Çok Sayıda Mühendis Yetişmesine Rağmen Teknolojide Neden Yeterli Seviyede Değiliz?

Türkiye'nin siyasi açmazlarını tarihi bir perspektiften ele alarak günümüz mühendisliğiyle buluşturan sağlam bir yazı. Sözlük yazarı "1123581321" anlatıyor.
Çok Sayıda Mühendis Yetişmesine Rağmen Teknolojide Neden Yeterli Seviyede Değiliz?
iStock
Know-how: Araştırma-geliştirme (Ar-Ge)

"o kadar mühendis var teknolojide neden geriyiz?", basit bir cevabı olmayan haklı bir sorudur. sorunun kökleri aslında ülkede kutuplaşmanın tarihi olarak gerisine kadar gider. teknolojide geri olmayı tanımlamak gerekirse teknolojide geri olmak demek know-how açısından yeteri kadar bilgi üretememiş olmak demektir.

bu bağlamda pozitif bilimler ve mühendislik/teknoloji üzerine bilgiyi ikiye ayırabiliriz.

pozitif bilimlerde bilgi üretilemez sadece keşfedilebilir. mesela, newton'un yasaları veya einstein'ın özel ve genel görelilik teorileri zaten var olan bilginin insanın gerek gözlemi gerek hayal gücünü kullanıp deneylerle doğrulayarak ortaya koyduğu bilgilerdir. bu bilgiler bu kişiler sayesinde keşfedilerek insanlığa kazandırılabilmiştir ama bu bir bilgi üretimi anlamına gelmez.

mühendislik/teknoloji özelinde ise bilgi üretilir ve bu üretilen bilgiye çoğunlukla know-how denir. burada bilginin keşfedilmek yerine üretilme nedeni ise bir mühendislik sürecinin sonucunda elde edilmesi ve hepsinden önemlisi bir kar amacının öyle ya da böyle hedeflenmiş olmasıdır. bu önemlidir çünkü bu andan itibaren üretilen bilgi gönüllülük esasına dayalı bir şekilde para hareketlerinin içine angaje edilebilir. bu bilgi başkasında yokken paraya tevdi edilebilecek bir nesne haline getirilmişse bu apaçık bir üretim demektir.

know-how ile bilimsel bilgi arasındaki farkı belki örnekle birlikte açıklamak daha iyi olacaktır. üniversite düzeyinde bile düşünmeye gerek yok, lise müfredatına gidelim. kimya ve fizik derslerinde maddenin korunumu, momentumun korunumu ve enerjinin korunumu konuları hepimiz görmüşüzdür.


bir de şimdi son model bir spor otomobili gözünüzün önüne getirin, pagani, königsegg, porsche, ferrari aklınıza hangisi geliyorsa artık. bu otomobilin üretiminde kullanılan bütün bilimsel bilgi bu üç kavramın korunumundan ibarettir. bu otomobil kullanımı boyunca bu üç kavramın korunum denklemlerine aykırı hiçbir şey yapamaz. yani ihtiyaç duyulan bütün bilimsel bilgi budur.

ama hadi biz de bunlara rakip bir tane spor otomobil yapalım desek bu adamlarla aynı sürede yapamayız. çünkü eksik olan şey bizim geçmişten günümüze üretmediğimiz know-how bizi alıkoyacaktır. yani know-how ile mühendislik bilgisi arasındaki en temel fark bu noktada karşımıza çıkmaktadır. ayrıca know-how üretimi de tıpkı bilimsel bilgi keşfi gibi bir önceki bilginin üzerine koyarak ilerlemektedir. bu nedenle bir alanda bir kere know-how farkı açılma momentumu yakaladığında bunu tersine çevirmek çok meşakkatli bir iş olacaktır.

teknolojide geri kalmamızı know-how üretmekte zorlanmamıza bağladıysak şimdi de neden know-how üretemiyoruz sorusuna cevap arayabiliriz.

know-how üretimi için neler gereklidir?

a) nitelikli sermaye
b) nitelikli emek
c) bunları bir araya getirecek bir ekonomik sistem

batı'da nitelikli emek ve sermayenin bir araya getirilmesinin önemi aslında ingiltere'de sanayi devriminin başlamasına kadar giden bir arka plana sahiptir. osmanlı'da ise bu devrime karşı çıkılmasının en temel nedeni farklı güç odaklarının oluşmasını engellemektir. bu nedenle, fatih'in çandarlı halil paşa'yı idam etmesinden sonra da osmanlı coğrafyasında bir sermaye oluşumu gerçekleşememiş, memleketin temel ihraç ürünleri hep tarım ürünleri olmuş ve bu nedenle yaşanan dış ticaret açıkları yüzünden osmanlı maliyesi hep açık vermiş ve bu durum birçok isyana da yol açmıştır.

