın, kendi iç kültürleriyle endüstrileşebildikleri görüldü. tüm bunların sonucu olarak avrupa'nın mutlak otorite vaaz eden, kesinlikçi epistemolojisi büyük bir özgüven kaybına uğradı.
bu noktadan postmoderniteye baktığımızda, onun avrupa-merkezci kesinlikçi düşünceyi eleştirmeye yatıp aslında bir yandan günah çıkardığını, diğer yandan da bir göreceliliği yayıp dış-evrenselleştirme projelerine karşı kalkan vazifesi üstlendiğini rahatlıkla fark edebiliriz. beni bunu düşünmeye iten, göreceliliğin bir ihtimal olmaktan çıkartılıp evrenselleştirilmesi; bir bakıma avrupa-merkezci düşüncenin defansif anlamda yeni bir projeye giriştiğini düşünüyor olmamdır.
bununla birlikte, postmodernitenin içinde yaşanılan bir dönem olduğuna dair inancım yok
bana kalırsa geç modern diyebileceğimiz, sistemin kendini, muhalefeti ve tüm karşı okları küçük adacıklar yaratarak simüle ettiği bir hipergerçek çağında yaşıyoruz. "postmodern" kavramı bir epistemoloji ve metodoloji olarak var olabilir, içinde yaşanılan bir dönem olarak değil. dünyada halen açlık, sefalet, iktidar ve şovenizm vardır; bir şeyin postundan bahsedebilecek durumda değiliz. anglo-amerikanizm, hakim iddialarının üstünü örterek, yumuşatarak, hard power'ı soft power'a çekerek, direniş ve muhalefet simülasyonları yaratarak pasifik'in öte yakasına ve özellikle 11 eylül'den sonra islam düşüncesine karşı canhıraş bir mücadele vermektedir.
bunun da bariz sebepleri vardır elbet. bir post-romantic dönemi imleyen, duygulanımdan, duygulanımsızlık çağına geçiş olan postmodernizm, aynı zamanda bir estetik-sonrasıdır. birbirinden farklı "alan"ları (bourdieu'nün tanımıyla) dolduran kültür, sanat, ekonomi ve siyaset; geç modern diyebileceğimiz simulakrum postmodernizminde tek bir egemen corpus etrafında birleştirilmiştir. artık yaşamın, global kapitalist dünya tarafından tarafından belirlenmiş, tek bir fenomenolojik tasarımı vardır. ve romantic era'da dağınık halde bulunan (ve çeşitlilik gösteren) bu alanlar, sonul habitus altında birleştirilmiş ve tek bir anlam ile çerçevelenmiştir. bu noktada baudrillard'ın bahsettiği anlamın tükenmesi olgusunun, bilginin çoğaldığı enformasyon çağında yaşanması bir tesadüf değildir, zira anlam bilgi tarafından enflasyona uğratılmıştır. zaten çoğalan da, kendini kopya eden tek tip sonul corpus'un bilgisidir.
postmodern era, bir ateizm ve tüketim çağıdır
burada öyle büyük anlatılara yer yoktur. fakat sadece bu değil, egemen corpus'a eklemlenmeyen düşünce, inanç ve kanaate de yer yoktur. fikrini özgürce ifade edebilirsin, ta ki egemen tasarıma boyun eğdiğin takdirde. burada inanç, yerini önce kanaatlere, daha sonra da şablon seçeneklere bırakmıştır. öyle ki insanlar bir kanaate dahi sahip değildir (doxa). elbette bu ateist çağ, bireyi edilgenleştiren ve onu basit bir hayvana dönüştüren bir mekanizmayı kendi ruhunda taşımaktadır. tüketim ve ateizm iç içedir. inançsızlık basit bir tanrı reddiyesi değildir, özneyi "hiçbir şeyi değiştiremeyeceği" inancına hapseden bir olumsuzlamadır. tek bir hakikat vardır, o da budur. birey bu egemen corpus'a boyun eğmek zorundadır. zannediyorum ki, bu çağın paylaştığı tek inanç örüntüsü de budur. var olan tek inanç, olumlu değil olumsuzdur ve bir yenilgi duygusunu içinde taşır (bkz: herbert marcuse-tek boyutlu insan).
bir post-teoloji çağı olduğunda iddia eden postmodern geç kapitalist corpus, aynı zamanda tarihin sonu (hegel, kojeve, fukuyama) olduğu ve hiçbir şeyin bundan sonra değişemeyeceği iddiasındadır da. yukarıda radikal islam'ın toprağın içinden zerk edişinden bahsetmiştik. ölümü ilan edilen tanrı, zannedilenin aksine ölmemiş, bir kapının ardına kilitlenmiştir. her türlü, kökten dinci hareket de, işte bu kapıyı zorlayıp, tanrıyı özgür bırakma ve insan dünyasına tekrar anlamını verme çabasındadır. zira mevcut dünya hiçbir anlamı olmamasının da ötesinde, anlamsızlık üzerinden anlam simülasyonları yaratmaktadır. elbet bu simülasyonlar, özlü teolojilerle rekabet edebilecek durumda değil; yapay, sığ ve sonludur.
elbette anglo-amerikan kapitalizm, radikal islam gibi meta anlatılara, anlam simülasyonlarıyla karşı koyamayacağını anladığı vakit çift düşün tekniğiyle iki ayrı konum almaktadır; bir yandan göreceli ve belirsiz postmodern çağa tam zıt olacak şekilde, 19.yy akılcılarına benzer aydınlanmacı ateistleri üçüncü dünya ülkelerine pazarlamaya başlar (richard dawkins, sam harris, christopher hitchens); içte ise yeni-hristiyancıların, evanjeliklerin ve hristiyan-eklemlenmeciliğinin propagandasını yapar (francis stuppford, alain de botton) bu ikili bir oyundur. bir yandan karşı meta anlatı dizginlenmeye çalışılırken, diğer yandan içteki anlam boşluğu kontrollü mesiyanik öğelerle dindirilmeye çalışılır.
radikal ve kökten dinci öğelerin, hortlak gibi mezarlarından fırladığı; ekonomik krizlerin üçüncü dünya ülkelerinin yakasını bırakmadığı bir çağda, ne tanrı ölmüştür, ne de tarihin sonu gelmiştir. sadece "tanrı öldü" ve "tarih bitti" simülasyonları yaratılıp, egemen medya gücü tarafından her türlü direniş bir "irrasyonalizm" olarak kategori edilip bastırılmakta ve pejoratif bakışla sindirilmektedir.