“Elalem Ne Der?”in Felsefedeki Karşılığı: Heidegger’in Das Man Kavramı

Alman varoluşçu filozof Martin Heidegger’in das Man kavramı, bireyin “elalem ne der” kaygısıyla kendi benliğinden uzaklaşıp kalabalığa karışmasını, herkes gibi davranarak otantik varoluşunu yitirmesini anlatıyor.
“Elalem Ne Der?”in Felsefedeki Karşılığı: Heidegger’in Das Man Kavramı

das man; martin heidegger'in felsefesinde yer alan ve bireyin günlük yaşam içinde herkese benzemeye çalışarak anonimleşmesini ve böylece otantik varoluşundan uzaklaşmasını ifade eden bir kavramdır. türkçede tam karşılığı olmamakla birlikte herkes veya elalem anlamına gelir.

heidegger'e göre insan, dasein (insanın orada olma hali) olarak dünyada hep diğerleriyle birlikte var olur; dolayısıyla varoluşumuz başkalarıyla birlikte olma yapısındadır. das man işte bu paylaşılan, anonim toplumsal normlar zemininin adıdır. gündelik hayatımızda dünyayı, başkalarıyla paylaştığımız ortak anlamlar ve alışkanlıklar çerçevesinde anlarız. bu ortak anlam ufku içinde birey, kendini heidegger'in deyişiyle herkes-benliği (anyone-self) olarak deneyimler; yani kendini biricik ve özgün bir kişi olarak değil, bir grubun normlarına uyan herhangi biri olarak görür. örneğin das man bizlere bir insanın yapması gereken budur der; herkes gibi yaşa, herkes gibi düşün mesajını dayatır. bunun sonucunda kişi, kendi tercihlerini yapma sorumluluğundan kurtulmuş bir huzur hisseder, çünkü her durumda birinin yapacağı şeyi yapmaktadır. heidegger, bu durumu dasein'ın düşmüşlüğü olarak adlandırır; yani insan, özündeki imkan ve özgürlüklerin kaygı uyandırıcı yükünden kaçarak das man'ın anonim konforuna sığınır.

das man kavramının ontolojik temeli, heidegger'in varlık ve zaman eserinde dasein'ın gündelik varoluş analizinde ortaya konur. insan, dünyaya “fırlatılmış” halde gelir ve anlam dünyası ona hazır bulunur. doğduğumuz andan itibaren dilimizi, kültürümüzü, normlarımızı büyük ölçüde çevremizdeki kimselerden öğreniriz. küçük yaşta hangi renkte kıyafetlerin kız veya erkek çocuklara uygun görüldüğünü, ailemizin ve çevremizin nelere değer verdiğini içselleştiririz. böylece daha kendi benliğimizi fark etmeden önce bile, das man'ın (elalemin) normallik kalıplarıyla yoğrulmuş oluruz. birey dünyaya gelirken boş bir levha değildir; anlamları, değerleri ve yapıp etmeyi herkesten devralır ve çoğu zaman sorgulamadan bunlara uyarak yaşar.

heidegger, das man olmayı ahlaken kötü ya da bütünüyle kaçınılması gereken bir durum olarak etiketlemez; bu, varoluşumuzun yapısal bir boyutudur. das man sayesinde bir ölçüde dünyayı tanıdık bulur ve başkalarıyla ortak bir zeminde iletişim kurabiliriz. gündelik dil, adetler, sosyal rollerin hepsi “elalem” dediğimiz kolektif tarafından şekillendiği için, içinde yaşadığımız dünyayı anlaşılır kılar. örneğin dilimizde kelimelerin anlamı das man tarafından belirlenir; her birimiz dili herkesten öğrenerek konuşuruz. benzer şekilde, toplumsal rutinler (selamlaşma biçimleri, nezaket kuralları vs.) das man sayesinde ortak hale gelir ve insanlar arasında uyumu mümkün kılar.

ne var ki das man'ın bu uyum ve tanıdıklık sağlayan yönünün bir bedeli vardır. bu bedel, bireyselliğin yitimi ve imkanların örtülmesidir. das man'ın normatif baskısı altında yaşayan kişi, en özgün yapabileceği şeyi görmezden gelir hale gelir. herkes-benliği insana konforlu bir rahatlık ve sıradan mutluluk sağlar gibi görünse de, aslında dasein'ın özünü oluşturan özgün imkanları perdeler. kişi, das man içerisinde kendi olmayı erteler; hayatını sanki kendisi değil de başkaları yaşıyormuş gibi, anonim bir üçüncü tekil şahıs halinde sürdürür. heidegger bunu, insanın kendini üçüncü şahıs gibi yaşaması anlamında bir üçüncü kişi olması olarak tasvir eden soren kierkegaard'a atıfla açıklar. sonuçta das man, bireyi sorumluluktan kurtararak sahte bir huzur verirken onun öz-benliğini uykuya yatırır. kişi, herkesleşerek kendi özgün varlığından uzaklaşır. heidegger, otantik (özgün) varoluşun bu nedenle ancak das man'dan kopuşla, yahut en azından onun boyunduruğunu kırmakla mümkün olabileceğini öne sürer.

das man'in tarihsel ve felsefi arka planı

heidegger'in das man analizinin kökleri, kendinden önce gelen bazı önemli filozofların kitle, toplum ve birey üzerine düşüncelerine dayanır. 19. ve 20. yüzyılın başlarında pek çok düşünür, modern kitlesel toplumun birey üzerindeki etkisini eleştirel biçimde incelemiş ve sürü içindeki insanın tehlikelerine dikkat çekmiştir. friedrich nietzsche, modern toplumda sürü ahlakı diye nitelediği olguyu, bireyin özgün ve güçlü niteliklerini körelten bir eşitleyici güç olarak görür. sürü içgüdüsü ile hareket eden son insan (bkz: der letzte mensch), rahatlık ve konfor uğruna yaratıcılığını ve yüceliğe ulaşma arzusunu terk eden vasat tiptir. nietzsche, böyle buyurdu zerdüşt'te son insanı yalnızca rahatlık ve hoşnutluk peşinde koşan, kendini tembel ve aşağılık kılan hedefler için çabalayan biri olarak tasvir eder; böyle bir insan herhangi bir yaratıcı dürtüden bütünüyle yoksundur. ona göre sürü, farklı olana ve bireysel olana tahammül edemez. farklı olan, sürüden ayrılan, bireysel ve seçkin olan her şeyi ezip geçmektedir kitle. herkes gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen kişi saf dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. sürü ahlakı, nietzsche'nin deyimiyle tehlikelerin en tehlikesidir; çünkü insanlara, bireysel yazgılarının zahmetinden kurtulup çoğunluk içinde kaybolmanın rahatlığını vaat eden bir siren sesi gibi cazip gelir. böylece sürü, üstün ve olağanüstü olan ne varsa kendi vasat düzeyine çekerek varoluşun muhteşem karakterini yok eder. nietzsche bu gidişe karşı üstün insan (bkz: übermensch) idealini ortaya atmış, sürü'den kopup kendi değerlerini yaratma cesareti gösteren bireyler olmayı öğütlemiştir.

varoluşçuluğun öncülerinden soren kierkegaard, kalabalık ve anonim bir kamuoyunun hakikatin ve bireyselliğin en büyük düşmanı olduğunu vurgulardı. günlük yaşamda insanın kendi benliğini bulmasını engelleyen şey, yığına katılma eğilimi ve sorumluluktan kaçışıdır. kierkegaard “kalabalık hakikat değildir” diye yazarak, bireyin hakikate ancak kendi tekilliği içinde ulaşabileceğini belirtir. özellikle basının ve kamusal söylemin bireyi nasıl ortadan kaldırdığını şöyle eleştirir: “günlük basın gerçekten de kişilik sahibi olmayı imkansız kılacak şekilde tasarlanıyor. muazzam bir soyutlama, tekil bireyin karşısında nihayetsiz üstün güce sahip kuşak (kamuoyu) olarak işlev görmektedir.” elalem dediğimiz ortalama insanlar topluluğu, kierkegaard'ya göre, bireyi tanrı önünde kendi olmak cesaretinden alıkoyar. herkes ne yapıyorsa onu yapmaya koşullanmış insan, kendi vicdanının sesini duymakta zorlanır. kierkegaard bu tehlikeye karşı, bireyin kendi hayatının yazarı olmasını, inancı ve içsel hakikati uğruna gerekirse kalabalığa karşı tek başına durabilmesini savunur. onun ünlü karakteri johannes de silentio, korku ve titreme eserinde ibrahim peygamber örneğiyle, bireysel iman ve hakikat uğruna evrensel etik ve toplum yargısıyla ters düşme pahasına kendi olabilmenin gerekliliğini işler. kierkegaard'ın bu vurgu yaptığı tek başına tanrı'nın önünde durma ideali, heidegger'in das man eleştirisinde de karşılık bulur: birey, otantik varoluş için kalabalığın hakikatsizliğinden sıyrılmalıdır.

karl marx, modern kapitalist toplumda bireyin kendine yabancılaşması olgusuna dikkat çekmiştir. her ne kadar marx'ın kavramları heidegger'den bağımsız bir bağlama sahip olsa da, işaret ettiği sorunlar das man ile ilişkilendirilebilir. marx'a göre insan, kapitalist üretim düzeninde kendini bir araç olarak görmeye başlar; emeğinin ürünü, süreç ve diğer insanlarla ilişkisi kendisine yabancılaşır. örneğin bir fabrikada çalışan işçi, ürettiği malın bütünüyle kendi kontrolü dışında piyasanın malı haline geldiğini görür; iş, yaratıcılıktan uzak rutin bir faaliyete indirgenir ve işçinin kimliği yalnızca bir dişli konumuna düşer. marx, bu durumu insanın kendi türsel varlığına yabancılaşması şeklinde tanımlar. kişi, içindeki potansiyeli gerçekleştiremediği gibi diğer insanlarla da sahici ilişki kuramaz. toplum genelinde ise insanlar, sınıf ilişkileri ve meta fetişizmi nedeniyle kendi özlerinden kopuk yaşarlar. bir bakıma, kapitalizmin kitlesel pazar sistemi her bireyi standart bir tüketici ve üretici prototipine indirger, herkesin benzer hedeflere (kazanç, tüketim) odaklandığı ve özgün farklılıkların sistem tarafından törpülendiği bir durum yaratır. marx'ın yabancılaşma teorisi, heidegger'in das man eleştirisinden farklı bir ideolojik çerçeveye oturur. marx bunu tarihsel ve ekonomik nedenlerle açıklarken, heidegger das man'ı insan varoluşunun evrensel bir veçhesi olarak görür. ancak her iki düşünür de modern toplumda bireyin adeta anonim bir kitlenin parçasına dönüşmesi problemine ışık tutarlar. marx, çözüm olarak kolektif bilinç ve devrimci praksis önerirken heidegger, daha varoluşsal bir çözüm olarak bireyin kendi ölüm bilinci ve vicdanıyla yüzleşerek otantikliğe yönelmesi üzerinde durur.

ispanyol düşünür jose ortega y gasset, kitlelerin isyanı (bkz: la rebelion de las masas) adlı eserinde modern dönemde ortaya çıkan kitle insanı tipini kapsamlı biçimde tasvir eder. ortega'ya göre 20. yüzyıl toplumu, sıradan insanın muazzam nüfusla çoğalıp kültürel ve siyasal iktidarı ele geçirmesiyle nitelenir. kitle insanı, kendini ayrıksı veya üstün görmez; tam tersine sıradanlığını yüceltir ve bunu herkese dayatmaya çalışır. onun dünyasında tek erdem, herkes gibi olmaktır. ortega bu durumu “farklı olmak indecenttir (münasebetsizliktir); modern insanın kutsal ideali konformizm olmuştur” diyerek çarpıcı şekilde özetler. kitle insanı, das man gibi, toplumdaki bütün bireyleri aynı düzlemde bir örnek kılmaya uğraşır. ortega, kitle psikolojisinin nitelikli, seçkin bireylerden hazzetmediğini vurgular. “farklı olan, sürüden ayrılan, bireysel, nitelikli ve seçkin olan her şeyi ezip geçmektedir kitle. herkes gibi olmayan kişi, herkes gibi düşünmeyen kişi, saf dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya” der. bu sözler, ortega'nın das man olgusuna çok benzeyen bir kitle diktatörlüğü endişesini yansıtır. ona göre kitle insanı kültür, sanat, düşünce gibi alanlarda vasatın egemenliğine yol açarak toplumu sıradanlaştırır; üstün değerler ve bireysel yaratıcılık geri plana itilir. ortega bu gidişe çare olarak, toplumda seçkin bir azınlığın öncülüğünde kültürel değerlerin korunmasını ve bireylerin kendilerini geliştirmesini önerir. bu elbette heidegger'in yaklaşımından farklı bir perspektiftir; ancak ortega'nın kitle konformizmine dair analizi, das man'ın toplumsal boyutunu anlamak için önemli bir arka plan sunar.

bu düşünürlerin yanı sıra, alexis de tocqueville'in çoğunluğun tiranlığı uyarısı, emile durkheim'ın modern toplumda anomi (normsuzluk) ve kitlesel intihar riskine dair tespitleri, max weber'in bürokratik rasyonellik eleştirisi gibi pek çok fikir, bireyin modern kitle düzeninde yaşadığı çözülmeyi farklı yönleriyle incelemiştir. bu eleştirilerin ortak noktası, modernitenin getirdiği standartlaşma, anonimlik ve tek tipleşme olgusudur. heidegger'in das man kavramsallaştırması da, bu ortak kaygıyı varoluş felsefesi düzleminde derinleştirerek dile getirir. otantik yaşam ideali, kierkegaard'dan sartre'a pek çok varoluşçu tarafından kendi özüne sadık kalma, kendi hayatını bizzat seçme cesaretini gösterme çağrısıyla ifade edilmiştir. heidegger ise otantikliğin yolunu, ölüm ve vicdan kavramları üzerinden açmaya çalışmıştır.

psikanalitik ve psikolojik bağlam

heidegger felsefesi temelde varoluşçu ve fenomenolojik olsa da, das man kavramının ima ettiği bireyin kendini yitirmesi durumu psikoloji ve psikanaliz alanında da çeşitli şekillerde ele alınmıştır. freud, lacan ve jung gibi kuramcılar, insanın topluluk içindeki benliğine dair çözümlemeler yaparken, aslında das man olgusuna paralel kavramlar geliştirmişlerdir.