özellikle ticaret erbabı gayri müslimler üzerinden az da olsa belki bir sermaye sınıfı oluştuğu söylenebilir ama açıktır ki üretime bulaşmayan bir sermaye sınıfının niteliğinin yükselmesi mümkün değildir.

peki osmanlı'da nitelikli emek yok muydu?

tabii ki vardı çünkü olmak zorundaydı ama bu durum osmanlı'dan günümüze sürmekte olan gelenekçi-yenilikçi, aydın-muhafazakar, sağcı-solcu tandanslı türk toplumunda yaşanan temel fay hattını da yarattı.

özellikle tıbbiye, mülkiye ve askeriye sınıfı osmanlı'da da günün modern şartlarında eğitim verebilen okullardı. ama nitelikli sermaye sınıfının yokluğunda, dönemin nitelikli çalışanları olan bu sınıfın hareketleri yerleşik devlet aklının ortaya koymakta direttiği sistemle çelişmiştir. bu çelişkilerin tezahürünü sadece, babı ali baskınında, ittihat ve terakki yönetiminde görmek istemekse art niyet içerir. dönemin fikri akımlarında bile bu farkları görmek mümkündür. özellikle tevfik fikret ile mehmet akif arasındaki tartışmalarda dahi bu nitelikli sermaye sınıfıyla buluşarak katma değer üretemeyen nitelikli emeğin gelenekselcilerle yaşadığı gerilimi göstermesi açısından önemlidir.

mesela, gelenekselci damarın övgüyle andığı sultan ikinci abdülhamit'in devletin ihtiyacı üzerine bizzat kendi fermanıyla oluşturulan birçok modern eğitim kurumundan çıkan bürokrat sınıf tarafından hal edilmiş olması bu nitelikli sermaye eksikliğinin yarattığı bir sonuçtur. çünkü aslında her insan özünde konforlu bir hayat yaşamak ister. toplumsal refahın artması ise sadece katma değer, yani know-how üretimiyle mümkündür.


bu nitelikli sermaye birikimi bizzat devlet eliyle engellendiğinde, nitelikli emek sunabilecek olan kesim enerjisini yerleşik kültürle ve hakim hükümetle iktidar kavgası üzerine kurgulamıştır. bu kavga güncel osmanlı siyasetini domine etmekle birlikte hiçbir kesimin nitelikli sermaye birikimini geliştirecek bir vizyona sahip olmaması imparatorluğun yıkılışını hızlandırmıştır.

cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte bu vizyona sahip olan belki de tek türk olan mustafa kemal durumu aslında kavramıştır. özellikle izmir iktisat kongresi kararları incelendiğinde memlekette serbest müteşebbislerin teşvik edilmesi yönünde birçok karar olduğu görülebilir. fakat yıllardan beri gelen sermaye eksikliği yüzünden endüstriyel üretime devlet el atmazsa bu eksikliğin uzun yıllar kapanmayacağı düşünülmüştür. ayrıca cumhuriyet'in kuruluşundan altı yıl sonra yaşanan 1929 büyük buhranı da uzun süre o dönemin global ekonomisini felç ettiğinden dolayı fabrika açma ve üretim altyapısını geliştirme hamleleri mustafa kemal önderliğinde yine devlet tarafından gerçekleştirilmiştir.

üretimin hiç gelişmemesindense, devlet eliyle geliştirilmesi yine de iyidir ama insanların refah içinde yaşama isteğinin toplumda tansiyonlar yaratmadan hayata geçirilebileceği tek sistem olan kapitalizm'de bu altyapı hamleleri yine de bir aşamada verimlilik sorunuyla karşılaşmıştır. aynı kapital eksikliği nedeniyle, tıpkı bugün olduğu gibi cumhuriyet'in ilk yıllarında da osmanlı'daki vergi gelirinin büyük kısmını oluşturan aşar vergisi kaldırılmış ama yerine tuz, şeker, kumaş gibi ürünlerin nihai tüketiciye satılması sırasında alınan dolaylı tüketim vergileriyle bütçe dengesi tutturulmuştur.

