Duygusal Bir Anınızda İzlememeniz Gereken Melankoli Bombası Film: A Ghost Story

2017 tarihli David Lowery filmini, iki adet düşündürücü yorum ile inceleyelim.
Duygusal Bir Anınızda İzlememeniz Gereken Melankoli Bombası Film: A Ghost Story

Nedir?

2017 yapımı, 92 dakikalık, dram/fantastik/romantik kategorisinde, david lowery filmi. baş rollerde casey affleck ve rooney mara var. imdb notu 7.7/metascore 84

Filme dair nitelikli bir yorum

bir umuttur yaşatan insanı. keza hayaleti de. fakat bir hayalet için bile olsa, kimi beklediğini unutacak kadar uzun süre beklemek çok acıdır. film sizi sessiz gerçekliğine çekerken aynı zamanda suskunlaştırıyor, müzikleriyle dinginleştiriyor, katastrofik etkisi ruhani bir deneyim gibi derinize nüfus ediyor. yaşama, ölüme ve insan doğasına hazin dolu görsel bir bakış izliyoruz. havada asılı duran ağır yalnızlık hissi de cabası.

evrenin, insanlığın ve ölümünün ötesine geçen doğaüstü fenomenler; aşk ve sevgi. bedenlerimizi birbirine doğru hareket ettiren, ruhlarımızı besleyen enerjiler. hayaletlerimizi, sevdiklerinin geri dönmesi umuduyla ayakta tutan o kozmik güç.

bu film sevgi ve yasla bezenmiş bir görsel şiirdir. sizi içsel bir yolculuğa çıkarır. bildiklerimizin ötesine geçen bir dünyayı melankolik ruhla dolaştırarak keşfettirir. izledikten sonra kalbinizde, hüzün ve güzellikten oluşan bir hayal kalır.


hep aynı eski muhitlere, aynı mekanlara gidilen rüyalar vardır. neden rüyalarımda sürekli aynı eski evime gittiğimi merak ederdim. neden oralarda bir şey arar, birini bekler gibi öylece durduğumu... tıpkı giden ve hiç gelmeyecek olanı arayan o hayalet gibi. rüyamda gittiğim eski evin çocukluğumu, gençliğimi temsil ettiğini şimdi daha net anlıyorum. asla geri getiremeyeceğim, sadece anılarda kalan hayalet hatıralar onlar.

filmleri, sıradan yaşamlarımızda göremediğimiz şeyleri görebilmek ya da en azından, hepimizin bildiği karmaşık duygulanımları sindirmek için izliyoruz. film bize üstüne basa basa; "her insan, her mekan, her nota, her sohbet önünde sonunda hiçliğe dönüşecek. geriye zamandan başka hiçbir şey kalmayacak." diyor. ama aslında ardımızda bıraktığımız ve paylaştığımız her şeyin, kozmik ölçekte anlamlı olduğunu da söylüyor. amaçsız bir varoluşta amaç aramak ve amaçsız bir varoluşun güzelliğini kabul etmek. işte bütün mesele bu.

yönetmenin kayıp, keder ve sevgi kavramlarına minimalist yaklaşımı hayranlık verici. hayaletin pasif ve gözlemlemeye zorlanmış varlığıyla, hayal kırıklıklarının fiziksel olarak serbest bırakılmasını izliyoruz. sadece bir çarşaf üzerine iki siyah delikle bu kadar güçlü ve derin hisler uyandırabilmesi ayrıca inanılmaz.


rust cohle felsefesini özleyenler için parti filozofunun monoloğu ayrıca değerliydi diye düşünüyorum.

“yazar, roman yazar. söz yazarı, şarkı yazar. senfonist de senfoni yapar; ki bu da en iyi örnek olabilir zira en iyi senfoniler hep tanrı'ya yazılmıştır. beethoven, dokuzuncu senfoni'sini yazıyor ve bir gün uyanıp, tanrı'nın var olmadığını fark ediyor. ne olur o zaman? yani; insanı aşması amacıyla yazılan bütün notalar, akortlar ve armonilerden sonra "bunlar fiziksel şeyler." diyorsun. beethoven da diyor ki, "vay be, tanrı yokmuş. yani sanırım ben bunları diğer insanlar için yazıyorum."