sigmund freud, kitle psikolojisi ve ego analizi eserinde, bireyin bir kalabalık içinde kendi özgün bilincini nasıl yitirip kitlenin parçası haline geldiğini açıklar. kitle içinde bireyin bilinçdışı yönleri öne çıkar, bilinçli kişiliği adeta eriyip gider. gustave le bon'dan etkilenerek belirttiği üzere, tek tek bireyleri diğerlerinden ayıran özellikler kalabalık içinde silinir; herkesin paylaştığı ilkel dürtüler su yüzüne çıkar. freud'a göre kalabalıkta birey artık kendisi olmaktan çıkar, irade gücünden yoksun bir otomata dönüşür. bu dönüşümün özellikleri olarak kitle bireyinin niteliklerini sayar. bunlarmantıklı düşüncenin yerini telkinin alması, duyguların yayılıp ortak hale gelmesi, bireyin kişisel çıkarlarını feda edebilmesi ve hipnotize olmuşçasına dışarıdan gelen komutları sorgusuz yerine getirmesidir. sonuçta kitle içindeki insan, sürü içgüdüsü ile hareket eden, tek başına asla yapmayacağı şeyleri yapan bir varlığa dönüşür. freud ayrıca, insanların lider figürlerine duyduğu bilinçdışı özdeşim ihtiyacını vurgular. kalabalık, başında sevip saydığı bir önder varsa bir arada tutulabilir. her birey diğerleriyle eşit olmak ister ama hepsi de kendilerini kapsayan bir büyük baba figürüne (örneğin dindeki tanrı imgesi, ordu içinde komutan vs.) bağlanır. bu çözümleme, heidegger'in das man kavramından farklı bir terminolojiyle de olsa, benzer bir fenomene işaret eder. birey, topluluk içinde kendi kritik düşünme yetisini kaybedip anonim bir kitlenin üyesi haline gelebilir. kitle psikolojisi, fertlerin bilinçdışı arzularının kolayca yönlendirilip manipüle edilebildiği bir ortam yaratır. freud'un kuramında bireysel süperego kısmen askıya alınır ve yerine kalabalığın kolektif süperegosu geçer; kişi elalem ne der duygusuyla hareket eder hale gelir ki bu tam da das man'ın işleyiş biçimidir. örneğin büyük mitinglerde veya fanatik topluluklarda insanlar, sonradan hayret edecekleri eylemleri sırf çevrelerindeki herkes yapıyor diye yapabilirler. bu durumu freud, libidinal bağlar ve özdeşim kavramlarıyla açıklar. neticede, freud'un kitle psikolojisi tahlili, das man'ın psikolojik mekanizmalarını, özellikle bireyin bilinçdışında yatan güvenlik ve ait olma ihtiyacının, onu nasıl herkesleşmeye ittiğini anlamamıza katkı sunar.

jacques lacan, freud'un izinden giderek benlik ve öteki arasındaki ilişkiyi dil ve yapı perspektifinden incelemiştir. onun ünlü deyişi “arzu, öteki'nin arzusudur”, insanın ne istediğini dahi aslında toplumsal ötekiden; yani dil, kültür ve başkalarının beklentilerinden öğrendiğini ima eder. bireyin arzuları bile kendine özgü değil, başkalarının arzularının yansımasıdır. tıpkı heidegger'in das man'ında kişinin herkesin yaptığını yapması gibi, lacan'da da özne, büyük öteki'nin (toplumun) kendisinden beklediği şeyleri ister hale gelir. lacan'ın benlik kuramında önemli bir yer tutan ayna evresi de, insanın ego'sunu aslında dışarıdan (başkasının bakışından) kurduğunu söyler. bebek, aynada kendini bütün ve koordineli bir varlık olarak gördüğünde bundan haz duyar; ancak bu imge aslında dışarıdadır ve bir yanılsamadır. yani benlik dediğimiz şey, en başta bir başkasının perspektifinden içselleştirdiğimiz bir yabancı imgedir. bu açıdan lacan, ego'nun özünde yabancılaşmış bir benlik olduğunu belirtir. lacancı bakışla das man, öznenin bu aynadaki imge misali, anonim bir başkasına göre kendini tanımlamasıdır. örneğin sosyal medyada sürekli kendini başkalarıyla kıyaslayarak varlık duyan bir insan, lacan'ın deyişiyle öteki'nin bakışıyla var olur. böylece kendine ait özgün bir kimlikten ziyade, herkesin beğenisini toplamaya çalışan bir imaj haline gelir. lacan ayrıca nevrozlarda bireyin öteki'nin arzusuna hizmet etmek için kendi gerçek arzusunu bastırdığını gösterir. mesela histerik kişilik, lacan'a göre, başkalarının arzusuyla özdeşleşip onu kendi arzusuymuş gibi benimseyen kişidir. bu histerik kişi, das man'ın uç bir örneği sayılabilir. kendi olmak yerine başkalarının istediği kişi olmaya çalışır, ama aynı zamanda başkalarının arzusunun salt nesnesi olmamak için çelişkiler yaşar. lacan, benliğin bölünmüşlüğü kavramıyla, insanın asla tam manasıyla kendisiyle özdeş olamadığını, bilinçdışının ve dilin onu sürekli böldüğünü öne sürer. bu da otantik benlik fikrine kuşkuyla yaklaşmamıza yol açar. belki de aradığımız öz benlik, hiçbir zaman tam olarak ele geçiremeyeceğimiz, yapısal olarak parçalanmış bir şeydir. bu karamsar tabloya rağmen, lacan analiz aracılığıyla kişinin öznel konumunu daha iyi fark etmesini, büyük ötekinin belirlemelerini görüp bunları esnetebilmesini amaçlar. sonuçta lacan'ın perspektifi, das man'dan tam kurtuluşun imkansızlığına işaret etse de, `insanın kendini başkalarının arzusuna kaptırma eğilimi`ni bilinçli kılmak suretiyle daha özgün tercihler yapabilmesinin önünü açmaya çalışır.

carl gustav jung, analitik psikolojinin kurucusu olarak bireyin kolektif bilinçdışı ile ilişkisine vurgu yapar. onun persona (maske) kavramı, özellikle das man ile benzerlik taşır. persona, bireyin toplum içinde taktığı rol maskesidir. buna, toplumsal beklentilere uyum sağlamak için gerçek benliğin üzerine giyilen bir kimlik kostümü diyebiliriz. jung'a göre persona gerekli bir işleve sahiptir; insanların sosyal hayatta kabul görmesini, belirli roller üstlenmesini sağlar. ancak kişi, personasıyla özdeşleşip kalırsa, kendi özüyle bağını koparma riski doğar. jung bu durumda bireyin katılaşmış bir persona içinde provası yapılmış bir hayat yaşadığını belirtir. modern insanın krizini anlatırken “anlaşılan o ki modern toplumda pek çok insan, içinde yaşadığı kalabalıkta kendine yabancılaşmış, ruhunu kaybetmiş gibidir” ifadesini kullanır. jung, modern dünyada `bireyin kitle zihniyetine kapılarak benliğini yitirmesinden endişe duyar. 1950'lerde yazdığıkeşfedilmemiş benlik` adlı eserinde, totaliter rejimlerin kitle psikolojisini kullanarak bireyleri nasıl robotlaştırdığına dikkat çeker. özellikle hem nazizm hem komünizm deneyimlerinden yola çıkarak, modern insanın devlete ve ideolojiye tapınma uğruna kendi vicdan ve yaratıcılığını feda edebildiğini söyler. jung 1955 tarihli bir mektubunda kitle ruh halini şöyle örnekler: zor bir dağ tırmanışı sırasında sis bastırdığında tek tek bireyler korkuya kapılabilirken, kalabalık bir grupta herkes birbirinden cesaret alıp tehlikeyi bir halk şenliği havasında hafife alır, panik yerine gülüp eğlenme eğilimi doğar. bu bir yandan dayanışmanın gücünü gösterirken, öte yandan bireysel tedbiri ve sağduyuyu yok eden bir kolektif hipnoz anlamına gelir. jung, topluluk içinde sorumluluk duygusunun dağıldığını, bireylerin `güven duygusu artarken sorumluluk duygusunun azaldığı`nı belirtir. “zayıf ve güvensiz kişiler, kendilerini güvende hissetmek için sendikalara, örgütlere ve mümkünse 80 milyonluk bir ulusa ait olmaya çalışırlar. o zaman kişi kendini büyük bir adam sanır, çünkü diğer herkesle aynıdır; ama benliğini kaybeder, bireysel yargılama yeteneğini de.” bu sözleriyle jung, das man'ın kitlesel toplumda insanı nasıl özünden kopardığını çok net ifade etmektedir. kişi kalabalığa karışarak büyüdüğünü zanneder, aslında benlik arka plana itilip ortalamaya kurban edilir. jung'un çözüm önerisi, bireyleşme (individuation) adını verdiği süreçtir. bu süreçte birey, kolektif bilinçdışındaki arketipleri, özellikle gölge arketipini yani bastırılmış karanlık yönlerini bilinçle bütünleştirerek daha bütün bir kişilik haline gelir. başka bir deyişle kişi, toplumun ondan beklediği maskeleri bir kenara bırakıp kendi ruhunun derinliklerindeki potansiyelleri keşfetmelidir. jung, persona ile gölge'nin uzlaştırılmasını, gerçek benliğinortaya çıkması için şart görür. örneğin fight club filmindeki isimsiz anlatıcının yaşadığı bölünme, jungçu analizde persona'sının (sıradan, tüketici kimliğinin) karşısına gölge figürünün (anarşik ve özgür tyler durden'ın) çıkması şeklinde okunabilir. filmde dövüş kulübü başta bireyin sahte kimliklerini (kredi kartı borçlarıyla tanımlanan modern erkeği) yıkıp özgürleştiren bir terapi gibiyken, sonra yeni bir sürü'ye dönüşerek (projeyi mayhem adlı kolektif) aslında yine das man kısır döngüsüne girer. nihayetinde, üyeler uzay maymunlarına dönüşür, bir tür yeni tarikatın konformist askerleri olurlar. jungçu perspektiften bakarsak, gölge entegrasyonunun eksik kaldığı bu hikaye, bireyin kitle karşısında özgürleşmesinin ne denli zorlu olduğunu gösterir. ancak jung umudunu, tek tek bireylerin içsel dönüşümüne bağlar; toplumun değişebilmesi için önce içindeki erkekin de kadının da kendi gölgeleriyle yüzleşip bütünleşmesi gerektiğini savunur. bu yönüyle jung'un yaklaşımı, heidegger'in das man'dan kopuş için bireysel vicdan çağrısına kulak verme gereğine yaptığı vurguyla örtüşür. her ikisi de kurtuluşu topluluktan ziyade bireyin içsel yolculuğunda arar.

nihayetinde, psikanalitik ve psikolojik kuramlar, insan benliğinin sosyal çevreyle etkileşiminde nasıl biçimlendiğine dair zengin perspektifler sunar. freud kitle içinde benliğin regresyonunu (gerilemesini) vurgularken, lacan halihazırda benliğin öteki tarafından kurulduğunu, yani das man'ın içimizde konuştuğunu söyler. jung ise kitlenin bireyi ezdiğini kabul etmekle birlikte, çözümü içsel bütünlenmede arar. bu farklı görüşler bir arada değerlendirildiğinde, das man olgusunun hem sosyo-kültürel hem derin psikolojik boyutları olduğu ortaya çıkar. insan sadece dış baskı yüzünden değil, aynı zamanda kabul edilme, ait olma ve onaylanma yönündeki içsel ihtiyaçları nedeniyle de kendini elaleme uydurur. dolayısıyla das man'dan kurtulmak, yalnızca dış sisteme başkaldırı meselesi değil, insanın kendi iç dinamiklerini de dönüştürmesi meselesidir.

günlük yaşamda das man

heidegger'in döneminde das man, daha çok geleneksel elalem ne der olgusuyla, komşuların-dostların oluşturduğu kamuoyuyla özdeşleştirilmişti. günümüzde ise das man etkisini belki de her zamankinden daha güçlü hissediyoruz. ancak bu kez yüz yüze mahalle baskısından ziyade küresel kitle kültürü ve dijital platformlar aracılığıyla. moda endüstrisinden sosyal medyaya, akıllı algoritmalardan popüler kültüre kadar pek çok günlük deneyimimiz, bizi herkes gibi olmaya yönlendiriyor.

giyim-kuşam alışkanlıklarımız das man'ın belki de en bariz şekilde tezahür ettiği alandır. moda, bireysel zevklerden çok, toplumsal kabuller ve trendler tarafından belirlenir. ne giymemiz gerektiğini büyük ölçüde “herkes” belirler. örneğin bir sezon belirli bir renk moda olur ve vitrinler, dergiler, influencer'lar sürekli o rengi över; biz de farkında olmadan onu tercih etmeye başlarız. bir genç, arkadaş grubunda dışlanmamak için belirli markaları giyer; bir çalışan, iş yerinin dress codeuna (herkesin uyması beklenen giyim koduna) uyar. heidegger'ci açıdan bakarsak, üzerimizde taşıdığımız kıyafet çoğu zaman kendi özgün stilimizin değil, das man'ın ortalama zevkinin ifadesidir. kendi özgün benliğimizi giysilerimizle ifade ettiğimizi sansak da, reklamların bize inandırmaya çalıştığı gibi, aslında gerçekte ifşa ettiğimiz, özgün olmayan herkes-benliğimizdir. theodor adorno da kapitalist moda endüstrisinin insanlara hazır kalıplar sunarak sahte bir bireysellik hissi verdiğini belirtir. fabrikasyon olarak sunulan seçenekler, gerçekte sözde bireyselleştirilmiş, tezgahtan çıkma kimliklerdir. örneğin unisex giyim furyası çıktığında özgürlük simgesi olarak pazarlandı ama bir süre sonra herkes aynı kot pantolon ve tişörtü giyer hale geldi; bu kez farklı olmak marjinal sayıldı. moda dünyası bir yandan kendin ol derken, öte yandan bu sezon herkesin giyeceği budur diyerek çelişkili bir mesaj verir. sonuçta das man, moda aracılığıyla bizi standartlaştırır. giysilerimiz, biricikliğimizin değil, ait olduğumuz grubun veya sınıfın üniforması gibidir.

facebook, instagram, x gibi sosyal medya platformları ilk bakışta bireylere kendi seslerini duyurma, kendilerini ifade etme özgürlüğü vermiş gibi görünür. oysa pratikte sosyal medya, das man'ın dijital bir hızarla herkesi aynı kalıba yonttuğu bir arenaya dönüşebiliyor. öncelikle, sosyal medyada beğeni, takipçi sayısı, trend konular gibi niceliksel göstergeler, kullanıcılar üzerinde muazzam bir herkes neyi konuşuyorsa onu konuş, ne popülerse onu paylaş baskısı yaratır. trend olan bir konuda fikriniz yoksa görünmez olacağınızı hissedersiniz. böylece insanlar özgün ilgi alanlarından ziyade genelin ilgisini çeken konulara yönelir. ayrıca, algoritmaların da etkisiyle, herkese benzer içerikler sunulur. bu bir zihin homojenleşmesi doğurur. örneğin twitter'da veya tiktok'ta birkaç gün geçirin; herkes aynı esprileri yapıyor, aynı meme'leri paylaşıyor, aynı tartışma konularında benzer görüşleri tekrarlıyor olabilir. bu, heidegger'in düşüncenin ortalama endüstrileşmesi dediği şeye benzer. lakırdı (heidegger'in tabiriyle gerede, yani üstünkörü, derinliksiz konuşma) sosyal medyada hüküm sürer; özgün ve yaratıcı söylemler gürültü arasında boğulur. nitekim commonweal magazine'deki bir analizde, twitter'daki ana akım söylemin neredeyse otomatikleşmiş bir diskur ürettiği, yeni olayların dahi hızla hazır kalıp yorumlara boğulduğu belirtiliyor. gerçek dünya karmaşık ve çelişkilerle dolu olmasına rağmen, sosyal medyada her mesele birkaç sabit görüş kalıbına indirgeniyor; discourse denilen bu kendi kendini tekrar eden yorumlar döngüsü, kullanıcıların ufkunu daraltıyor. üstelik, sosyal medyada insanlar kendilerini sürekli bir başkalarının gözü önünde hissediyor. bu nedenle en iyi hayat görüntüsünü sunmaya çalışıyorlar. filtrelenmiş fotoğraflar, başarı hikayeleri, mutlu anlar paylaşılıyor. herkes bir diğerine kendi hayatının ne kadar gerçek ve güzel olduğunu kanıtlama peşinde. bu da topluca sahte bir gerçeklik yaratıyor. bir nevi herkesin herkesle yarışarak aynı mutluluk illüzyonunu sürdürdüğü bir panayır kuruluyor. sonuçta sosyal medya, insanları hem düşünce hem yaşam tarzı bakımından herkesleşmeye zorlayan güçlü bir das man aygıtına dönüşebiliyor. elbette yaratıcı ve farklı sesler de çıkıyor ama baskın eğilim, viralleşen şey neyse onun peşine takılmak. heidegger, das man'ın dilinin lakırdı olduğunu söylerken sanki bugünün tweet bombardımanını öngörmüş gibidir: “lakırdı, konuşulan şeyin gizli anlamını ve temelini kapatır. merak ise kişiyi sürekli bir dağılıp durma halinde tutar, dikkatini yüzeysel olandan ayırmaz. müphemlik ise das man, her şeyi biliyormuş gibi davranır ama aslında hiçbir şey sahiden anlaşılmaz.” bu tasvir, sosyal medyanın yüzeyselliği ve fomo (fear of missing out - geri kalma korkusu) kültürüyle birebir örtüşüyor. herkes her konuda konuşur (lakırdı), sürekli timeline'ını yenileyip durur (merak) ve sanki dünyadaki her şey hakkında yetkin fikri varmış gibi davranır (müphemlik). böylece sosyal medya das man'ı, hem de küresel ölçekte, canlı bir şekilde işletir.