her şeye rağmen ikinci dünya savaşına kadar olan dönemde her sene dış ticaret fazlası verilmiş, osmanlı borçları ödenmeye devam etmiş (son taksidi sanırım 1953 yılında ödendi.), memlekette birçok temel ihtiyaçları karşılayan fabrika açılmıştır. özellikle dış ticarette fazla vermeye odaklı anlayış sayesinde türk lirasının değeri korunmuş ve memlekette sermaye birikimi oluşmuştur.

mamafih bu sermaye birikimi ağırlıklı olarak devletin kurduğu şirketler üzerinden sağlandığından dolayı bu dönemde ekonomide temel anlamda yaşanmaya başlanan ekonomik verim sorunu sermayenin niteliğinin bir aşamadan sonra artamamasına yol açmıştır. bütün bunlara ek olarak memlekette görece refahı yüksek olan nitelikli emek sahipleri bir aşamadan sonra ekonomide artmayan verim nedeniyle memlekette yıllardır süregelen gelenekçi-yenilikçi fay hattına yeni bir enerji daha yüklemiştir.


ikinci dünya savaşı sırasında sürdürülen nazi-sovyet arası denge politikası başarılı olmasına rağmen savaşın bitmesiyle birlikte yanı başımızdaki stalin'in, 1876'dan birinci dünya savaşına kadar rus hakimiyeti altında kalan kars bölgesiyle, türk boğazları'nda üs talep etmesi ve her ne kadar savaşta yıpranmamış olsa da, koskoca nazi ordusunu yenmeyi başarmış sovyet ordusuna türk ordusunun konvansiyonel olarak karşı koyamayacak olması nedeniyle denge arayışı bizi savaşın diğer galibi amerika ile ittifak arayışlarına itmiştir.

savaşa katılan ve harap olan ülkelere verilmesine rağmen türkiye ve yunanistan'ın da talep etmesi nedeniyle bu ülkeler de marshall yardımlarından faydalanmış ama bu yardımların o dönemki türkiye ekonomisi'ne yarardan çok zararı dokunmuştur. özellikle yerli üretimi yapmamamız ve bu yardımlarla amerikan mallarını almamız yönündeki telkinler yüzünden bugün herkesin iyi bildiği kayseri tayyare fabrikasının kapanmasını beraberinde getirmiştir. bu ve bunun gibi birçok süreç uzun vadede önce türkiye ekonomisi'nin verimlilik artışını, sonra sermayenin niteliğini ve en sonunda da sermayenin birikimini durdurmuştur.

bu noktada dönemin iktidarını suçlama konusunda çok fazla haklılık payımız olabileceği kanaatinde olmasam da, o dönemin ekonomi-politik atmosferine yeteri kadar hakim olmadığımdan dolayı bir sonraki cümledeki düşüncemde çok ısrarcı olmayacağım. özellikle sınır komşularınızdan birinin dünya'nın iki kutbundan biri olan sovyet rusya olduğu ve sizden açıkça toprak talep ettiği bir konjonktürde amerika'nın dayattıklarına boyun eğmek zorunda kalmanın çok sağlam bir ahlaki dayanağı olacağını düşünüyorum.

amerika ile ittifaka girme konusunda bir mihenk taşı olan türkiye'nin nato'ya kabulü için gereken demokrasi ortamı nedeniyle, 1946 yılındaki ilk çok partili seçimlerde yapılan açık oy/gizli tasnif uygulamasından 1950 yılındaki seçimlerde vazgeçilmiş olması mantıklı görünüyor. çünkü o dönem abd'nin karşı bloğu sürekli demokrasi kavramı üzerinden eleştirerek kendi ittifakını konsolide etme çabasının türkiye'de de demokratik seçimler yapılıyor gibi bir hava estirilerek ittifaka kabulünü kolaylaştırıcı bir unsur olduğunu düşünüyorum.


bunu bir avantaj olarak kabul etsek dahi, yeteri kadar ekonomik çıktı üretemeyen bir toplumun demokrasiye geçişi için iç politika odaklı bakıldığında acele edildiği söylenebilir ama yine de dış politika açısından çok şansımız yoktu. nihayet kore savaşına asker göndermemiz ve türk tugayının son derece başarılı olması sonucunda yaratılan pozitif havanın da etkisiyle 1952 yılında sovyetlere karşı bir ileri karakol olma konumumuz nedeniyle de nato'ya üye olduk. pragmatik açıdan baktığımızda bu üyelik memlekette yarattığı birçok soruna rağmen mevcut sınırların soğuk savaş boyunca korunabilmesi sağladığı için soğuk savaş dönemi dış politikamızın en başarılı hamlesidir, kıbrıs dahil.

