Cannes'da 2022 Altın Palmiye Ödülünü Kazanan Triangle of Sadness Ne Anlatıyor?
Uyarı: Spoiler içerir.
postmodern anlatının en ikna edici özelliklerinden biri kültürün arkaik kodlarından kaçınırken, yine de kültürün cezbedici, cazip niteliklerini de bir açıdan korumasıdır. yani arkaik olan temsili yapıbozuma uğratırken bir bakıma onu yine de değerli kılan özü muhafaza eder. bu bir bakıma ondan önceki kanonik yüksek kültürü reddediş gibi seyreder ama kültürün popülizmini de öyle ya da böyle içinde muhafaza eden, onu dönüştüren (ya da öyle olduğunu düşünene) bir şekilciliği de onaylatır. nitekim ruben östlund'ın son filmi tüm bu kodları ziyadesiyle taşıyor. ondan önce alegori, eğretilime, kara mizah vs gibi kavramlarlara izah edilmiş filmlerin izinden gidip kültürün bugünkü esasına uygun normlarla aynı zamanda onların sahip olduğu tüm kanonik retoriği yıktığını düşünerek kendi sinema dilinin zorbalığını izleyicisine baya baya dalga da geçerek dayatıyor. zaten cannes'da aldığı tartışmalı ödül de dahil film eleştirmen cephesinde de net bir bölünme yaratmasının sebebi de kabaca bu özde yatıyor.
sinema tarihini az biraz taradığınızda buñuel gibi yönetmenlerle göğe bayrak çeken burjuvaji ve kültür eleştirisinin özellikle altmışlar ve yetmişlerde oldukça seçkin şekilde üretilmiş la grande bouffe gibi nefis başyapıtlarla nasıl dorukları gördüğünü anlayabilirsiniz. claude chabrol, haneke ve benzeri gelenekten gelen yönetmenlerin tüm sinemasal serüvenleri boyunca de hem burjuvaji, hem kapitalizm eleştirisi yaptığını, ve ayrıca bunu kendi sinemasal kodlarını türlü janrların esnekliğine iliştirerek yaptıklarını rahatlıkla görebilirsiniz. çağın yönetmeni östlund yola bu yönetmenlerden çıkıp elbette kendi sinema serüvenini yaratıyor ama bu dilin, bu kameranın, bu anlatma biçiminin iyi olduğunu söylemek benim için oldukça zor.
zira östlund bir röportajında filmlerden çok youtube videolarından beslendiğini söyleyen bir adam. nitekim bu filminde artık suyunun suyunu çıkardığı gösterme, simgeleştirme, eğretileme ve tüm bunları kara mizahla süsleme hali kabak tadı veriyor insana. hem de daha filmin yarısına bile gelmemişken. simge ve metaforları o kadar çok üst üste bindiriyor ki östlund bir açıdan parodisini yaptığı şeyin gerçekle olan uzaklığının uçurumunu daha da büyütüyor ve onu hem bir anlatı sorumluluğundan, hem bir sanat yapıtı estetiğinden azade hale getiriyor. neredeyse dakika başına karton karakterlerin yani onların gestuslarının üstüne bindirdiği sözde sistem ve dünya ahvali eleştirisi -eleştiri de değil, vakarımız bu durumu- bir noktadan sonra değerini yitiriyor. yani işaret ettiği şeyin ehemmiyetini kendi elleriyle tuz buz ediyor. biliyorum ki bu yönetmenin tarzı gibi itirazlar gelecek ama anlatısının sorumluluğu nihayetinde yönetmenindir ve bir açıdan politik bir taşlama biçimine icazet edecekse ve bunu sözde yenilikçi olan bir tutumla sunacaksa insanların kendisinden beklentilerinin olması da normal.