günlük hayatımızda ne izleyeceğimiz, ne dinleyeceğimiz, hangi haberi göreceğimiz artık çoğunlukla algoritmaların elinde. youtube'un, netflix'in ya da spotify'ın öneri sistemleri, geçmiş tercihlerimize bakarak sen şunu seveceksin, bunu izle der. ilk bakışta bu bireyselleştirilmiş bir hizmet gibi görünür; ama aslında algoritmaların amacı kullanıcıları genel eğilimler içinde tutmaktır. örneğin youtube'da bir video izlediniz diyelim; ardından önerilen videolar çoğunlukla o konudaki en popüler içerikler olur. bu da zamanla bir tür dijital das man yankı odası yaratır. algoritma, “herkesin izlediğini” size de izletir. amazon'un bu ürünü alanlar şunları da aldı sistemi, netflix'in top 10 listeleri, twitter'ın trend olan hashtagleri… hepsi, kolektifin tercihlerinin bireye rehberlik ettiği mekanizmalardır. hedef kar olduğu için, ortalama kullanıcı neyi tıklıyorsa onu ön plana çıkarmak, teknoloji şirketlerinin işine gelir. böylece, zaten popüler olan daha popüler hale gelir; marjinal veya özgün olan görünmez kalır. algoritmik feed'ler, das man'ın dijital vekilleri gibidir. bize şunu fısıldarlar: “herkes bunu dinliyor, sen de dinle. herkes şu diziyi izliyor, geri kalma.” bunun sonucunda, farklı zevkler ve aykırı tercihlerin yaşama şansı azalır. mesela eskiden bir müzik mağazasında saatler geçirip hiç duymadığınız bir sanatçıyı keşfedebilirdiniz; şimdi spotify size zaten milyonların dinlediği çalma listelerini döngüye sokar. facebook sizin ilgi alanınıza göre zaten aynı görüşte olduğunuz insanları karşınıza çıkarır, böylece das man'ın kendi fikrinin doğruluğundan emin olma tuzağı derinleşir. kişi, herkesin zaten kendi gibi düşündüğü yanılgısına kapılır. algoritmalar, das man'ın görünmez eline dönüşüp hayatımızı düzenlerken, özgün deneyim ve sürpriz ihtimalini de baltalar. dahası, dijital dünyada beğeniye ve tıklanmaya endeksli bir ekonomik düzen kurulduğu için, içerik üreticileri de das man'ın istediğini vermeye meyleder. youtube'da özgün bir belgesel yapmak yerine trend konulara yönelik yüzeysel videolar üretmek, daha garantili bir başarı yoludur. bu da yaratıcılığı, risk almayı caydırıp düzene uygun içerik üretimini ödüllendirir. kısır bir döngü olarak, algoritma halihazırda rağbet gören tarza prim verip, kullanıcıları da bu tarzı tüketmeye yöneltir. sonuç, dijital çağda das man'ın belki de eşi görülmemiş bir yaygınlık ve hızla hayatlarımıza hükmetmesidir.

görüldüğü üzere, modern günlük yaşamımızın birçok alanı das man etkisini perçinlemektedir. moda, bize kendimizi ifade ettiğimizi düşündürerek aslında herkes gibi olmamızı sağlar; sosyal medya, kendimizi gösterme vaadiyle herkesi aynı popüler kültür havuzunda toplar; algoritmalar, seçim özgürlüğü illüzyonuyla davranışlarımızı öngörülebilir ve tekdüze kılar. bu şartlar altında özgün kalmak oldukça çaba gerektiren bir iş haline gelir. bir yandan günümüz insanı otantiklik peşinde gibi görünür. organik gıda tüketmek, otantik deneyimler yaşamak, sıradışı yerleri gezip ınstagram'a koymak moda olmuştur. ancak bu otantiklik arayışı bile das man tarafından paketlenip sunulmuş yeni bir konformizm kalıbı olabilir. her kendin ol mottosu, arkasında satılacak bir ürün veya hizmet taşıyor. nitekim filozof martijn visser, günümüz kültürünü gerçek hakiki samimi olana özlem olarak tanımlarken, bunun sıklıkla imal edilmiş bir otantiklik olduğunu belirtir. örneğin ev yapımı görünümlü bir ekmek, fabrikada seri üretilip üstüne köy ekmeği etiketiyle satılır; bir politikacı halktan biri imajıyla oy toplar ama bu imaj pr ekiplerince yaratılmıştır; sırt çantalı gezginler turistik olmayan özgün deneyim ararken aynı hostellerde aynı rotaları takip eden binlerce başka gezginle karşılaşırlar. bu paradoksal durum, das man'ın ne kadar sinsi ve güçlü olduğunun göstergesidir. otantiklik talebimizi bile karşılanacak bir talep haline getirip kendi ekonomisine dahil eder. demek ki günlük hayatta das man etkisinden bütünüyle kaçmak kolay değil. yine de birey, bu etkilerin farkında olarak küçük de olsa özgünlük alanları yaratabilir. örneğin modada trendlere kapılmak yerine kendi stilini bulmaya çalışmak, sosyal medyada ara sıra popüler olandan uzaklaşıp kişisel önemsediği konuları dillendirmek, algoritmaların sunduğu içerik dışında farklı kaynaklara da yönelmek gibi bilinçli çabalar, das man'ın tahakkümünü kısmen zayıflatabilir. bu çabaların önemi büyük, zira sanat ve edebiyat eserleri dahi das man'ın birey üzerindeki etkilerini işlemekte ve ondan kaçışın yollarını aramaktadır.

sinema ve edebiyatta das man'ın temsilleri

toplumsal konular, her zaman felsefe metinleriyle sınırlı kalmaz; romanlar, hikayeler ve filmler de bu meseleleri derinlemesine işler. modern edebiyat ve sinema, das man'ın birey üzerindeki yıkıcı etkisini çarpıcı örneklerle göstermiştir. franz kafka ve fyodor dostoyevski gibi yazarlar, ve the matrix veya fight club gibi filmler, bireyin anonim bir düzende boğuluşunu ya da bu düzene başkaldırı çabasını anlatır.

franz kafka'nın eserlerinde birey, anlaşılmaz ve ezici bir anonim güç karşısında çaresiz kalır. özellikle dava romanında josef k.'nın yaşadıkları, das man düzeninin bürokratik bir kabusunu andırır. josef k., nedenini bilmediği bir suçlamayla tutuklanır ve adı sanı belirsiz memurlar, mahkemeler arasında debelenir. burada “herkes”in temsilcisi olan amorf bir bürokrasi, bireyi kimliksizleştirir. josef k.'ya sistem içinde herkes gözüyle bakılır; onun biricik masumiyeti veya kişiliği kimsenin umurunda değildir. hikaye ilerledikçe josef k., kendi suçsuzluğuna inanmayı bile yitirir hale gelir. çünkü elalem illaki bir şey biliyordur, hata bende galiba psikolojisine kapılır. kafka'nın dünyasında birey, yüzü ve muhatabı olmayan bir das man düzeni içinde erir. yazarın bir başka sembolik eseri dönüşüm de benzer bir temayı farklı biçimde işler. gregor samsa, bir sabah dev bir böceğe dönüşmüş olarak uyanır. ailesi ve çevresi onu günden güne dışlar; çalışamaz hale geldiği için değerini yitirir, en sonunda bir yük görülüp ortadan kaldırılır. gregor'un böceğe dönüşmesi, insanın das man gözünde nasıl da değersiz ve tanınmaz hale gelebileceğinin metaforudur. artık o, herkesin saygı duyduğu evin reisi değil, toplum dışına itilen bir haşeredir. kafka'nın yoğun alegorik üslubu, das man düzeninin yarattığı absürd ve bunaltıcı atmosfere ışık tutar. birey kendini dev bir makinenin dişlisi olarak bulur; neden suçlandığını, neden dışlandığını asla tam kavrayamaz. tıpkı das man içindeki insanın, yaptığı şeylerin anlamını yitirmesi ve bir anlamsızlık duygusuna kapılması gibi, kafka karakterleri de bürokrasinin ve toplumun anlamsızlığıyla baş başa kalırlar. nihayetinde kafka, das man olgusunu en iç karartıcı yönü olan bireyin tüm değer ve özsaygısını yok eden, onu görünmez bir çark haline getiren yönüyle betimler. bu karanlık tablo, daha sonra varoluşçuluk akımının da kafka'yı sahiplenmesine yol açmıştır. jean-paul sartre ve albert camus gibi yazarlar, kafkaesk dünyayı insanın saçma (absurde) varoluşunun bir ifadesi olarak görmüşlerdir.

19. yüzyıl rus edebiyatının dehası fyodor dostoyevski, eserlerinde bireyin iç dünyası ile toplumsal ahlak ve kalabalık arasındaki çatışmayı derinlemesine incelemiştir. özellikle yeraltından notlar, das man'a karşı bir başkaldırı manifestosu gibidir. yeraltındaki adam, toplumun ikiyüzlü değerlerine ve ortalama insanın banalliğine isyan eder; “ben bir hastayım, kötüyüm” diyerek kendini marjinalize eder, çünkü herkese uymaktansa acı çekmeyi ve yalnız kalmayı tercih etmektedir. bu karakter, heidegger'in otantiklik uğruna das man'dan kaçış temasının edebi bir örneğidir. kendini tecrit ederek en azından özgün kibrini korur. dostoyevski'nin kalabalık ve sürü psikolojisi üstüne en çarpıcı parçası ise karamazov kardeşler içindeki büyük engizisyoncu hikayesidir. orada isa, yeniden yeryüzüne geldiğinde engizisyon mahkemesince tutuklanır ve kardinal, isa'ya insanların özgürlük istemediğini, onlara ekmek ve güvenlik vereni takip ettiklerini söyler. “insanlar aslında bizdendir,” der engizisyoncu, “çünkü biz onların vicdan yükünü hafiflettik; özgür irade yerine onlara itaat ve ekmek verdik, onlar da mutlu oldular.” bu söylem, das man'ın sunduğu sorumluluktan kurtulma ve rahatlık karşılığında özgürlükten vazgeçme anlaşmasını çok güzel özetler. dostoyevski'nin pek çok karakteri, kalabalığın yargısından mustariptir. suç ve ceza'daki raskolnikov, üstün bir birey olmaya kalkıştığı için herkes tarafından, hatta kendi vicdanında mahkum edilir; ecinniler'de sırf bir ideoloji uğruna kişiliğini hiçe sayan insanlar resmedilir; budala'da prens mışkin, saf iyiliğiyle topluma uymaz ve budala damgası yer. tüm bu örnekler, toplumun ortalama değerlerinin dışında kalan bireyin çektiği ıstırabı gösterir. dostoyevski'nin insanları, bir yandan herkes gibi olma arzusuyla boğuşur çünkü yalnızlık dayanılmazdır, öte yandan herkes gibi olmanın getirdiği sahtelikten nefret eder. bu ikilem, dostoyevski'de çoğu zaman trajik bir çözümsüzlüğe varır. birey ne tam toplumun parçası olabilir (çünkü vicdanı vardır, acı çeker), ne de toplumdan kopup kendi cennetini kurabilir. bu karamsar vizyon, das man meselesinin insani boyutunu çok iyi anlatır. kalabalık yalan içinde yaşar, ama tek başına hakikatin yükü de ağırdır. dostoyevski'nin eserleri, heidegger dahil pek çok varoluşçuyu etkilemiştir; heidegger, das man kavramını anlatırken “herkes”in “üçüncü tekil şahıs” haline getirdiği bir varoluştan dem vurur ki bu dostoyevski'nin yeraltı adamının kendini üçüncü bir kişi hissedişini hatırlatır.

chuck palahniuk'un romanından david fincher tarafından sinemaya uyarlanan fight club, das man'ın modern tüketim toplumundaki yüzünü ve buna karşı bir başkaldırı denemesini anlatır. filmde isimsiz anlatıcı, toplumun öğrettiği şekilde iyi bir beyaz yakalı olarak yaşamaktadır. iyi bir işi, kataloglardan döşediği şık bir ıkea evi, sigortaları, kredi kartları vardır. fakat içten içe kimliksiz, mutsuz ve canlılıktan yoksundur. uykusuzluk çekmekte, hayatında gerçek hiçbir heyecan hissetmemektedir. “işlerimizden nefret ederek, gereksiz eşyalar almak için çalışıyoruz” diye özetler durumu. bu, tam anlamıyla das man'ın dikte ettiği bir hayat stilidir: “tüketiyorum, öyleyse varım”. filmde bir sahnede anlatıcı, dergilerde gördüğü ideal hayatı yaşarken aslında bir yaşam simülasyonu içinde olduğunu fark eder. ekranda “bana ait sandığım eşyalar aslında beni sahiplenmiş.” diyerek kendini sorgular. bu farkındalık onu bir kırılma noktasına götürür ve tyler durden karakteri yani anlatıcı'nın hayali alter-egosu, karanlık gölgesi ortaya çıkar. tyler durden, modern das man düzenine isyanın vücut bulmuş halidir. “reklamlar bize, bir gün milyoner, film yıldızı, rock star olacağımız yalanını söyledi ama olmayacağız. ve bunu yavaş yavaş öğreniyoruz. ve çok, çok kızgınız.” derken bir kuşağın sisteme öfkesini dile getirir. dövüş kulübü, başlangıçta das man'dan kaçış için erkeklerin otantik bir deneyim yaşama aracı gibidir; birbirlerini döverek gerçek acı hisseder, gerçekten var olduklarını anlarlar. filmde dayak yiyen bir karakterin yüzündeki haz karışık gülümseme, belki de das man'ın konformist uyuşukluğundan silkiniş anını temsil eder. bu kulübün mottosu “sahip olduğun eşyalar sonunda sana sahip olur” ve “ancak her şeyini kaybettikten sonra canının istediğini yapmakta özgürsün” cümleleridir. bu sözler, bir bakıma heidegger'in ölümle yüzleşerek otantik olma fikrini yansıtır. her şeyi (sahte değerleri) kaybetmek, varoluşun sıfır noktasına gelip özü bulmaktır. fakat filmin de gösterdiği gibi, bu isyan girişimi sürdürülebilir olmaz. dövüş kulübü, bir süre sonra project mayhem adlı kaotik bir örgüte evrilir ve katılanlar tyler'ın emirlerini sorgusuz itaat eden sürüye dönüşür. tyler bir sahnede adamlarına “sizler özel değilsiniz, kar taneleri değilsiniz, hepiniz aynı çürüyen organik maddeden ibaretsiniz.” diyerek aslında onları yine das man mantığıyla hizaya sokar. sonuçta dövüş kulübü'nün isyankar üyeleri de tıpkı ordudaki askerler gibi üniformalaşır, saçlarını kazıtır, birer mekanik uzay maymunu haline gelirler. film, bu noktada oldukça anlamlı bir mesaj verir: sisteme başkaldırı dahi, bilinçsiz yapılırsa, kolayca yeni bir sisteme dönüşür ve das man kılığına bürünür. nitekim tyler durden'ın anarşist terör eylemleri, en sonunda masum insanların ölmesine yol açabilecek bir noktaya gelir; anlatıcı, yarattığı bu yeni das man tarikatını durdurmak için tyler'ı (yani kendi gölgesini) öldürmek zorunda kalır. fight club'ın finalinde binalar yıkılırken anlatıcı ve marla el ele tutuşurlar. bu sahne, belki de gerçek bir insani bağın, nihilist bir yıkımdan arta kalan tek otantik değer olabileceğini ima eder. dövüş kulübü, modern erkeğin kimlik krizini (ataerkil rolleri, tüketim toplumunun erkeklik tanımını vs.) de işler; ancak asıl öğretilerinden biri şudur: modern dünya, tüm konfor ve güvencesine rağmen bir anlam krizi yaratır; bu krizden kurtuluş arayışı ise yine das man tarafından soğurulup metalaştırılabilir. gerçekten de film vizyona girdikten sonra fight club tişörtleri, sabunları vs. satılmış; gençler yeraltı dövüş kulüpleri kurmaya kalkışmıştır. yani das man, filmde eleştirilen tüketim çılgınlığını filmin kendisini de tüketime sunarak sürdürmüştür. bu ironik durum, otantikliğin metalaşması temasıyla da ilişkilidir.