öte yandan, 1946 yılından sonra açık vermeye başlayan dış ticarette bu açıklar menderes döneminde kredi ve yardımlar nedeniyle giderek büyümeye başlamış ve memlekete 1958 devalüasyonu olarak geçecek ve cumhuriyet tarihinin hala en sert devalüasyonu diyebileceğimiz devalüasyonu yaşatmıştır. o dönem 2.80 lira olan dolar kuru, ertesi gün 9 liraya yükseltilerek %320'lik bir devalüasyon yaşanmıştır.

4 ağustos 1958 tarihinde yaşanan bu ekonomik şok daha sonra 1960 darbesine giden süreçte de önemli bir katalizör işlevi görmüştür. bir başka nedeni ise seçim sistemidir. 1957 erken genel seçimlerine baraj olmamasına ve oyların %47'sini alabilmesine rağmen demokrat partinin 600 sandalyeli mecliste 424 milletvekilliği kazanması antidemokratik bir sistemdir.

1957 genel seçim sonucu haritası.

menderes döneminde alınan kredilerle ciddi oranda traktör ithal edilmiş tarımsal üretim artmış ama bu artış dış ticaret açığını azaltıcı etki yapamamıştır. ayrıca yerel üretim yapısına yapılan sabit sermaye yatırımlarının payının azalması ekonomideki verimliliği de düşürerek memleketi dış finansmana bağımlı hale getirmiştir. ekonomideki genel verimlilik kaybı gelir dağılımını da bozucu etki yarattığından dolayı, menderes döneminde köy enstitüleri de kapatılmıştır. zira osmanlı dönemi'nde de yaşandığı gibi nitelikli emeği artırıcı adımlar ekonomideki verimlilik artışı durduğu ama nüfus artışının durmadığı zamanlarda toplumsal gerginliği artırarak iktidar kavgasına dönüşmeye meyillidirler.

sonunda 1960 darbesi ve 1961 anayasası hayata geçirilmiştir. darbenin antidemokratikliğini bir kenara bırakacak olursak, 1961 anayasası ile beraber anayasa mahkemesi, türk standartları enstitüsü, devlet planlama teşkilatı gibi birçok modern kurum felsefeleriyle birlikte kazandırılmıştır. özellikle ekonomideki kötü gidiş için 5 yıllık kalkınma planlarına öncelik verilen bir döneme girilmiştir.

1960 ve 1970'lerin büyük kısmını kapsayan bu beş yıllık kalkınma planlarının görmekte başarılı olduğu en ciddi husus özel sermaye birikimi olmadan ekonomideki verimlilik artışının devlet eliyle bir noktaya kadar ilerletilebileceğidir. ara malı ithalatının çözümü için birçok adım atılmış, devlet tarafından teşvikler verilmiştir. bu dönemin meşhur ekonomi politikası ithal ikameci anlayıştır. ithal edilen tüketim mallarının içeride üretilmesi hedeflenerek dış ticaret açığını dindirmek istenmiştir. 1960'larda görece sorunsuz işleyen bu yaklaşım özellikle 1974 kıbrıs harekatıyla gerilen türk-amerikan ilişkileri ve 1973 arap-israil savaşı sonrası yaşanan petrol krizi nedeniyle dış ticaret açığını yeniden artırarak türkiye gibi gelişmekte olan ekonomileri yeni krizlerin içine sokmuştur.

bundaki temel hata ise yine ekonominin verim artışındaki duraksamadır. 1960'larda alınan kararlarla doğru bir şekilde ithal ikameci sisteme yönelinmesinden sonra dış ticarette iyi kötü bir denge kurulunca devletin verdiği teşvikleri verimlilik artırmak için kullanmayan yerleşik sanayiciler, ki o dönem bunların başında koç ve sabancı gelir bugünkü karşılıkları ise genel anlamda eski adıyla tüsiad'dır, ihracat pazarlarına açılmaya pek yanaşmamıştır. ekonomi ani bir petrol fiyatları kaynaklı kur artışına maruz kalınca da, dış ticaret dengesi bozulmuş ve memleket 70 cent'e muhtaç hale gelmiştir. özellikle enerjide yaşanan artışlar yüzünden hem enflasyon kontrolden çıkmış hem de ekonomi yeni bir finansman sorununu kucağında bulmuştur.


