Dünyaya Düşen Adam Filminde David Bowie'nin Varlığı Neler Anlatıyor?

1976 tarihli, Nicholas Roeg imzalı bilim kurgu uyarlamasında başrol David Bowie idi hatırlıyorsanız... İşte kendisinin bu filmde yer almasına dair bazı çıkarımlar.
Dünyaya Düşen Adam Filminde David Bowie'nin Varlığı Neler Anlatıyor?

dünyaya düşen adam’da david bowie dünyaya düşer. kuraklık çekmekte olan gezegeninden dünyamıza su bulmak üzere gelmiştir. elinde dünyada bilinmeyen bir formül mü, metal mi öyle bir şey vardır. bunun patentini alıp kısa zamanda bir sürü endüstrileri eline geçirir. aslında tek isteği vardır; su bulmak ve bir uzay aracı yapıp gezegenine geri dönmek...

bir takım dünyalı arkadaşları, düşmanları, bir sevgilisi olur. ara sıra gözünün önüne gezegeninde sarı uzay giysileri içinde onu uğurlayan karısıyla çocuklarının görüntüsü gelir. fakat finanskapital ve cıa onun geri gitmesine izin vermezler. tam uzay aracına binmiş gidecekken yakalar, lüks bir otel süitine kapatırlar. hiç geri dönemesin diye de insanlara benzemek için gözüne taktığı (aslında gözleri sarı birer çizgidir) lensleri gözbebeklerine yapıştırırlar. kendini televizyona ve alkole verir.


sonra bir gün bakar ki, kapatıldığı odanın kapısı aslında açık. artık kimsenin umursamadığı biridir. dışarı çıkar. insanların arasına karışır. eskiden sevgilisi olmuş olan garson kızı bulur. sonra bir ara bir plak doldurur. yanılmıyorsam plağın adı da visitor'dır. kapağında boş bir cadde fotoğrafı vardır. son sahnede eski tanıdıklarından biriyle buluşur, ona bu plağı hediye eder. başında siyah büyük ve tuhaf bir şapka vardır. yüzü bembeyazdır, kırmızı ağzı, o hem öpülmeyi beklermiş gibi hem de öpülmek üzere yaklaşıldığında ısıracakmış gibi duran david bowie ağzıdır, dudaklarını araladığında kenarlardan görünen o iki sivri diş yerli yerindedir. sarhoş, iyice alaycı ve siniktir. güler, başını indirir, şapkanın siyah yuvarlağı ekranı kaplar, kare donar, film biter.

nicholas roeg'un filmi hem hafifçe duygusal, melodramatik hem de çok gariptir. kahramanına bakışı hem utanmazca 'hümanist' hem de david bowie kadar tuhaftır. tersinden bir küçük prens gibidir. gezegenimizi terk etmenin, vahşi insanların arasına karışmak zorunda kalmanın ne fena bir şey olabileceğini söylemek ister. ses kuşağında gidip gelen, kayar gibi olan sesler, bowie’nin tutuk konuşması ve hallüsinasyonvari sahneler ile dünyaya düşen adam’ın dünyamızı anlamaya çalışırken yaşadığı karmaşaya dikkat çeker.

dünyaya düşen adam’ı en çok irkilten, maruz kaldığı görüntü sağanağıdır. on-on beş televizyon kanalını aynı anda seyrettiği bir sahne vardır ki, burada onun alkolik olmaya başlamadan önce görüntü bağımlısı olduğunu anlamamız istenir. (film zaman zaman da utanmazca didaktik olmaktan çekinmez.)


tabii, filmin en başarılı yanlarından biri david bowie'yi kullanmasıdır

dahası, david bowie problematiğini açar: bu film david bowie'yi hem kendini dünyaya sunduğu gibi, androjen bir 'ikon' olarak ele alır, hem de almaz. kendi dünyasında -belki de çok bildik- kökleri olan bu adam, bu dünyada tamamen bir yabancıdır. ya da tersi.

hepsi seyredeni bir görüntüye maruz bırakmak arzusundan ileri geliyor olmasın? aslını ancak görüntülerle oynayan bilir.

hayatının belli noktalarında kendini genç katharine hepburn’e, greta garbo’nun bazı fotoğraflarına, bazen catherine deneuve'ün gençliğine, bazen julia christi'ye vb. benzeten androjen david bowie, hayatının son çeyreğinde -çoğunlukla beyaz takım elbiseli,- bir centilmen olarak gözüktü hayatımızda. müziği değişti, derinleşti, koyulaştı, olgunlaştı. ama bir yandan da o eski yüzlerindeki sürekli inatlaşan, kışkırtan 'sürtük' havası kaybolmuştu. (onun işporta versiyonunu boy george denedi bir ara, ama tabii boşuna.)

bowie'nin ölünceye dek dudaklarının kenarından dışarı çıkan ve karanlıkta üzerlerine ışık düştüğünde parlayan dişleri vardı, ama bu dudaklar öpmek üzere üzerlerine eğilmeye çağırmıyordu insanı (gibi geliyor bana). bowie’nin ‘yüzleriyle oynadığı’ günlerinde bulduğu itici-çekiciliklerini ya da çekici-iticiliklerini kaybettiler.