wachowski kardeşlerin kült bilimkurgu filmi matrix, das man temasını dijital bir alegoriyle ele alır. matrix'te insanlar, gerçek sandıkları bir simülasyonun içinde yaşamaktadır; doğduklarından beri zihinleri bir bilgisayar programına bağlıdır ve aslında gerçek dünya bundan bambaşka harap olmuş bir distopyadır. bu filmde das man kavramına karşılık gelen şey, toplumsal gerçeklik dediğimiz şeyin bir tür rüya, bir “program” olduğudur. başkarakter neo, içinde yaşadığı dünyanın sahte olduğunu sezmeye başlar; beyaz yakalı yaşamında bir şeylerin eksikliğini hisseder. morpheus ona “matrix bir rüyadır, gerçek olan çölü saklayan bir yalan perdesidir” derken, aslında das man düzenini tarif eder. matrix, herkesin hakikat sandığı bir yanılsamalar sistemidir. filmin ünlü kırmızı hap - mavi hap sahnesi, otantiklik yolunda bir seçim alegorisi olarak okunabilir. mavi hapı alırsa eskisi gibi herkes gibi yaşamaya devam edecek, kırmızı hapı seçerse acı gerçeklerle uyanacaktır. neo kırmızı hapı seçer ve matrix'in dışına çıktığında, dünyayı ilk defa tüm çıplaklığıyla, acısıyla, zorluğuyla görür. bu sahne, heidegger'in kaygı ve ölüm farkındalığıyla uyanma kavramına benzer. bu das man'ın huzurlu ama sahte rüyasından çıkıp varoluşun sert gerçeğiyle yüzleşmektir. matrix'te makinalar tarafından kurulan düzen, insanları güvende ve mutlu hissettiren bir hapishanedir. ajan smith karakteri, insanlığı tanımlarken “siz eninde sonunda bu düzene uyum sağladınız, çünkü özgürlüğe değil kurallara ihtiyaç duyuyorsunuz” gibi sözler sarf eder. bu da tıpkı dostoyevski'nin büyük engizisyoncusunun dediği gibidir ve insanlar özgürlükten korkup köleliği seçebilir. filmdeki ihanet içerisindeki karakter cypher, gerçek dünyanın zorluğuna dayanamayarak yeniden matrix'e dönmek ister. “biliyorum bu yediğim biftek gerçek değil. ama matrix bana onun lezzetli olduğunu söylüyor, ve beynim bunu gerçek kabul ediyor… cahillik saadettir.” diyerek das man rüyasına gönüllü teslim olur. cypher, das man düzeninin cazibesine kapılan modern insandır: gerçekliğin can yakıcı belirsizliği yerine, sahte de olsa konforlu bir dünyayı tercih eder. the matrix filminde neo'nun seçilmiş kişi olarak uyanıp diğerlerini uyandırma misyonu da bir nevi otantik peygamber rolüdür; fakat film, bu uyanışın bedelsiz olmadığını gösterir. gerçek dünyada sefalet, karanlık ve ölüm vardır; ama en azından hakiki seçim yapma imkanı da oradadır. matrix'in felsefi boyutu derindir, içinde platon'nun mağara alegorisinden jean baudrillard'ın simulakrlar teorisine kadar birçok gönderme barındırır. bizim konumuz bağlamında, matrix şunu dile getirir: gündelik hayatımız bir matrix ise, das man onun mimarıdır. herkesin aynı simülasyona bağlandığı, aynı tatlı yalana inandığı bir düzen… bundan kurtulmak, acılı bir hakikati kabullenmeyi ve çoğunluğa karşı tek başına savaşmayı gerektirir. filmin sonlarında neo, the matrix'teki kuralları aşarak imkansızı başarır. bu, bir anlamda herkesin yapamadığını yapma, das man sınırlarını kırma anlamına gelir. filmin final sahnesinde neo, telefon hattında matrix'i (düzeni) tehdit ederek “bu dünyadaki kuralları, sınırları göstereceğim, isteyenlerin zihinlerini özgür kılacağım” der. rage against the machine'in wake up (uyan) şarkısı eşliğinde uçuşa geçer. bu, belki de tam bir kurtuluşa işarettir; fakat sonraki devam filmlerinde bunun da kolay olmadığı, matrix'in bile kendi sistem karşıtı programlarını, yani kontrollü isyanları barındırdığı ortaya çıkar. bu detay, das man'dan kaçışın dahi sistem tarafından tahmin edilip yedeklenebileceğini (tıpkı kapitalizmin muhalefeti metalaştırması gibi) ima eder. yine de the matrix, 21. yüzyıl insanının özgün gerçeklik arayışına güçlü bir teşbih sunmuştur. belki de gündelik hayat bir uykudur, önemli olan uyanmaya cesaret etmektir.

das man teması, sayısız başka edebiyat ve sinema eserinde de yankılanır. albert camus'nün yabancısında meursault karakteri, cenazede ağlamak gibi toplumun dayattığı duygusal klişelere uymadığı için yabancı ilan edilir ve sonunda idama kadar varan bir yargıyla yüzleşir. onun suçu aslında herkes gibi olmamaktır. george orwell'ın 1984 romanında distopik devlet, parti adıyla mutlak bir das man otoritesi kurmuştur. herkes aynı şeyi düşünmek, hissetmek zorundadır; aksi suçtur. winston smith'in bu düzene başkaldırısı, ağır bir beyin yıkamayla bastırılır, sonunda o da herkes gibi parti'yi sever hale gelir. bu roman, das man'ın politik totaliter versiyonunu çarpıcı biçimde gösterir. yine ray bradbury'nin fahrenheit 451'i, kitapların yasaklandığı bir dünyada, evinde kitap saklayan bireylerin nasıl toplum düşmanı ilan edildiğini anlatır. kahraman montag, das man tüketim toplumuna sırt çevirip kitaplara yöneldiği için dışlanır. edebiyatımızda, oğuz atay'ın tutunamayanları das man toplumuna uyum sağlayamayan zeki bireylerin trajikomik hikayesidir; selim ışık karakteri aşırı duyarlılığıyla herkes dünyasında tutunamaz, intihar eder. yusuf atılgan'ın aylak adam'ı, düzenli işi, ailesi, planları olmayan bir adamın (c.) herkesleşmeyi reddediş öyküsüdür; aylak gezip insanları gözlemlerken bir yandan “normal” insanların mutlu olup olmadığını sorgular. bu örnekler çoğaltılabilir, ancak ortak noktaları edebiyat ve sinemanın, modern insanın bir yandan sürüye katılma öte yandan özgün olma ikilemini derinden işlemesidir. kimi eserlerde das man bireyi ezer, kimisinde birey isyan eder ama bedel öder, kimisinde geçici kurtuluş anları yakalanır. bu, insanlık durumunun belki de en evrensel dramlarından biridir. kafkaesk kabuslar, dostoyevski'nin tutarsız ruhları, neo'nun matrix'i aşması, tyler durden'ın patlayıcı düzeninin hepsi farklı bağlamlarda `ben kimim ve herkesin arasında kendim olabilir miyim` sorusuna işaret eder. bu soru, otantiklik meselesinin de özüdür.

ekonomik, politik ve toplumsal açılımları

das man olgusunu yalnızca bireysel-psikolojik açıdan değil, geniş çaplı ekonomik ve politik düzlemde de ele almak gerekir. zira modern toplumun makro yapıları, das man'ın etkisini pekiştirir niteliktedir. endüstriyel kapitalizm, demokrasi pratikleri ve toplumsal cinsiyet rolleri gibi alanlarda, bireyin anonimleşmesi ve özgünlükten uzaklaşması çeşitli biçimlerde tezahür eder.

19. yüzyılda sanayi devrimiyle birlikte seri üretim ve kitle tüketimi, benzeri görülmemiş bir standartlaşma yarattı. modern fabrika sistemi, her ürünü aynı, her işçiyi birbirinin yerine geçebilir kılmaya yöneliktir. luc boltanski ve eve chiapello, yeni kapitalizm'in ruhu adlı çalışmalarında, otantiklik arzusunun aslında endüstriyel toplumun yarattığı bu tekdüzelik ve kitle toplumu sonucu ortaya çıktığını belirtirler. 20. yüzyıl başında henry ford'un montaj hattından milyonlarca birbirinin aynı araba çıkar; aynı dönemde reklam endüstrisi gelişir ve herkese aynı kıyafetleri giydirir, aynı müziği dinletir, aynı filmleri izletir. bu durumda farklılık erozyona uğrar, das man adeta ekonomik yapının mantığı haline gelir. verimlilik için tüketicilerin bile birbirine benzemesi istenir. frankfurt okulu düşünürleri (adorno, horkheimer, marcuse vs.), 20. yüzyıl ortasında kapitalist toplumun kültür endüstrisi kavramıyla sahte bir bireysellik illüzyonu sunarak kitleleri uyuttuğunu öne sürdüler. theodor adorno'ya göre popüler müzik, standart bir formülü tekrar tekrar kullanarak dinleyicide sahte bir tatmin yaratır; dinleyici kendini özel hisseder ama aslında milyonlarla aynı basmakalıp şarkıyı dinlemektedir. bu durum das man'ın ekonomi eliyle işleyişidir. herbert marcuse ise tek boyutlu insan eserinde, kapitalizmin insanı “ı consume, therefore ı am” (tüketiyorum, öyleyse varım) paradigmasına indirgediğini yazar. çalışırız, kazanırız, sonra kazandığımızla hemen tüketiriz; bu döngü içinde hayatımızın tüm boyutları (sanat, düşünce, isyan vs.) törpülenip tek boyuta (tüketim) indirgenir. marcuse, kapitalizmin bastırıcı tolerans (repressive tolerance) kavramıyla, sisteme yönelik her eleştirinin sistem tarafından emilip zararsızlaştırıldığını açıklar. düzene isyan mı ediyorsunuz, `hemen isyanınızı pazarlanabilir bir ürüne çevirelim`. örneğin 1960'ların karşı kültürünü alır, ona uygun giyim-kuşam (kot, uzun saç modası), müzik (rock endüstrisi) satar, böylece isyanın enerjisini sisteme geri kanalize eder. gerçekten de 68 kuşağının farklı ol talepleri, ilerleyen yıllarda alt kültür pazarlaması şeklinde kapitalizmin yeni kar alanlarına dönüştü. punk'lar, hiphop'çular, gotikler… hepsi kendini çoğunluktan ayrı tanımladı ama her biri için ayrı bir pazar oluşturuldu. kapitalizm, bireysel kimlik arayışlarımızı bile das man piyasasına entegre etti. bugün sloganlardan birine bakalım, nike diyor ki just do ıt (sadece yap). bu, bir özgünlük ve girişkenlik çağrısı gibi görünür ama neticede ayakkabı satma amacına hizmet eder. martjin visser'in epoche magazine'deki makalesinde belirtildiği üzere günümüz pazarlamacıları, “tüketiciler otantik ürünler istiyor, öyleyse markanızı olabildiğince otantik gösterin.” diye kılavuzlar yayımlıyor. kitap başlıkları bile manidar: authenticity: what consumers really want (otantiklik: tüketicilerin gerçekten istediği), all marketers are liars (bütün pazarlamacılar yalancıdır) alt başlığı: why authenticity is the best marketing of all (neden otantikliğin en iyi pazarlama olduğu) gibi. bu, sistemin bir paradoksunu ortaya koyuyor. kitle toplumu o kadar ağır bir kimlik krizi yarattı ki insanlar gerçeklik talep ediyor; fakat bu talebi karşılamak için yine yapay gerçeklikler üretilip satılıyor. böylece das man çarkı yeni bir evreye girmiş oluyor. ekonomik olarak bakarsak, global kapitalizm das man'ı güçlendiriyor çünkü ölçek ekonomisi benzer tüketim alışkanlıkları gerektiriyor. mcdonald's tüm dünyaya aynı menüyü sunarken, hollywood filmleri evrensel bir kültür yaratırken, amazon herkesin benzer ürünleri almasını sağlarken, bir yandan da bireye sen özelsin müşteri olarak diyor ama aslında herkese aynı algoritmaları uyguluyor. modern ekonomi, kitle üretimi ve tüketimiyle das man normlarını toplumun tüm dokusuna zerk etmiştir. bireyin bu çarkta özgün kalması için neredeyse ekonomik bir mücadele vermesi gerekir. örneğin küçük yerel üreticileri desteklemek, modaya direnmek, reklam bombardımanına maruz kalınca bilinçli seçimler yapmak gibi. bu, her zaman mümkün ya da kolay değil elbette.