aslında dış politika açısından, özellikle 60'larda yaşanan kalkınma planlarının, ucuz petrolün ve uluslararası düzeyde rekabet edemeyecek düzeyde de olsa gelişen yerli üretimin sayesinde ekonomi biraz toparlanmıştır. ama uzun vadede sermaye birikimi sağlayacak ihracat artışının değil de, dış ticaret dengesinin sürdürülmesindeki ısrar yaşanan petrol krizi nedeniyle 70'li yılları devalüasyon sarmalına sokmuştur.

ekonomideki verim artışının momentumu kaybolunca da, toplumsal huzursuzluklar yeniden başlamış bu dönemde yaşanan kıbrıs harekatı nedeniyle amerikan ambargoları da ekonomiyi zorlamış ve tüp, yağ vs. kuyrukları bu dönemde yaşanmıştır. abd'nin tam da bu dönemde altına endeksli dolar olan bretton woods yerine dünya petrol piyasasında alım satımı dolarla yapmaya izin vermesi bunun dışına çıkmaya çalışan herkesi karşısına alması da rastlamıştır.

ekonomi gittikçe kötüleştiği, enflasyonun patladığı dönemde ülkedeki sağ sol, ki aslında bu sadece tarihten gelen gelenekçi/yenilikçi çatışmasıdır, çatışması yeniden başlamış ve turgut özal o dönem 24 ocak 1980 kararları ile türk ekonomisini dışarıya açmıştır. açık ki, devletin verdiği teşvikleri şişmek için kullanan özel sektör ortaya ciddi bir ihracat başarısı koyamamıştır. açıkçası bunda dönemin ekonomi politika yapıcılarının da etkisi vardır. sermaye birikiminde bütün odaklarını özellikle ithal ikameci sistemle dış ticaret dengesi iyi kötü kurulduktan sonra sermayenin niceliğine yöneltmişler ama sermayenin niteliğini yükseltecek ihracat başarısını türk reel sektörü gerçekleştirememiştir. ithal ikameci sistem için verilen teşvikleri bir noktada kaldırıp ekonomiyi daha planlı bir şekilde liberalize edebilseydik 70'li yıllar ekonomik açıdan bu kadar zor geçmeyebilirdi.

özellikle 70'lerde ekonominin durması nedeniyle toplumsal gerginlikler yeniden su yüzüne çıkmış ve memleketteki maraş/çorum katliamları, kanlı 1 mayıs gibi kanlı olaylar bu dönemde yaşanmıştır. kuşkusuz bunlar ekonomideki gerilemenin toplumsal gerginliklere yansımasıdır. bakmasını bilenler için padişah genç osman'ın veya üçüncü selim'in katliyle maraş/çorum olayları arasında aslında özde bir fark yoktur.

genelde toplumsal huzursuzluklar, özelde ise işçi sınıfının süregelen eylemleri 24 ocak kararlarının bu kadar kolay uygulanamayacağını göstermiştir. türkiye'de özellikle yenilikçi kesimin üzerinden silindir gibi geçen 1980 darbesiyle aslında bir bakıma gelenekçiler 1960 darbesinin rövanşını almış gibi oldular. yine de, o dönem bütün sağ/sol liderler göz altına alınıp tutuklanmış hatta mhp genel başkan yardımcısı agah oktay güner bir ifadesinde biz hapisteyiz fikirlerimiz iktidarda demiştir.


1980'ler ise anap'ın domine ettiği bir şekilde geçmiş ve türk ekonomisi kademeli olarak dışa açılmıştır. dış ticaret açıklarımız sürekli artmış ama dış finansman sağlanabildiği için ekonomi büyür görünmüştür. açıkçası türk ekonomisi 2001'de tamamlanacak bir süreç ile beraber kademeli olarak dışa açılmış ama bu süreç o kadar plansız bir şekilde yürütülmüş ki özellikle dış finansman sorunu yaşamaya başladığımız 1990'larda ağır devalüasyonlar ve krizler, 5 nisan 1994 ve 21 şubat 2001 krizleri yaşanmıştır. ekonomide gerileme yaşanan bu dönemlerde geleneksel türk toplumundaki iki fay hattı olan çatışma bu kez seküler/muhafazakar şeklinde gündeme gelmiştir. sivas katliamı ve 28 şubat postmodern darbesi bunlara örnektir.