(...) beethoven eserlerini, insanın "işte bunların sayesinde insanlar beni unutmayacak." düşüncesiyle bir tutalım. unutmadılar da. unutmuyoruz ve buna katlanmak için elimizden geleni yapıyoruz. parça parça mirasımızı oluşturuyoruz, belki bütün dünya sizi unutmasın diye. ya da birkaç kişi sizi unutmasın diye. ama öldükten sonra da hatırlanmak için elinizden geleni yapıyorsunuz. o yüzden hâlâ o kitabı okuyoruz. hâlâ o şarkıyı söylüyoruz. çocuklar; anne babalarını ve onların anne babasını hatırlıyor. herkesin kendi aile ağacı var. beethoven'ın kendi senfonisi var. o bizim de senfonimiz. yakın gelecekte de herkes dinleyecek. ama işler tam o noktada bozulmaya başlıyor işte. çünkü çocuklarınız. hepsi ölecek. onların çocukları da ölecek ve bu böyle devam edecek. sonra da büyük bir tektonik kayma gerçekleşecek. israfil sura üfleyecek ve batı plakaları kayacak. okyanuslar yükselecek, dağlar düşecek, insanlığın %90'ı ölecek. bunu bilim söylüyor. geride kalanlar yüksek yerlere gidecek. sosyal düzen yok olacak. ilkel zamanlardaki gibi leşçil olmaya, avcılık yapmaya başlayacağız ama belki birisi bir gün, eskiden bildikleri bir melodiyi mırıldanacak. bu da herkese küçük bir umut verecek. insanlık yok olmanın eşiğinde ama biraz daha yaşamaya devam edecek çünkü birisi; bir başkasının, mağarada bir melodi mırıldandığını duyacak ve kulaklarında hissettikleri o fizik; onlara korkudan, açlıktan veya nefretten başka bir şey hissettirecek. insanlık devam edecek ve medeniyet tekrar yerine oturacak. şimdi o kitabı bitireceğinizi düşünüyorsunuz. ama uzun sürmez. çünkü çok geçmeden, gezegen ölecek. birkaç milyar yıl sonra, güneş kızıl bir deve dönüşecek ve bütün dünyayı yutacak. belki başka bir gezegende hayat kuracağız. aferin bize. bütün bu önemli şeyleri de yanımızda götürmenin bir yolunu bulduk. mona lisa'nın bir fotokopisini götürürler. birisi görür, üstüne biraz uzaylı boku serpiştirir. yeni bir şeyler çizer ve her şey böyle devam eder. ama bu da önemli değil. insanlık, beethoven'un "dokuzuncu senfonisi"ni geleceğe taşısa da gelecek bir duvara toslayacak. evren, genişlemeye devam edecek ve sonunda bütün maddeleri de götürecek. elde etmek için gayret gösterdiğiniz her şey, sizin ve gezegenin diğer tarafındaki bir yabancının, farkında olmadan tamamen başka bir gezegendeki gelecekteki bir yabancıyla paylaştığı her şey, size kendinizi büyük hissettiren veya ayakta tutan her şey yok olacak. bu boyuttaki her atom kaba kuvvetle işte bu kadar basit parçalara ayrılacak. sonra bu parçalanmış moleküller tekrar bir araya gelecek ve evren, kendini hiçbirimizin göremeyeceği kadar küçük bir noktanın içine çekecek. yani, isterseniz kitap yazabilirsiniz ama sayfalar bunlar. bir şarkı söyleyip, nesilden nesle aktarabilirsiniz. bir oyun yazarsınız ve insanların hatırlamasını, sahnelemesini umarsınız. hayalinizdeki evi inşa edebilirsiniz ama en sonunda; bunların hiçbirisi, çit kazığı gömmek için parmaklarınızı toprağa sokmaktan daha değerli olmaz. ya da seksten. ki bence hemen hemen aynı şey.”

Başka bir güzel yorumla bitirelim

bu filmi sevmek için ilk yarım saat sabretmek gerekiyor ama yönetmenin de "seyirciyi bir yarım saat sıkayım, sonra derdimi anlatayım" diye düşündüğünü sanmıyorum. zaman kullanımını çok beğendim, bu aralar bir serbest çağrışımın etkisiyle kafamda dönüp duran, cemal süreya'nın "an ki fıskiyesi sonsuzluğun" dizesini hatırlatırcasına ya da yine aynı süreya'nın "beklemek gövde kazanması zamanın" diye yazdığı gibi... yönetmen david lowery'nin kullandığı 1.33 : 1 sinemaskop tercihi, neredeyse kare bir çerçeveyle filmi izlememizi sağlıyor ve sanki biz de o çarşafa açılan gözlerden bakıyoruz evin içine. evet, ilk yarım saat düşük bir tempo tercih ediliyor, çünkü bekleyerek zamana gövde kazandıran hayalet gibi bizim de zamanı hissetmemiz isteniyor. sonra sonra anlar hızlanıyor, sonsuzluk içinde dönüp duran, zamanın içinde yavaş yavaş yok olan (ve aynı zamanda çoğalan) hayalet, her anı geçmiş ve geleceğin iç içe girdiği bir düzlemde yaşıyor.

Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir.

filmdeki ruh, aslında mekanın ruhu. sonrasında evin içinde yaşayanlar ya da öncesinde o bölgede bir ev kurmaya çalışan geçmişin insanları, aynı mekanın içinde farklı bir yaşam kurmaya çalışanlar... ve o masadaki adamın uzun tiradında, her şeyin bir gün yok olacağına, sanat eserlerinin de, insanların da, güneşin de yok olacağına dair konuşmasında, seyirciye vermek istediğini paketliyor yönetmen. evren içinde olmayan bir anlamı arayan insan için mekanın anlamı da zamana göre değişiyor. nasıl ki geçmişin insanları için başlarını sokacak bir dört köşe yetiyorsa, 'medeniyetin insanları' tam tersine bir barınak değil yaşam alanı arıyor. ileri bir zamanın yükselen gökdelenleri ise, kurduğu medeniyetle göğe kadar yükselen insanın aslında düşüşünün ne kadar hızlı, kolay olabileceğini gösteriyor. albert camus'nün düşüş kitabındaki çaresizlik ya da fight club filminin finali gibi...


e aşk neresinde bu filmin? kocaman bir boşluk içinde yaşayan insanın boşluğu doldurma isteğinde.. insanın öznel zamanında, yani yaşamı hissettiği anılarda. o nedenle anılar hızlı hızlı geçiyor filmde. anılar, adamın kafasında yanıp sönen geçmişe dair parçalar... sonsuzluk içinde seyahat eden adamın aklında yer edenler o parçalar oluyor ve evet insanın zamanı anlamlandırmasındaki en önemli unsur 'aşk' olarak karşımıza çıkıyor. kadın, her taşındığı eve bir not bırakıyor. beklediğinin gelmeyeceğini anlayan diğer hayalet yok oluyor. insan boş evlere anlam katmaya çalışıyor, içinde yaşadıkları ve yaşamadıklarıyla. ve yaşamını bir başkasıyla dolduramayan insan, yani bir başkası için var olamayan insan da yok oluyor.

böyleyken böyle... kısa ve dolu dolu bir film. e o zaman ben bir sigara daha yakayım...