demokrasi, halk egemenliğine dayanan bir rejim olarak bireysel özgürlükler için en iyi zemin olarak görülür. ancak alexis de tocqueville'in işaret ettiği çoğunluğun tiranlığı problemi, das man olgusunun politik sahadaki yansımasıdır. çoğunluk görüşü, toplumda bir das man otoritesi haline gelebilir ve farklı düşünenler üzerinde baskı kurabilir. bugün popülizm dediğimiz olgu, bir bakıma das man'ın siyasette etkin olmasıdır. halkın ortalama değerleri ve önyargıları politikacılarca yüceltilir, entelektüel farklı sesler halk düşmanı elitler diye susturulabilir. kitleleri memnun eden basit söylemler, karmaşık gerçeklerin yerine geçer. bu ortamda kimse sürüden ayrılmak istemez, çünkü çoğunluğa karşı çıkmak siyasi linçle sonuçlanabilir. sosyal medya çağında bu etki iyice belirginleşti. linç kültürü, troll orduları vb. pratikler, das man ahlakının internetle şahlanması sayılabilir. günün egemen politik doğruculuğuna uymayan biri, bir anda herkes tarafından dışlanabilir. bu da insanları, içlerinden geçeni değil herkesin duymak istediğini söylemeye iter. heidegger'in “das man, her şeye tepeden tırnağa hakimdir” tespiti, demokratik kitle toplumunun patolojisini tarif ediyor gibidir. çok seslilik yerine, en çok sesi çıkan çoğunluğun dediği geçerli olur. örneğin bir ülkede medya tamamen belli bir ideolojinin borazanı haline gelirse, das man sesi dışında ses duyulmaz olur; muhalifler susturulur veya otosansür uygular. das man, politik düzlemde vatanseverlik, gelenek gibi kavramlarla da iç içe geçebilir. herkes vatanını sever, herkes şöyle düşünür retoriğiyle, farklı görüşler marjinalleştirilir. öte yandan totaliter rejimler, das man'ı zora dayalı yaratır. tek parti ideolojisine uymayan yok edilir. nazi almanyası'nda hitler, kitlesel mitinglerle insanları trans haline sokup tek bir halk bilinci yaratmış, jung'un ifadesiyle “reform'dan beri almanya'daki en büyük kitlesel değişim deneyimini yaşatmıştır” ve bunun bedeli milyonlarca can olmuştur. sovyetler'de stalin, herkesin aynı ideolojik dili konuştuğu (haberlere pravda/gerçek adı verilen ironik bir ortamda) bir birlik havası yaratmıştır; ama bu herkesleşme ancak şiddet ve korku ile sağlanabildi. bu uç örnekler, politika alanında das man'ın tehlikesini gösterir. demokrasi ise bu tehlikeyi dengelemek adına azınlık hakları, ifade özgürlüğü gibi ilkeler getirir. yine de günümüzde popülizm rüzgarları, demokrasiyi das man demokrasisine indirgeme riski taşır. orwell'ın 1984'ündeki two minutes hate (iki dakika nefret) seanslarını hatırlatan sosyal medya nefret kampanyaları, herkesin aynı hedefe öfke kustuğu ve bunun bir vazife sayıldığı anlar yaratıyor. bu da bireysel muhakeme yerine kitle psikolojisinin zaferi demek. politik olarak, das man etkisinden kurtulmanın reçetesi belki de çoğunluğun her zaman haklı olmayabileceğini unutmamak, demokratik kültürü ve çoğulculuğu korumaktır. yani herkes böyle düşünüyor cümlesine mesafe almak, ezber söylemleri sorgulamaktır. otantik bir siyaset, klişeleşmiş propaganda yerine eleştirel aklı ve çeşitliliği yüceltmelidir. bu ise hem vatandaşların hem liderlerin çaba göstermesini gerektirir.

das man'ın belki de en ince ve derin kök saldığı alanlardan biri, toplumsal cinsiyet (gender) rolleridir. kadınlık ve erkeklik, büyük ölçüde kültürel das man normlarıyla tanımlanır. simone de beauvoir meşhur “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünde, bir insanın kadınlık kimliğinin toplum tarafından şekillendirildiğini anlatır. “hiçbir kader biyolojik değildir; insan toplum içinde bir özgürlük varlığı olarak kurulur” diye devam eder beauvoir. bu, kız çocuklarına doğumdan itibaren giydirilen pembe giysilerden, öğretilen “hanım hanımcık ol” tavsiyelerine, erkek çocuklarına “ağlama, güçlü ol” telkinlerine kadar sayısız örnekle doğrulanabilir. örneğin, geleneksel das man normlarına göre “erkek adam ağlamaz”, “kadın dediğin evini çekip çevirir”, “kız kısmı fazla okursa evde kalır” gibi kalıp yargılar nesilden nesile aktarılmıştır. bu sözler, tam anlamıyla das man (elalem) kültürünün inşalarıdır. birey bu rollere uymadığında toplumsal yaptırımla karşılaşır. el alem ne der sorusu özellikle cinsiyet rollerinde belirleyicidir. örneğin bir kadın, boşanmak istediğinde “ama ben boşanamam ki, elalem ne der?” diyerek kararını erteleyebilir. oysa mutsuzdur, özgürlüğünü istemektedir. bu örnekte das man, kadının hayatına doğrudan hükmeder. kolektivist kültürlerde “elalem ne der” zihniyeti kadınların giyiminden davranışına, eğitiminden kariyerine dek sayısız tercihini etkiler. kadın kendi arzularını ikinci plana atıp toplumun onayını almaya koşullanabilir. bu, lacan'ın bahsettiği öteki'nin arzusuna göre yaşama halinin cinsiyet bağlamındaki karşılığıdır. erkekler de das man baskısından muaftır diyemeyiz; onlar da erkeklik ispatı için belirli kalıplara (askerlik yapma, sert görünme, ev geçindirme vs.) uymaya zorlanır. ne var ki tarihsel olarak das man normlarını koyan, genellikle ataerkil bir erkek “herkes” olmuştur. dolayısıyla kadınlar, bu normların nesnesi konumunda daha fazla ezilmiştir. feminizm, bir yönüyle, das man'ın cinsiyetçi boyutuna başkaldırıdır. “herkes böyle yapıyor” diye meşrulaştırılan eşitsizliklerin teşhiri ve reddidir. örneğin yakın geçmişe kadar pek çok toplumda das man görüşü, kadının çalışmasını onaylamıyordu; feminist mücadele bu algıyı sarstı ve bugün kadınların iş hayatına katılımı yeni bir norm haline geldi. fakat bu kez de süper kadın baskısı belirdi. hem kariyer yap, hem evinin kadını ol, çocuk da bak… yani ataerkil das man, biçim değiştirerek sürüyor. toplumsal cinsiyet normlarından kurtulmak, belki de das man'ın en zor aşılacağı cephe; zira çocukluktan itibaren içselleşiyor. bir kadın, eteğiyle rahat yürüyemeyip acaba elalem bakıyor mu diye huzursuz olabiliyor; bir erkek, arkadaş ortamında herkes küfür ediyor diye aslında tarzı olmadığı halde uyum sağlıyor. bu küçük örnekler bile, das man'ın görünmez iplerinin bizi nasıl oynattığını gösterir. otantik bir kimlik geliştirmek, kadın veya erkek olsun, kişinin bu toplumsal rolleri sorgulamasını ve kendi özdeğerlerine göre yeniden tanımlamasını gerektirir. beauvoir'ın bahsettiği özgürlük varlığı olarak kurulma tam da budur. kişi, herkesin dediği kalıba göre değil, kendi seçimine göre cinsiyet kimliğini yaşamalıdır. elbette ki bu seçim de tamamen boşlukta oluşmaz, ama kişi bilinçle yön verebilir. günümüzde eşcinsel hareketi de das man heteronormatif (heteroseksüelliği norm sayan) bakışa karşı bir mücadele veriyor. herkes kadın-erkek ilişki yaşar, herkes ikili cinsiyete uyar diyen geleneksel kabule karşı, farklı cinsel yönelim ve kimliklerin meşruiyeti savunuluyor. bu da gösteriyor ki das man sadece tek tip insan değil, aynı zamanda tek tip aile, tek tip aşk, tek tip beden istiyor. bunlardan sapma olunca toplumsal damgalama devreye giriyor. bu yargılar, özünde “elalem ne der” kaygısıyla ayakta duruyor. bir erkeğin pembe giymesi tuhaf karşılanabilir, “koca adam, yakışıyor mu pembe” denebilir. çünkü renklerin cinsiyet kodu da das man tarafından belirlenmiştir. halbuki renge cinsiyet atayan norm tamamen kültüreldir. bu normun dışına çıkmak cesaret ister, alay konusu olabilir. sonuçta, toplumsal cinsiyet rolleri das man'ın en sinsi ve derinden işlediği normatif alanlardan biridir. bundan kurtuluş, sadece yasal haklarla değil kültürel dönüşüm ve bireysel bilinçle mümkündür. kişiler, das man kalıplarını fark edip onlardan sıyrılmaya çalıştıkça, cinsiyet eşitliği ve özgürlüğü gerçek anlamda ilerleyebilir.

bu açılımlardan görüyoruz ki das man olgusu, ekonomik düzende standart tüketici, politik düzende çoğunluğun sesi, toplumsal hayatta ataerkil norm şeklinde tezahür edip bireylerin hayatını şekillendiriyor. bu alanlarda herkesleşmenin zararlarından korunmak için, belki de azınlıkta kalabilme cesaretini benimsemek gerekiyor. filozof john stuart mill, “toplum, birey üzerinde haklı sebepler olmaksızın zorba bir baskı kurar; bu baskıya karşı en iyi koruma, `bireysel farklılığın değeri konusunda ısrarcı olmak`tır” der. bu söz, das man etkisine direnç göstermenin önemini vurgular. ekonomide, politikada ve toplumsal yaşamda das man'ın dayattığı yaşam formüllerine eleştirel yaklaşmak, daha özgür ve çeşitli bir toplumun ön koşuludur.

türkiye'de das man

her toplumun das man olgusuna kendi kültürel rengini kattığını söyleyebiliriz. türk toplumunda das man, sıklıkla elalem kavramıyla ifade edilir. elalem ne der endişesi, geleneksel türk toplumunda bireylerin davranışlarına yön veren güçlü bir sosyal kontrol mekanizması olagelmiştir. türkiye'de toplumsal yapı tarihsel olarak daha kolektivisttir. bu, bireylerin kendi kimlik ve tercihlerinden ziyade, ailelerinin, mahallelerinin ve genel olarak toplumun beklentilerine göre hareket etme eğiliminde olmaları demektir. batı'daki bireyci kültürlere kıyasla elalem kavramının bizde daha baskın olması bundandır. anadolu'da yaygın bir atasözü olan sürüden ayrılanı kurt kapar, bu gerçeği veciz biçimde dile getirir. yani topluluktan koparsan başına kötü şeyler gelir; o halde sürüye (çoğunluğa) uy, ayrılma. bu öğüt, nesiller boyu bir kültürel şiar olarak aktarılmıştır. elalem ne der diye hayıflanan büyükler, gençleri de bu minvalde terbiye etmiştir.

heidegger'in das man kavramını türkçede açıklamak için genelde “herkes” ya da doğrudan “elalem” sözcükleri kullanılır. türkiye'de das man'a uyum sağlamak çoğu kez toplum tarafından kabul görmek ile eşdeğer tutulur. mesela bir genç, sırf herkes üniversiteye gidiyor diye istemediği halde üniversiteye gidebilir; ya da tam tersi, yakın zamana kadar kız kısmı okumaz diyen das man sesi yüzünden birçok kız çocuğu eğitimini erken sonlandırmak zorunda kalmıştır. bireysel isteğin veya potansiyelin önemi, elalemin ne diyeceği kıstası yanında ikincil kalır.

özellikle kırsal ve küçük yerleşim birimlerinde herkesin birbirini tanıması durumu, das man denetimini çok güçlü kılar. komşuların dedikodusu, akrabaların lafı, mahallenin tepkisi, bireylerin en mahrem kararlarına bile nüfuz edebilir. örneğin evlenecek çiftler bile düğün büyük olsun, elalem ne der sonra diyerek ekonomik güçlerini zorlayabilir. bir aile, sadece herkes yazlığı konuşuyor diye borca girip yazlık alabilir. bir baba, milletin çocuğu tıp kazandı, benimki nasıl açıkta kalır baskısıyla çocuğuna istemediği bir mesleği seçtirebilir. bu örnekler çoğaltılabilir. hepsinde ortak olan, kararların motivasyonunun içeriden (bireyin özdeğerlerinden) değil dışarıdan (toplumun bakışı ve kıyaslamasından) gelmesidir. bu da heidegger'in das man eleştirisindeki kilit noktaya çıkar. elalem peşinde koşan insan, kendi olma imkanından vazgeçer; başkalarının onun için çizdiği sınırlar içinde yaşar.

türkiye'de elalem ne der olgusunun en çok etkilediği alanlardan biri, ne yazık ki kadınların toplumsal hayata katılımı olmuştur. ayıp, günah, elalem üçlüsü, özellikle kadın davranışlarını kısıtlamada bir sacayağıdır. mesela kız kısmı yüksek sesle kahkaha atmaz, sokakta tek başına gezmez, gece dışarı çıkmaz vs. gibi sayısız yazılı olmayan kural, esasen das man'ın cinsiyetçi değer yargılarıdır. bu kurallara uymayan kadın, mahalle baskısıyla karşılaşır, adı çıkar, itibarı zedelenir. bu nedenle pek çok kadın, aslında kendi arzusu olmadığı halde, sırf elalem öyle bekliyor diye belirli bir hayat yolunu seçmiştir. örneğin evlenmek istemeyen bir kadın, evde kaldı denmesin diye istemeyerek evlenebiliyor; çocuk sahibi olmak istemeyenler, herkes çocuk yapıyor, siz niye yapmıyorsunuz baskısına maruz kalabiliyor. erkekler de benzer şekilde adamlık kalıbına sokulur. evlen de bir yuva kur oğlum, çoluk çocuğa karış denir mesela, sanki evlenmemek bir eksiklikmiş gibi.

bir de türkiye'de kendini beğenmişlik kavramıyla ilgili bir das man yönelimi vardır. ortalamadan fazla sivrilenler hemen ukala, kibirli yaftası yiyebilir. iti an çomağı hazırla diye bir deyimimiz var; birini övdüğünde hemen olumsuzunu da söyle ki nazara gelmesin misali. bu kültürel tutum, aslında bir eşitleme refleksidir. “mütevazı ol, başkasını rahatsız etme” belki nezaket gibi görünür ama alt metinde “sen bir şey değilsin, elalemin arasında sıradan kal” mesajı sezilir. boyundan büyük işlere kalkışma geleneği midir bilinmez, bizim toplumda aşırı başarılı veya farklı insanlara karşı bir mesafe, hatta alttan alta bir düşmanlık olabiliyor. örneğin bir genç girişimci, akranlarından daha farklı bir yol deneyince deli mi bu, millet memur olmaya çalışıyor tarzı yorumlarla karşılaşabilir. bu tür tepkiler, das man'ın yenilik ve farklılık karşısındaki refleksidir. ortega y gasset'in kitle insanı tarifindeki farklı olan her şeyi ezer geçer tavrı, burada vücut bulur. ister komşudan ister devletten gelsin, türkiye'de tektipleştirici bir basınç olduğu sık sık dile getirilir. tek tip kıyafet, tek tip düşünce, makbul vatandaş tanımı vb. bu basıncın halk ağzındaki ifadesi gene “elalem ne der”dir.

peki türkiye'de das man'dan kurtuluş ihtimali yok mudur? elbette, bu kültür de değişmektedir. kentleşme, eğitim, bireyselleşme trendleri ile birlikte, özellikle genç kuşaklar ben böyle istiyorum, elalemin dediği umurumda değil diyebiliyor. büyük şehirlerde komşular artık birbirini tanımıyor, mahalle baskısı zayıflıyor. sosyal medyanın globalleşme etkisiyle insanlar kendi kabuğunun dışındaki normları görüyor ve “başkaları ne der” kaygısı bir parça gevşiyor. yine de henüz tam anlamıyla bireyci bir kültür haline gelmediğimiz açık. kamusal utanç ve onay mekanizması hala dipdiridir.

heidegger'in perspektifinden bakarsak, das man tamamen kötü değil; insana dünyada bir tanıdık olma hissi veriyor. türkiye'de elalem de aslında bir sosyal sermaye sayılabilir. insanlar birbirine yardım eder, mahalle mahalleliği bilir, komşu tabağı geri çevirmez filan. bu yönüyle, bireyin yalnızlık çekmemesini sağlar. ancak bu tanıdıklık hali, bir yüzüyle de norma uyma, uyumlanma demek olduğu için, insanın kendi imkanlarını görmesini engeller. türkiye'de de pek çok insan, bu kolay olanı seçiyor olabilir. örneğin, içten içe çok farklı bir hayat düşleyen biri, sırf riskli ve belirsiz diye adım atmıyor; nasılsa herkes gibi yaşarsa en azından garipsenmeyecek. heidegger, bu hali düşmüşlük içinde oyalanmak olarak tanımlar. insan, kendini sürekli meşguliyetlerle oyalayıp aslında varoluşsal meselelerinden kaçınıyor. türkiye'de de insanlar belki laf, dedikodu, meşgale ile boğularak kendi özlerine inmekten kaçıyor. sohbetlerde derin bir felsefi bir konu açılsa, hadi canım boşver, boğulursun, havadan sudan konuşalım denir mesela. işte bu, das man'ın belki de evrensel refleksidir. derine inme, yüzeyde kal. bizde dert etme, takdirdir, kaderine razı ol kültürü de bunu desteklemiştir.