Madımak'tan bir kare.

nihayetinde 2001 krizinden sonra aslında 24 ocak 1980 süreciyle başlanan dışa açılma politikasının gereksinimi olan birçok denetlemeci ve düzenleyici finansal kurumun ve bu kurumların yasal altyapısının oluşmasını sağlayacak olan reformlara girişilmiştir. kemal derviş reformlarının bitişine 2007 diyecek olursak, türkiye ekonomisi'nin finansal açıdan dışa açılma altyapısı ancak 27 senede ve bu süreçte yaşanan yüksek enflasyon ve birçok devalüasyon dalgası ile hazır hale gelebilmiştir. türkiye ekonomisi'nin son on yıllık tablosu ise sosyal medyada defalarca çizildiği için daha fazla detayına girmek istemiyorum ama sadece en başta belirttiğim sorudaki "o kadar mühendis var" kısmına takıldım.

öncelikle türkiye'de o kadar mühendislik diploması sahibi insan var ama o kadar mühendis yok. ister özel ister devlet üniversitesi olsun türkiye'de son 30 yılda açılmış üniversitelerin %70-80'inin mezunlarını uluslararası ölçekte mühendis olarak değerlendirmek mümkün değil.

peki o zaman neden bu kadar çok üniversite açıldı?

sebebi çok basit, oy almak için açıldı. türkiye'de yıllardan gelen bir gerilim hattı evet var. kimi zaman sağ/sol, seküler/muhafazakar, dinci/laik, yenilikçi/gelenekçi, okumuş/cahil artık adını kendi meşrebinize göre siz koyun ben karışmıyorum. öte yandan bu durum günümüzde azalmış olmakla beraber, hala okuyup iyi şartlarda yaşama kavuşma şeklindeki ruhunu koruyor.

anlaşılmayan nokta ise mühendis olununca bunların direkt olarak geleceği yanılgısıdır. bu ülkede savunma sanayi dışında hardcore mühendislik yapılan ciddi bir sektör yok. gerek devlet teşviklerinin kötüye kullanımı yüzünden olsun, gerekse devletin yanlış ekonomik büyüme modeli tercihleri nedeniyle olsun türk reel sektörünün verimli bir ekonomik yapısı yok. hatta türk reel sektörünün 70'lerdeki yapısı muhtemelen bugünkü yapısından çok daha verimliydi ama büyüklük ile verimlilik aynı şey sanılıyor sıkıntı burada. sanayinin üretim yapısı da 70'lerden beri 50 senede ciddi anlamda büyüdü ama verimlilik artışı buna eşlik edemedi. verimlilik artmadıkça da, katma değer üretimi yani know-how artamadı. bu nedenle aynı endüstriyel üretim için artık çok daha fazla dış finansmana, doğrusu ara malı ithalatına ihtiyaç duyuluyor.

peki bu durum neden böyle oldu/olmak zorunda?

birinci mesele kaynak aktarımıdır. özellikle 2009 yılında sona eren son imf standby anlaşmasından sonra hükümet bütçeyi tamamen kendisi hazırladı. zaten iktidarın kendi sermaye sınıfını yaratma çabalarındaki artış da bu dönemle beraber başlamıştı. bu sermaye sınıfını yaratabilmek için özellikle vergi politikaları üzerinden bir kaynak aktarımı yapmak gerekir. son 10 yılda sürekli artan dolaylı vergileri de bu açıdan yorumlamak isabetli olacaktır.

1970'lerde kalkınma planlarını hazırlayan politika yapıcıların yaptığı hataları akp hükümetleri de yaptı. bir iktidarın kendi sermaye sınıfını yaratma çabasını pragmatik çerçeveden bakınca yanlışlayamam. sorun ise, bu sermaye sınıfında sermayenin niteliği yerine niceliğine odaklanma hatasının yapılmasından çıktı. aynı hatalar özal hükümetleri zamanında da yapılmıştı. verimlilik konusunda, global ölçekte sorunlar yaşamasına rağmen koç holding şirketleri o zaman da vardı, şimdi de varlar. özal zenginlerini ise gündemde pek duyan eden yok. çünkü çoğu devlet destekli ihalelerle sermayenin niteliğini düşürerek yapılan sermaye transferinin bir sonucuydu.

sermaye aktarımı başarılı olduğu ölçüde, sermayenin nitelik erozyonu her zaman eş anlı olarak yaşanmaz. mesela 2009 krizi sonrası yaşanan bolluk döneminde verilen yüksek cari açık aslında bu sermaye aktarım sevdasının bir sonucuydu. kısmi ölçüde bu erozyon o yıllarda senelik enflasyon yüksek tek hanelerde de kalsa hissedildi ama cari açık sürdürülemez hale gelince yaşanan birikimli erozyon bir anda kendini 10 ağustos 2018 kur şoku olarak gösterdi.


siyasi saiklerle bu sermaye aktarımı, iktidarı amacından saptırmayabilir çünkü

1) sermayenin niteliğinin yükseltilmesi demek aynı zamanda ekonomik yapının verimliliğinin artması demektir.

2) bunun için yatırım politikalarında sanayiye dönüş yetmez, yetmeyecektir.

3) sermaye olsa da, bu işi yapacak nitelikli emeğe ihtiyaç duyulacaktır. yani en başta da yazdığım gibi nitelikli sermaye ile nitelikli emeğin buluşması şarttır.

4) nitelikli emek sahiplerinin durumu ise siyaseten mevcut iktidarın umurunda değildir. hatta o kadar değildir ki, kendi tabanını konsolide etmek için türk toplumunun tarihindeki mevcut ikili yapıyı kullanmaktadır.

ülkenin kısıtlı orandaki nitelikli emeğinin kafasındaki tek fikir ise zaten yurt dışında iş bulmaktır. bu eğilim ekonomi kalkınmasız büyürken sadece siyasi sebeplere dayansa da, şu an ekonomi kalkınmasız küçülürken bozulan ekonomi yüzünden ekonomi ön plana çıkmaktadır.

toparlamak gerekirse

1) o kadar mühendisimiz zaten yok. mühendislik diploması olanların çoğu teknisyen seviyesindedir.

2) yatırım politikaları inşaat üzerinden sermaye transfer etmek üzerine kurulu olduğu için mühendise ihtiyaç duyulan sektörlerde ciddi bir büyüme yaşanmıyor.

3) mühendislik dışında diğer nitelikli emek sahibi kesimlere de, hükümetin hükümet olabilmek için ihtiyaç duymaması, aslında duyuyor ama dolaylı olarak, nedeniyle eğitim sisteminde yapılacak reformlar bir yana daha da vasatlaştıracak adımlar atılıyor.

4) cari fazla vererek, yani nitelikli sermaye birikimi sağlayarak, büyüyebilecek bir ekonomik modele geçilirse bu zaten hükümetin kendini feshetmesine benzer. günümüz teknolojisindeki ara malını bile ithal ikameci bir anlayışla üretebilmek için ihtiyaç duyduğumuz mühendislerin kahir ekseriyeti şu an asml'de çalışıyor.

5) eğitim sistemindeki erozyona rağmen ümitvar olmamızı sağlayan neden ise, türkiye'deki hakim hiyerarşik kültür ve gerontokrasi eşyanın tabiatı gereği yenilenmek zorundadır. bugün iş hayatındaki x kuşağı/y kuşağı anlaşmazlığında da bu görülüyor. ayrıca bu çağda bilgiye erişimin çok çok kolaylaşması, rekabeti artırdığı gibi aydınlanmayı da görece kolaylaştırıyor. bugün yapılan birçok araştırmada, akp'nin oy oranının yaşlılarda yüksek gençlerde düşük olduğu görülüyor.

6) türkiye'nin ekonomik sorunlarının kısa vadede çözümü yoktur ama uzun vadede çözümü iktisadi açıdan çok kolaydır. bu sorunların çözülememesinin nedeni iktisadi değil siyasidir. sanayi yapısının verimini artırmak için gereken nitelikli emeğe düşman bir iktidar ve sermayenin niteliğine değil de niceliğine odaklanmış bir sermaye sınıfı yaratma çabasının birleşiminden sadece ekonomik krizler ve devalüasyonlar çıkabilir.

7) böyle bir ekonomik yapıda da, o kadar mühendis var neden teknolojide geriyiz demek ile o kadar sermaye sınıfı yarattık neden krize giriyoruz demek arasında bir fark yok. nicelik yerine niteliğe önem vermedikçe de olacağı yok.

"Kriz Varsa Bu Lüks Arabalara Kim Biniyor?" Sorusuna Cevap Veren Bir Veri Analizi