özetle, türkiye örneği das man'ın güçlü fakat değişime uğrayan bir profilini sunuyor. elalem, geleneksel toplumu bir arada tutan harç iken, bireylerin özgürleşmesinin de başlıca engelidir. bu ikilem, birçok gencin ailesiyle çatışmasında da görülüyor. genç kendi yoluna gitmek ister, aile “komşular ne der” kozunu oynar. ancak devir değişiyor; belki 21. yüzyıl türkiye'sinde elalem yavaş yavaş tahtını bireye bırakacak. yine de, yepyeni birey putları dikmemek lazım; çünkü bir toplumda tamamen das man yok olmak da beklenemez. önemli olan, bireysel özgürlük ile toplumsal bağlılık arasındaki dengeyi kurabilmek. heidegger, insanın her durumda bir birlikte varlık olduğunu söyler, bundan kaçış yoktur. ancak bu birlikte var oluşun içinde kendini kaybetmemek de kişinin sorumluluğundadır. türkiye'de belki bu sorumluluğu alacak bilinç henüz tam yaygın değil, ama her kuşakta artıyor. sosyal kampanyalar, kadın hareketi, eşcinsel hareketi, genç girişimciler… hepsi elaleme rağmen kendi bildiğini yapmak cesaretini gösteren örneklerle dolu. bunlar umut verici. elalemi tamamen yok sayamayız, ama elalemle ilişkilenme biçimimizi dönüştürebiliriz. kendimize düşen, das man çemberi içinde dahi özgün bir duruş sergilemenin mümkün olduğunu göstermek.

ölüm, kaygı ve otantik varoluş

heidegger'in das man eleştirisinin belki de en kritik noktası, ölüm ve kaygı deneyimiyle ilgilidir. heidegger'e göre insan, gündelik hayatın das man akışına kendini kaptırmış haldeyken bir nevi uyurgezerdir; ancak bazı sarsıcı deneyimler onu bu uykudan uyandırabilir. kaygı ve ölüm farkındalığı, bu sarsıcı deneyimlerin başında gelir. heidegger, “ölüm, das man'ın bizden saklamaya çalıştığı bir gerçektir.” der. günlük hayatta das man, ölümü uzakta bir olgu gibi ele alır. “elbet bir gün öleceğiz ama şimdi değil, sonra, yaşlanınca… şimdi hayat rutinine devam.” mesajları verilir. toplum, ölümü genellikle konuşmaktan kaçınır, hastanelere, mezarlıklara hapseder; sanki yaşamımızın doğal bir parçası değilmiş gibi onu göz ardı eder. heidegger'e göre bu, das man'ın ölümü sıradan bir vaka gibi göstererek onun asıl anlamını örtmesi anlamına gelir. oysa ölüm, bizim en kendi, aşılmaz ve paylaşılmaz imkanımızdır. yani herkes ölecek olsa bile, benim ölümüm yalnız benim deneyimleyebileceğim, kimsenin benim yerime alamayacağı bir en uç imkandır. dolayısıyla ölüm düşüncesi, dasein'ı radikal biçimde bireyselleştirir. das man ölmez, ben ölürüm. das man belirsiz bir çoğuldur, ama ölüm herkes için soyut bir uzak son iken benim için somut ve her an olabilir bir ihtimaldir. heidegger, “ölüm, bir insanın artık daha fazla imkanının kalmaması imkanıdır” der. bu biraz muğlak gelse de kastedilen şudur: ölümün kesinliği ve her an olabileceği gerçeği, insanı hayattaki tüm diğer imkanlarını gözden geçirmeye zorlar. günlük koşuşturma içinde insan, sanki sonsuz vakti varmış, her şey hep böyle gidecekmiş gibi davranır. kaygı (angst) tam da bu zemin sarsıldığında ortaya çıkar. “hayatım sandığım kadar sağlam bir zemine oturmuyor; aslında altımda bir hiçlik var, bir gün öleceğim ve tüm bu telaşlar bitecek… peki ben ne yapıyorum?” duygusudur bu. heidegger'e göre angst, belli bir nesnesi olmayan, varoluşsal bir ürperti halidir. dünya aniden yabancı, tekinsiz görünür, günlük uğraşlar anlamsızlaşır ve insan kendi çıplak varoluşuyla yüz yüze kalır. bu deneyimi belki hepimiz hayatımızın bir anında yaşamışızdır. aniden bir gece uyanır ve günün birinde öleceğim düşüncesiyle titreriz; ya da çok sevdiğimiz birini kaybedince bütün rutinlerin kofluğunu fark eder, ne için yaşıyoruz ki diye sorarız. işte bu, heidegger'in ifadesiyle, das man'ın üzerimize örttüğü örtünün bir an çekildiği andır. kaygıda, dünyamız köksüzleşir, temelimiz hiçlik olu; o ana dek tanıdık sandığımız her şey yabancılaşır. heidegger'in deyimiyle “dasein, kendini evinde hissettiği yerin aslında tekin olmadığını anlar; yuvası sandığı yer ondan uzaklaşmıştır. evsiz ve yuvasız kalma hali başlar. işte bu kaygı'dır.” bu kaygı anı, paradoksal olarak dasein'ın nihayet kendisiyle karşılaştığı andır. çünkü das man'ın gürültüsü ve oyalamaları çekilmiş, kişi sahnenin ortasında tek başına kalmıştır.

heidegger'e göre bu durum, bir çöküş kadar bir uyanış imkanıdır da. kaygı sayesinde insan, kendi en öz imkanını duyumsar. ben, hayatımı bir başkası için değil, kendi özgün varoluşum için yaşamaktan sorumluyum der. ölüm olgusu, das man'ın sunduğu sahte ölümsüzlük hissini tuzla buz eder; nasıl olsa herkes yaşıyor bir şekilde rehaveti biter. kişi benim hayatım benim ve sınırlı; eğer kendim olmazsam, kim olacak sorusunu idrak eder. bu bilinç, otantik varoluşun başlangıcıdır. ölüm bizi kalabalıktan çıkarır, kendi varlığımızı ele almaya zorlar. nitekim heidegger “ölüm bilinci, dasein'ı kendi en-öz-varoluşuna çağırır” der ve bu çağrıyı vicdanın sesi olarak niteler. vicdan burada ahlaki anlamda değil, insanın derin benliğinin, hayatını kendin seç diye haykıran sesidir. das man gürültüsünün sustuğu kaygı anında bu ses belirginleşir. bu sesi dinleyen kişi, heidegger'in terminolojisinde kararlılık (entschlossenheit) halinde otantik bir tutum takınır. kararlılık, içi boş bir inatçılık değil; insanın kendi varoluşunu seçmeye hazır olması, kaygıya rağmen sorumluluk alması demektir. heidegger “kararlı insan, kaygıya hazır olandır” diye yazar. yani kaygı hissetmekten, ölümü düşünmekten kaçmaz; bilakis bu duyguları bastırmadan, onları birer yol gösterici gibi kabul ederek yaşamını özgürce yönlendirir.

heideggerci perspektifte otantik varoluşa giden yolun başlangıç noktası kaygı ise, dönüm noktası da ölüme gerçek manada bakabilmektir. ölümü olgusal bir son değil, her an gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kavramak, kişinin yaşamına yeni bir aciliyet, bir özgünlük katar. das man, ölümü genellikle someday(günün birinde) diye öteler; her fani ölür der geçer, kendini bunun dışında tutar. das man'a göre ölüm, başkalarının başına gelen tatsız bir şeydir. oysa otantik kişi, ben şu an da ölümlüyüm, ölüm her an gelebilir idrakini içine sindirir. bu idrak, onu das man'ın nasıl olsa zaman var rehavetinden kurtarır. eflatun'un “felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir” sözünü heidegger varoluşçu bir içerikle yeniden yorumlar. ölümü kabullenmek, hayatın her anını otantik kılmanın anahtarıdır. çünkü anlaşılıyor ki boşa harcanacak zaman yok, şimdi yapmazsam belki hiç yapamayacağım. bu, sartre'ın deyimiyle insanı varoluşunun sorumluluğunu almaya iter.

heidegger, otantik varoluşu seçen kişiyi ölüme doğru varlık (sein zum tode) bilincine ermiş kişi olarak tanımlar. ölüme doğru varlık, aslında hayatın sonuna odaklanmak değil, hayatın her anını son anın bilinciyle yaşayabilmektir. bu, bir çeşit yoğunluk ve açıklık kazandırır. kişi, das man'ın kendisini avutmak için sunduğu daha çok vaktim var yalanına kanmaz hale gelir. bunun özgürleştirici bir tarafı vardır. nasıl olsa bir defa yaşayacağım idraki, das man'ın ne derler prangalarını kırabilir. örneğin, ölümlülüğünü idrak eden biri, sevmediği bir meslekte ömür tüketmekten vazgeçip tutkusunun peşine düşebilir; ya da uzun zamandır açmak istediği sergiyi, yazmak istediği kitabı ertelemekten vazgeçip kolları sıvayabilir. çünkü das man'ın telkin ettiği garanti, güvenli yol artık ona anlamsız görünür; esas kendi olma ihtiyacı öne çıkar.

heidegger bu süreci dini terimlerle değil tamamen varoluşsal terimlerle anlatır. ancak benzer bir temayı, soren kierkegaard'ın ölümcül hastalık umutsuzluk ve bunu aşma meselesinde de görmek mümkündür. kierkegaard'a göre de insan ölümü düşünüp fani olduğunu anladığında, dünyevi kaygılar küçülür ve sonsuzluk perspektifi kazanır. heidegger daha sekülerdir. sonsuzluktan bahsetmez ama hiçlik perspektifi kazandırır diyebiliriz. kaygı, dasein'a temelinin hiçlik olduğunu ifşa eder; bu da onda bir kendine dönüş hareketi başlatır. aslında sahip olduğumuz zemin bir hiçlik, öyleyse ben kendi zemini kendim yaratmalıyım. bu, belki de özgürlük dediğimiz şeydir. jean-paul sartre'ın insan özgür olmaya mahkumdur sözüyle de paraleldir. yani hiçbir özümüz, hazır anlamımız olmadığını fark edip, yaşamımızın anlamını bizzat yaratmak zorunda olduğumuzu kabullenmektir bu. heidegger vicdanın sesi dediğimiz iç çağrının zaten bize hiçbir özün yok, kendini seç diye seslendiğini söyler. ne var ki das man gürültüsü bunu bastırır.

elbette ölüm ve kaygı deneyimi herkesi otomatikman otantik yapmaz. çoğu insan, bu sarsıcı anları çabucak atlatıp das man'ın koynuna geri döner. “das man, ölümü inkar etmez ama onunla alakasız bir sükunetle yaşar” der heidegger. yani cenazede hüzünlenip ölenle ölünmez diyerek hayat koşturmasına devam ederiz. das man ölümü somut bir gelecekteki olay gibi görüp belirsizliğini örtbas eder. elbet bir gün öleceğiz ama daha çok zaman var, der. bu bize suni bir dinginlik verir. bu tavır, heidegger'e göre ölümü gerçek imkan olarak anlamaktan kaçmaktır. otantik olmak ise ölümün ne zaman geleceğinin belirsiz olduğunu tam anlamıyla sindirmektir. ben ölümlüyüm, bu hayat tekrarı olmayacak bir film şuuruyla yaşamaktır. bu şuur, kişiyi das man'ın yarın yaparım ertelemeciliğinden kurtarır ve hemen, şimdi, kendi seçtiğim gibi yapmalıyım aciliyeti verir.

heidegger, böyle bir varoluş haline ileriye yönelik kararlılık (anticipatory resoluteness) der. yani ölümün geleceğini önceden kabullenmiş olmanın getirdiği bir kararlılık hali. bu, kulağa karamsar gelebilir ama aslında büyük bir iç özgürlük hissini barındırır. ölüm korkusu bastırılıp halının altına süpürülmek yerine, bilinçli bir hatırlatıcıya dönüştürülür. stoacı filozofların memento mori (ölümü hatırla) pratiğine benzer bir şekilde, her gün ölümü hatırlamak, belki de yaşama daha dolu dolu sarılmayı sağlar.

kaygı meselesine dönersek, heidegger angst kavramını psikanalitik anlamda kullanmamış; varoluşsal bir boşluk duygusu olarak kullanmıştır. bu boşlukla yüzleşmek, neticede das man'ın dolduruşlarından kurtulmak demektir. das man sürekli bir meşguliyet ve oyalanma hali yaratarak bu boşluk duygusunu engeller. dedikodu, merak, vs. ile insan kendini avutabilir. ancak ansızın gelen ontolojik kaygı, bu sis perdesini yırtar ve kendini sarmalayan dünyayı algılama hali bozulur. heidegger, kaygının kıymetini anlar: “kaygıda dasein, kendi kaybolmuşluğunu idrak eder; das man'ın onu ölüm karşısında terk ettiğini fark eder.” gerçekten de kimse kimsenin yerine ölemez; das man o kritik anda çekilir ve insan tek kalır. kaygı işte bunu şimdiden deneyimlemek gibidir. bir gün her şeyimi kaybedeceğim, peki ben neyim sorusu, das man için cevapsızdır; herkes kaçınır, belki aman düşünme böyle şeyler der. ama cevapsız da bırakılsa, bu soru insanın özüne dokunur. heidegger, kaygının bu öz-dönüştürücü potansiyeline dikkat çeker. kaygı sayesinde birey, das man'a kendini unutturduğunu fark edip kendine geri çağrılır.

ölüm ve kaygı meselesinin, pek çok felsefe ve inanç geleneğinde önemli yer tuttuğunu biliyoruz. örneğin islam düşüncesinde ölmeden evvel ölmek yani ölümü manevi olarak deneyimleyip nefsini terbiye etmek fikri vardır; budizm'de her şey fanidir idrakine varmak aydınlanmanın kapısıdır; tolstoy, ivan ilyiç'in ölümünde bir adamın ölüm döşeğinde hayatındaki sahtelikleri nasıl geç fark ettiğini anlatır. heidegger dini bir kapıya bağlamasa da, benzer bir iç arınma ve sahicileşme sürecini tarif eder. örneğin, selam edilen bir sabahın değerini ölüm farkındalığı verir. camus sisiphos söyleninde bu durumu tersten sunar. bir insan idam cezasına çarptırıldığını öğrendiğinde, sabahları kahvenin tadı bile ne kadar güzeldir, ilk defa hisseder. bu, heidegger'in dediği anlamların gizli temeline yaklaşmak demektir. das man'ın belirsizliğinde kaybolmuş anlam, kaygıyla berraklaşır.

heidegger, das man'dan kopuşu bir kere gerçekleşip biten bir olay olarak sunmaz; bu, her an yeniden çaba gerektirir. çünkü das man cazibesi güçlüdür, insan belki kaygı anında uyanır ama sonra yine herkesin dünyasına dönmek isteyebilir. otantik varoluş daimi bir hal olmaktan ziyade, sürekli yapılan bir tercihtir. bu tercihte sebat etmek için de kararlılık şarttır. heidegger'e göre otantik kişi kararlıdır, ama bu dar kafalı bir inatçılık değil; kendisini her an yeniden seçmeye hazır olma tutumudur. bu, adeta bir manevi disiplin gibidir. zira das man'ın narkozu her yerde bizi yeniden uyutabilir. ölüm fikrini kafamızdan kovar, hayatını yaşa gitsin, fazla kurcalama der. bu sesi yenmek, güç ister.

heidegger'in bu ölüm-kaygı analizlerini, kendisinden sonra gelen varoluşçu terapiler de benimsemiştir. örneğin amerikalı psikolog rollo may, varoluşçu psikoterapi eserinde ölüm bilinci kazanımını, sahici yaşamın anahtarı olarak anlatır. ırvin yalom, güneşe bakmak ölümle yüzleşmek kitabında, hastalarının ölüm korkusuyla yüzleştiklerinde hayatlarını nasıl anlamlı kılmaya yöneldiklerini anlatır. yani heidegger'in felsefi içgörüsü, pratik psikolojide de yer bulmuştur. ölümü düşünmek depresif olmak zorunda değildir; bilakis hayatın rengini canlandırabilir, önceliklerimizi netleştirebilir.

sonuçta, ölüm ve kaygı heidegger'e göre das man uykusundan uyanmanın iki önemli itkisidir. das man bizi bir nehirde sürüklenen kütükler gibi taşırken, kaygı anları nehrin şelaleye yaklaştığını sezdiğimiz anlar gibidir; orada dur, ben nereye gidiyorum diye sorarız. ölüm ise şelalenin kendisidir; belki şelaleden kaçamayız ama en azından düşmeden önce kendi rotamı çizeyim diyebiliriz. bu cesareti toplamak, her yiğidin harcı olmayabilir; bazısı das man'ın görece huzurlu ırmağında suyun akışına bırakıp gitmeyi yeğler. heidegger bunu bir kayıp olarak görür. “insan, kendi olma yetisini das man içinde kaybeder; ama ölümü ve kaygıyı kabullenen, bu yetiyi geri kazanabilir.” der. çağımızda belki de bu yüzden, ölüm teması popüler kültürde bile (örneğin fight club örneğinde veya matrix'te neo'nun ölümü ve dirilişi sahnesinde) bir uyanış metaforu olarak kullanılıyor. pek çok spiritüel pratikte de küçük ölümler (örneğin meditasyonda ego'nun ölümü hissi) yaşamak, benzer bir yenilenme hissi veriyor. bunların hepsi, aynı derin hakikatin parmak izleridir. faniliğini kavra ki yaşamın gerçek özsuyunu tadabilesin.

heidegger için otantik varoluş bir tür sekülersalvation(kurtuluş) gibidir ama bu kurtuluş öte dünyada değil bu dünyada, insanın kendi içinde gerçekleşir. ölüm ve kaygı, paradoksal biçimde hayatı kurtarır; bizi das man'ın sahte cennetinden kovar ama bu sayede öz benliğimizin belirsiz özgürlüğüne doğarız. kimi zaman felsefede kaygı, ruhun ayılma duasıdır gibi şiirsel ifadeler kullanılır. belki de ölüm, hayatın en büyük öğretmenidir. bu noktada artık şu soruya geliyoruz: tüm bu analizler ışığında, das man'dan, bu anonim varoluş halinden tamamen kurtuluş mümkün müdür?

modern mitler, spiritüel çıkış yolları ve das man'ın arketipleri

modern insan, das man'ın pençesinden kurtulmak için çeşitli yol ve yöntemler denemiştir. bu arayışlar bazen yeni mitolojiler yaratmak, bazen spiritüel akımlara yönelmek, bazen de insan psikolojisinin derinliklerindeki arketipsel imgeleri keşfe çıkmak şeklinde tezahür eder. her ne kadar mitoloji kelimesi akla antik efsaneleri getirse de, modern toplum da kendi mitlerini üretmekten geri durmaz. süper kahraman filmleri, destansı bilimkurgu serileri, fantezi edebiyatındaki kahramanlık öyküleri, günümüz insanının hayal gücünde önemli yer tutar. joseph campbell, kahramanın sonsuz yolculuğu eserinde tüm bu anlatıların ortak bir monomit (tek bir kahramanlık öyküsü kalıbı) paylaştığını ve bunun insanlığın ortak bilinçdışından kaynaklandığını söyler. campbell'a göre modern hikayelerde de “kendi halinde sıradan bir insanın çağrı alıp maceraya atılması, sınavlardan geçmesi ve sonunda dönüşerek geri gelmesi” motifi tekrar eder. bu kahramanın yolculuğu, aslında bireyin das man dünyasından sıyrılıp öz benliğini bulmasının sembolik anlatımıdır. örneğin star wars serisinde luke skywalker, çifçilik yapan herkes gibi bir gençken güç ile çağrı alır ve galaksiye düzen getirecek bir jedi şövalyesine dönüşür. bu yolculukta das man temsili olarak galaktik imparatorluk (baskıcı, herkesin boyun eğdiği düzen) vardır ve luke bununla savaşır. keza matrix örneğini tekrar düşünebiliriz. neo, modern mitolojinin bir kahramanıdır; o da çağrı alır, seçilmiş kişi olduğunu öğrenir ve das man simülasyonunu yıkar. bu tür mitik hikayelerin popülerliği, belki de günümüz insanının içindeki birey olma özlemini yansıtıyor. herkes, içten içe kahraman olmak, kitleden sıyrılmak, özel bir yolculuğa çıkmak ister. modern mitler bize, das man hayatımızın ötesinde bir anlam ve macera olabileceğini vaat eder. öte yandan, bu mitlerin pazarlanması mevzusu var. yukarıda bahsettiğimiz gibi, kapitalizm bu kahramanlık hikayelerini de birer ürün haline getirip tüketmemize sunuyor. yani belki biz sinemada iki saatliğine otantik bir serüven yaşayıp salondan çıkınca yine das man'ın düzenine dönüyoruz. bu yüzden bazı eleştirmenler, modern mitlerin sadece kaçış edebiyatı veya filmi olduğunu iddia eder. john ronald reuel tolkien gibi fantastik edebiyat yazarları ise kaçış kavramını savunur. “bir mahkumun hapishaneden kaçış planına sadece kaçış diye dudak bükmek mantıklı değildir.” der tolkien. yani belki de hayal gücümüz aracılığıyla das man hapishanesinin duvarlarında gedikler açıyoruz; bu bile değerli. modern mitler, en azından bize das man dışında bir dünya hayal etme fırsatı veriyor. süper kahramanların her biri, sıradan insanların yapamadığını yapan figürlerdir; kimimiz için birer arketip haline geliyorlar (batman adalet arketipi, superman kurtarıcı figür, vs.). bu arketipler, belki derinlerde bizde yatan potansiyellere ayna tutuyor.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren batı toplumlarında geleneksel dine bağlılık azalırken, yoga, zen, meditasyon, sufizm, new age öğretileri gibi alternatif spiritüel akımlara ilgi patladı. bu ilginin önemli bir sebebi, das man modernitesinin maneviyat boşluğudur. materyalist, rekabetçi, hız odaklı yaşam tarzı içinde birçok insan anlam krizi yaşadı ve çareyi doğu felsefelerinde veya kadim bilgeliklerde aradı. örneğin 1960'larda hippie hareketi, kitle toplumuna protesto olarak doğdu; gençler sistemin çarkı olmayacağız diyerek kendilerini sanatta, mistisizmde, doğada aradılar. beat kuşağı yazarları (kerouac, ginsberg vs.), zen budizminden ilham alarak amerikan das man tüketim kültürünü reddettiler. günümüzde de şehirde bunalan pek çok insan mindfulness atölyelerine gidiyor, hindistan'a yoga retreat'lerine (inzivalarına) katılıyor, veya anadolu'daki tasavvuf geleneğine ilgi duyuyor. bütün bu yönelimlerde, bilinçli ya da bilinçsiz bir içsel özgürlük arayışı var. heidegger'in bahsettiği dünyaya fırlatılmış ve kaybolmuş olma duygusuna karşı, bu öğretiler insana içine dön, özüne dön mesajı veriyor. mesela sufizmde hakk'ı kendi nefsinde ara denir, buddha aydınlanma kendi zihnini arındırmayla gelir der. bunlar, das man gürültüsünü susturup iç sesini dinlemeye davettir. nitekim meditasyon pratiğinin temel hedefi, zihni susturmak yani das man zihin gevezeliğinden (heidegger'in deyişiyle lakırdıdan) uzaklaşmaktır. transandantal meditasyon, bir nevi angst ile dost olmayı öğretir. otur, hiçbir şey yapma, aklına gelen endişeleri, hisleri yargısızca izle… bu, das man temposuna tamamen terstir. orada sürekli yapmak, konuşmak, koşturmak vardır. meditasyonda durmak, susmak, olmak vardır. bu yüzden bir inzivaya giren kişi, ilk başta büyük bir kaygı hissedebilir; das man dopinginden mahrum kalan zihin, paniğe kapılır. ancak sabırla devam ederse, belki de heidegger'in bahsettiği o boşluk duygusunun içinden yepyeni bir varoluş neşesi doğar. modern spiritüel pratiklerin popülerliği, esasında insanların das man kültüründen kaçacak sığınak aradığını gösteriyor. tabi bu alanlarda da bir endüstri oluştu. mcmindfulness diye eleştirilen, içi boşaltılmış pop meditasyon hapları, yoga kamplarının lüks turizme dönmesi vs. das man, bu alternatif yolları da paketleyip pazarlama eğiliminde. yine de özündeki arayış saftır. birey, herkesin değer verdiği şeylerden yüz çevirip kendi ruhunun peşine düşmek istiyor. bu spiritüel çıkış yolları, tam başarıya ulaşıp insanları aydınlatır mı bilinmez; ama en azından das man tahakkümüne meydan okuyan bir alan açıyorlar. belki bir kişi, sabah işe gitmeden on dakika kendine nefes farkındalığı yapıyorsa, bu on dakikada das man'dan biraz özgürdür.

carl gustav jung'un arketipler kuramına dönecek olursak, das man olgusu kolektif bilinçdışında da bir iz bırakmıştır. jung, kolektif gölge diyebileceğimiz bir kavramdan bahsetmese de, persona'nın karşıtı olarak gölge kavramına dikkat çeker. persona, toplumsal maskemizdi; gölge ise bastırdığımız, sosyal açıdan kabul görmeyen özelliklerimizin toplamıdır. bir toplum ne kadar persona odaklı (yani das man odaklı) ise, gölgesi o kadar büyük olur. mesela victoria çağı ingilteresinde ahlaken herkes son derece düzgün görünürdü (kuvvetli bir das man normatifliği), ama yeraltında fuhuş, çocuk istismarı, sefalet gibi dev bir gölge vardı. jungçu analizde, bir birey persona'sıyla (yani herkesin istediği maskeyle) fazla özdeşleşirse, gölgesi bilinçdışında birikir, sonunda patlayabilir. fight club'taki tyler durden aslında bir gölge figürü olarak anlatıcının bastırdığı tüm kaotik, toplumdışı dürtülerin bedene bürünmüş haliydi. gölge bazen böyle patlayarak çıkar ve kontrolsüz olursa yıkıcı olur (filmdeki gibi). jung der ki: “gölgesiyle yüzleşmeyen, onu bilinçle entegre etmeyen kişi, gölge'si tarafından ele geçirilir.” birey için bu geçerliyse, toplum için de geçerli olabilir. yani bir toplum kendini das man idealiyle ne kadar tek tip, tertipli, steril göstermeye çalışırsa, bastırdığı sorunlar birikip patlar. yolsuzluk skandalları, suç artışı, beklenmedik isyanlar vs. bu açıdan, das man'ın arketipal bir figürü belki ikiyüzlü kral arketipidir. yüzü halka dürüst görünür ama arkada zulüm yapar. mitolojide sahte cennet kuran tiran teması vardır ve halkına sahte mutluluk verip onları koyunlaştıran kral meselesini işler. bu, das man toplumlarının bir figürü olabilir. buna karşılık, arketipsel kahraman genelde çocuk veya aptal arketipinden çıkar. bu herkesin küçümsediği biridir. kutsal metinlerde de mesela davud, cüce görülüp savaşta hesaba katılmaz ama devi o yener. bu, herkesin yanıldığı ve bireyin kendi kahramanlığını bulduğu anın sembolüdür.

jung, bireyleşme sürecinde kişinin kahraman arketipini de deneyimlemesi gerektiğini söyler. kahraman arketipi, das man kolektifinden ayrılıp ejderhayla (gölgeyle) yüzleşen kişiyi temsil eder. her birimiz kendi içimizde bu kahraman yolculuğuna çıkabiliriz. örneğin, hayatında ilk defa hayır demeyi öğrenen biri, belki de içindeki kahraman arketipini uyandırmıştır. herkesin beklediğinin tersine davrandığında, bir eşiği geçmiştir. bu küçük olabilir (mesela herkes sigara içiyor, o içmiyor; ya da herkes evlen diyor, o evlenmiyor) ama bu eşikler önemlidir.

arketipler açısından bakınca, das man belki anne arketipinin gölgesi gibidir. koruyucudur ama boğucudur da. das man insana, koyun sürüsüne katıl güvende ol der; bu, annesinin eteğinden ayrılmak istemeyen çocuk psikolojisine benzer. oysa bireyleşme, anne babadan ayrışmayı gerektirir. bu yüzden insan psikolojisinde baba arketipi genelde kanun koyucudur, ondan ayrılmak prometheus'un zeus'tan ateşi çalması gibi isyan gerektirir. tüm bu sembolik anlatılar aslında das man'a (kolektif otoriteye) başkaldırının mitik dile tercümesidir.

modern dünyada belki matrix'ten çıkmak bir arketip haline geldi. kırmızı hap metaforu internet kültüründe her konuda kullanılıyor ve uyanış için acı gerçeği kabul etmek anlamına geliyor. bu da bir modern mitoloji unsuru oldu. yine fight club'ın meşhur repliği olan “reklamlar bizi araba ve kıyafet peşinde koşmaya şartladı, oysa biz tarihin ortanca çocuklarıyız, ne büyük savaşımız ne buhranımız var” sözü bir kuşağın haykırışıydı. bize anlamlı bir dava vermediniz, biz eşyalarla avunuyoruz ama mutlu değiliz hissiyatı, das man düzenine köklü bir itirazdı. kimi bu itirazı radikal ideolojilere kayarak (sağ-sol aşırılıklar, dini fundamentalizm vs.), kimi komplo teorilerine dalarak gösterdi. bunlar aslında anlam arayışının sapmalarıydı belki. anlam arayan kitle, bazen gülünç mitler yaratır. örneğin qanon gibi, gizli bir “kahraman lider” trump'ın dünyayı şeytani elitlerden kurtaracağına inanan insanlar abd'de türedi. bu, das man kitle bilincinin mit yaratma ihtiyacını gösterir. ortada hakiki kahraman yoksa, kitle hayali bir kurtarıcı figürü uydurur. modern mitler yalnızca edebiyat-sinemada değil, toplumsal hezeyanlarda da kendini gösterir. hitler almanyası da bir ari ırk mitosu üzerine kurulmamış mıydı? demek ki das man toplumu, bazen kendini coşturmak için kurgusal mitlere sarılır ve bunlar çok tehlikeli olabilir.

buna mukabil olumlu modern mit örnekleri de var. mesela uzay kolonileşmesi vizyonu (elon mask ve başkalarının dile getirdiği), insana bir ortak macera duygusu verebilir. elon musk bir nevi mit üreticisidir. mars'a gitmek, insanlığı çok gezegenli medeniyet yapmak gibi destansı anlatıları sunuyor. kimi eleştirir boş hayal diye ama binlerce mühendisi bu hayal motive ediyor. belki das man'ın sığ tüketim çarkında sıkışan insanlar, böyle büyük ütopyalarla kendilerini aşmaya çalışıyorlar.

spiritüel mitlere gelirsek, mesela hindistan'da yüzyıllardır anlatılan bir kali yuga (karanlık çağ) miti var, içinde olduğumuz dönemin ruhsal bir düşüş çağı olduğunu söyler. bazıları 2012 maya takvimi gibi kıyamet mitlerine inanmıştı, bir yenilenme olacak diye. bunlar belki de bir yeniden doğuş umudunun ifadesi. jung, “insanlık kolektif olarak büyük bir değişim arifesinde ise, mitlerinde mesih figürleri belirir” derdi. 20. yy boyunca ufo dini, new age mesihleri vs. türedi. bu da kitle bilincinin das man kısıtlarından kaçıp ilahi kurtarıcı aramasıdır. yani ya kahraman kendimiz oluruz ya da dışarıdan bir kurtarıcı bekleriz. o kurtarıcı miti de bir das man tuzağı olabilir (sahte peygamberler vs.).

tüm bu analizler gösteriyor ki das man'dan tam kurtuluş, belki bu dünyada bir ütopik ideal olarak kalacaktır. çünkü bir kitle gider, yenisi gelir; bir mit söner, yenisi doğar. arketipsel döngüler devam eder. insan her devirde herkes olmak ile kendisi olmak arasındaki salınımını sürdürür. kimi devirde konformizm ağır basar, kimi devirde bireysellik patlar (mesela 68 kuşağı vs.). sonra yine denge das man lehine gelir (mesela 80'lerde tüketim furyası). bu, belki diyalektik bir süreçtir.

jung, “kolektif gelişim, bireylerin tek tek gelişimine bağlıdır” der. yani kimse toplumu toptan kurtaramaz; ama her birey kendi gölgesiyle yüzleşip, das man'ın sürü bilincinden bir adım olsun sıyrılırsa, kolektifte de etkisi görülür. bu, belki bugünün modern mitlerinde butterfly effect (kelebek etkisi) veya lightworker (ışık işçisi) gibi kavramlarla anılıyor. küçük bir bilinç değişimi dalga dalga büyüyeceğine dair inancı yansıtıyor. das man'ın karanlık arketipine karşı, her dönem aydınlanmış insan arketipi de vardır. biz o arketipi beslersek, das man kollektifi bir ölçüde dönüşebilir.

das man'dan kurtuluş mümkün mü?

heidegger'in ontolojik analizinden yola çıkarak tarihsel, psikolojik, kültürel, sanatsal açılımlar yaptık. das man'ın modern benliği nasıl çözülmeye uğrattığını, insanı anonimleştirip otantik varoluştan nasıl uzaklaştırdığını gördük. peki bütün bu teşhislerin ardından nihai soru şudur: das man'dan kurtuluş mümkün mü?

bu soruya verilecek cevap, bakış açısına göre değişebilir. kimi, insanın das man (herkes) olmaktan tamamen kurtulamayacağını, bunun varoluşsal bir koşul olduğunu söyleyecektir. nitekim heidegger de das man'ı şeytanileştirmemiş; o, dasein'ın dünyada olma yapısının doğal bir parçasıdır. her insan, dil öğrenirken, sosyalleşirken das man alanına adım atar ve ondan bütünüyle çıkması belki mümkün değildir. çünkü tam anlamıyla izole bir varoluş, insan doğasına ters. heidegger “dasein, özünde bir birlikte-varlıktır” der; yani biz ancak başkalarıyla beraber insanız. dolayısıyla das man'dan kurtuluş, hiçbir zaman toplumdan tamamen kopma anlamına gelemez. bu bir keşiş inzivası dahi olsa, keşiş bile dilini, inancını bir toplumsal gelenekten almıştır. o yüzden belki kurtuluş kelimesi yerine das man'ı aşıp onu dönüştürme diye düşünmeliyiz.

heidegger'in çözümü, bireysel düzeydedir. otantik varoluşa yönelmek, das man'ın sürüklediği boğuntuya kapılmamaktır. bu, bir kere yapılan ve sonsuza dek sürdürülen bir seçim değildir belki; her gün, her an yeniden çaba gerektirir. yukarıda belirttiğimiz gibi insan bir gün kaygıyla uyanıp ertesi gün gene herkesin telaşına dalabilir. önemli olan, farkındalık kazanmış olmaktır. farkındalık bir kere uyandı mı, eskiye dönmek zorlaşır. uyandım fakat gene yatakta kalmayı seçiyorum diyebiliriz; ama insan bir bilinç kazandı mı, en azından uyuduğunun farkındadır.

bir ölçüde das man'dan kurtuluş, bilinç kazanma ile mümkün diyebiliriz. burada kastedilen bilinç, entelektüel bilgi değil; kendini, hayatını, ölümlülüğünü, özgürlüğünü idrak etme bilincidir. örneğin hayatınızın bir döneminde ben aslında olmak istediğim kişi değilim farkındalığına eriştiyseniz, bu bir dönüm noktasıdır. belki hemen her şeyi değiştiremeyebilirsiniz, ama içinizde bir şeyler değişmiştir. artık das man'ın kuklası olduğunuzu bilmektesinizdir. bu bilgi, ruhun asla tamamen esaret altına alınamayacak çekirdeğidir.

toplumsal planda bakarsak, das man'dan kurtuluş diye bir şey devrimsel sıçrama ile olmaz; evrimsel gelişim olur. yani bir toplum, kültür veya insanlık belki yavaş yavaş daha otantik değerler benimseyebilir. örneğin eskiden çok güçlü das man baskıları, tabu konular yıkılabilir (niteliksel sıçramalar). orta çağ'da herkes kiliseye inanırdı, tanrıtanımazlık düşünülemezdi; aydınlanma geldi, artık herkes mecbur değil. bu bir kurtuluş halkasıdır. ya da bir zamanlar herkes kolonizasyona inanırdı (beyaz adam üstün), şimdi bu kolektif norm çöktü. toplumsal cinsiyette de benzer ilerlemeler var. kadın kısmı yapamaz diyen das man görüşü, birçok yerde geçerliliğini yitirdi, kadınlar her alanda boy gösteriyor. bu, das man'dan kurtuluş diyemeyiz belki ama das man'ın dönüşümü diyebiliriz. yani das man her zaman var ama içeriği değişiyor. özgürlükçü bir toplumda das man, özgürlük değerini de içerir; mesela herkes farklı olabilir, bu normal diye bir das man normu oluşabilir. kuzey avrupa ülkelerinde kısmen böyledir. kimse kimsenin işine karışmaz da bir herkes kuralı haline gelmiştir. bu, das man'ın paradoksudur. onu altetmek için onu kullanıyoruz.

başka bir deyişle, belki das man'dan kurtuluş, kendi yeni normlarımızı oluşturmamızı gerektirir: örneğin, herkes, başkasının özgün kimliğine saygı duyar gibi bir norma yönelmek. bu biraz ütopik gelebilir. ancak modern demokratik değerler tam da bunu telkin etmiyor mu? farklı din, dil, yaşam tarzı bir arada olabilir diyoruz. bu, herkesin kabullenmesi istenen bir ilke. yani das man'ı yok etmiyoruz, sadece onun içeriğini daha kapsayıcı yapmaya çalışıyoruz. bu da bir nevi kurtuluştur. tam özgürlük belki tanrı'ya mahsustur; biz faniler göreli özgürlük peşindeyiz.

heidegger'e yeniden kulak verecek olursak; “düşmüşlükten çıkış yok, ancak düşmüşlük içinde yaşamayı farklı kılma sorumluluğunu almak bizi özgür kılacak” der. bu cümleyi belki de yazının tüm bulgularının özeti sayabiliriz. das man, içinde yaşamaktan kaçamayacağımız bir zemin; önemli olan, o zeminde farklı bir duruş sergileyebilmek. bu duruş nedir? heidegger bunun formülünü veriyor: “kendini seçmek, sorumluluk almak, kaygıya hazır olmak.” bu demektir ki, özgürlük verilen bir şey değil, alınan bir tavırdır. çevremizde herkes panikle koşuşturuyorsa, bizim durup ben ne yapıyorum, ne yapmak istiyorum diye düşünebilmemizdir. bu tavrı aldığımız an, das man pençesini bir derece gevşetir. belki bir daha yakalar, belki gene gevşetir… bu bir mücadeledir.

kurtuluş kavramı günahkar kitleden kurtulup kurtuluşa ermek gibi klasik dini çağrışımlar taşır. heidegger bunu dünyevileştirmiştir. das man sahte bir cennettir; ondan kurtuluş, cehennemi kaygı tünelinden geçip öte yakada özgünce yaşamaktır. bu yol, her babayiğidin harcı olmayabilir. belki sadece öncüler, özgün ruhlar bunu gerçekleştirir, geri kalan yine das man'a döner. ama öncüler de topluma bir şey katar. yollar açar, esin verir, das man normlarını biraz gevşetirler. mesela kierkegaard kendi çağında tek başına hakikat diyerek alay konusu oldu belki ama bugün onun fikirleri yaygınlaştı. yani bir birey das man'dan kurtulunca, iz bırakabilir ve başkalarının da kurtuluşunu kolaylaştırabilir.

yine de das man tamamen kötü değil; bazen bizi de kurtarabilir. örneğin ağır bir depresyondaki insan, rutin bir işe gidip gelme (das man etkinliği) sayesinde hayata tutunabilir. bir anlamda das man'ın otomatik pilotu, insanı bazı dertlerden korur. otantik yaşamak sürekli varoluş sancısı da demek biraz; herkes bunu istemeyebilir. andre gide “gerçekten özgür olma fikri insanların çoğunu ürkütür” der. özgür olunca ne yapacak, kendi hayatının yazarı olma yükü ağır gelir. das man ise rahat bir memuriyettir. bu yüzden belki de kurtuluşun ilk adımı, onu istemektir. herkes istemeyebilir. nietzsche'nin sürü insanı eleştirisi bundandır: sürü insanı halinden memnundur, o kendi rahat bataklığında bir nihai insan olmaktan hoşnut, göz kırpar; biz mutluluğu icat ettik der. o'na göre üstün insan vizyonu, ancak isteyen ve bedelini ödemeye hazır birkaç kişi tarafından gerçekleştirilir. bu elitist bir görüştür. fakat tarih belki de bu az kişilerin çabası sayesinde ilerler.

son tahlilde, tam kurtuluş belki ideal bir ufuktur; ama kısmi kurtuluşlar kesindir, mümkündür ve olmaktadır. bir insanın kendini kandırmayı bırakması, ben buyum diyerek bir adım atması bile bir kurtuluştur. ebeveynlerinin istediği mesleği değil kendi istediğini seçen genç, mini bir kurtuluşa imza atmıştır. tüm ömrünü “elalem ne der” endişesiyle yaşayıp 70'inde “yeter” diyen biri, belki geç de olsa zinciri kırmıştır. das man bir pranga ise, her pranganın bir zayıf halkası vardır; oradan kopar.

heidegger, belki de hayatının son dönemlerinde bireysel çözümün ötesinde düşünmeye başlamıştı. teknik çağın anonimleşmesine karşı sanatta, şiirde bir kurtuluş imgesi arar gibiydi. bu bağlamda, yalnız bir tanrı bizi hala kurtarabilir sözü meşhurdur. bu, bir tür kolektif kurtuluş umudu taşır. belki insanlık yeni bir başlangıç yapacak, yeni bir anlayış doğacak demek ister. bu da aslında mitik bir bekleyiş. fakat felsefi duruş olarak gene bireyde bitiyor iş. her birimiz belki küçük birer kurtarıcı olmak durumundayız; öncelikle de kendimizin kurtarıcısı.

yazıyı noktalamadan önce, bir metaforla özetleyelim. insan, içinde bulunduğu toplum gemisinde bir yolcudur. das man, geminin otomatik pilotu gibidir, herkes onun rehavetinde güvertededir. otantik varoluş ise, geminin dümenine geçip rotayı fırtınaya rağmen bilinçli seçmektir. kaptan olmak riskli, yorucu; yolcu kalmak konforlu ama edilgendir. herkes kaptan olamaz belki, ama hiç kaptan çıkmazsa gemi belki de kayalara bindirecektir ya da anlamsız bir döngüde dolanacaktır. bize düşen, en azından kendi hayat gemimizin dümenine mümkün mertebe geçmeye çalışmak. bu, topluluk gemisinin gidişatını da etkileyecektir.

toparlarsak, das man'dan kurtuluş mümkün mü sorusuna kesin bir evet, mümkündür, işte reçetesi budur diyemedik belki. ancak kurtuluş bir yoldur, varılacak bir son nokta değildir. bu yola çıkan, yolda epey şeyi geride bırakır, zaten bunda kurtuluşa erer. varoluşsal açıdan, asıl mesele belki de sürekli uyanık kalmaya çalışmak, her an kendine sahip çıkmak ve “elalem” denen gölge varlığı gerektiğinde görmezden gelebilmektir. bunun pratiği zor ama imkansız değil.

belki de “kurtuluş” kelimesini de gözden geçirmeliyiz. heidegger bile düşmüşlükten çıkış yok diyorsa, belki kurtuluş yerine özgürleşme süreci demek gerek. ve belki de tam özgürlük bir hedeften ziyade, uğruna yaşamaya değer bir yönelimdir. bu süreci ciddiye alıp yaşayan, das man dünyasında bile içsel bir özgürlük adası yaratır. victor frankl'ın toplama kampında keşfettiği gibi “her şeyimizi alabilirler ama insanın en son özgürlüğünü, koşullara kendi anlamını verme özgürlüğünü alamazlar.” işte bu özgürlük kıvılcımı, das man zindanının kilidini her an açabilecek anahtardır.

özetle, das man'ın hükmünden tamamen azade bir toplum belki ütopyadır, ama daha otantik ve özgür bireylerden oluşan bir toplum kesinlikle gerçekçi bir hedeftir. bu hedef doğrultusunda atılan her adım; bir bireyin cesur seçimi, bir sanatçının aykırı eseri, bir düşünürün kışkırtıcı fikri, bir gencin hayır diyebilmesi das man duvarında bir çatlak oluşturur. çatlaklar birleşir, duvarlar yıkılır, yerine belki daha esnek, ferah yapılar kurulur. ve belki bir gün, bugünün “herkes” dediği, daha özgür bireylerin “her bir” olmasına dönüşür.

nihayetinde; kurtuluş mümkün mü bilinmez, ama aramadan bulunmaz. das man'ın dünyasında ya uyuşup gideceğiz ya da arayışa çıkacağız. arayanlar için, yolda olmak bile bir nevi kurtuluştur. unutmayalım ki, “kendi sesini duymak isteyenin, elaleminkini kısmaktan başka çaresi yoktur.” bu da cesaret gerektirir. ama içinde bulunduğumuz çağ belki tam da bu cesareti ödüllendirecek bir dönüşüm eşiğindedir.