özellikle 2. bölümde artık bir tür aşık atışmasına dönen materyalist ve kapitalist kapışmasının eşlik ettiği kusma bölümleri gibi öznenin yani merkezin tümden yabancılaştırılarak kurban edildiği bölümlerin kör gözüneliği insanı cidden bezdiriyor izlerken. bu kadar fazlasına ne gerek var diye sormaktan kendini alamıyor insan. dur durak bilmez, ama o niteliği yapıta kazandıracak usun retoriğinden yoksun neredeyse müsamare kıvamındaki kapitalizm -o da sözde bence- eleştirisi kendi kendinin altını kazıyor ve içine düştüğü o ciddiyetsizlik çukurunda bir tür delilik ya da yararsızlık gösterisine dönüşüyor. anlamın üretiminde ısrarla üst üste gelen bindirmelerin, söyleyecek çok sözüm var cehaletinin, ben dünyayı, sistemi ve yaşamı çözdüm lakayıtlığının böylesine bir pervasızlıkla izleyicinin üstüne atılması beni cidden şaşırttı.
zira östlund 2. bölümde sözde yükselttiği her türden eleştirisini korkunç şekilde baltaladığı ve politik diskurunu da bu açıdan yeknesak hale getirdiği oldukça kötü bir 3. bölümle -ada- filmini noktalıyor ve burada esas derdinin cidden iyi bir sistem, dünya, zaman eleştirisi yapmak olmadığını belli ediyor. kapitalizmin kalesi olan 250 milyon dolarlık gemide seyreden her türden deliliği yolundan gittiği filmlerin (örneğin salo o le 120 giornate di sodoma ) mekanlaştırmadaki başarısına benzer bir çizgiye çektiği anlar oluyor olmasına ama film ne zaman ki ada fikrine açılıyor yönetmenimiz tümden saçmalayarak, zaten filmin 2. yarısında üst üste bindirerek sönümlediği o politik, kültürel alegori ve referansların artık işlevsiz bir hale geldiği ve hatta lüzumundan fazla evcilleşerek, doğa üstü bir şekilde insanileştiği bir çizgiye çekiyor. insan ister istemez 2. bölümdeki o yüksekliğin aslında insana doğasının özüne dair vurguyla çok daha güçlenebileceği ve çok daha ekstrem bir tadın çıkabileceği ada bölümünde gidilebilecek yeri merak ediyor ama yönetmenimiz 2. bölümde göze soka soka tükettiği vahşetin tinini de bir açıdan sineye çekip, sağaltarak 3. bölüme garip ve anlaşılmaz bir insancıllık bahşediyor.
zira ada'nın mekan olarak merkez olduğu anlatıların (ütopya, distopya ve serüven anlatıları) çoğunda insanın özsel merkezine bir ziyaret vardır hep. türün en iyi örneklerinden olan sineklerin tanrısı insanın varoluş merkezinin doğayla ve elbet ilk kez kendi özüyle karşılaşmasını ustalıkla anlatan yapıtların başında gelir. filmimizde sahip olduğu tüm vahşi ve saldırgan estetiği adaya taşırken acaba böyle bir bölümle kapalı politik, cinsel, kültürel alanlar arasındaki sınıfsal, ekonomik, iktidar merkezli yapıların ortadan kalkacağı bir tür çılgınlık haline dönüşür mü umudunu taşırken östlund filminin 2. yarısında doruğa çıkardığı seyir duygusunun zıttı yönde bir ehlileştirme ve kaypaklıkla anlatısının omurgasını parçalıyor.
rus milyoneri hala ölen karısının üstündeki takıları çıkaran pis bir kapitalist olarak gösterirken bu adamın esasen hayatta kalmak için neler yapabileceğini göstermiyor mesela. ya da abigail ve carl arasında merkezleşen hem kültürel hem politik hem cinsel iktidar alanını oldukça evcil ve yine sözde sığındığı kara mizah eksenli bir duyguyla seferber ederken insanın özsel niteliği ve karanlığına yapılacak esas ve netameli adımı hiçbir şekilde atmıyor. oradaki karanlık doğaya hiç yüz vermiyor. adada mahsur kalan bireylerin hayatta kalmak için her türlü akıl, etik ve norm dışı şeyi yapabileceği kapitalizm, burjuvazi, sermaye, üst kültür ve işçi sınıfı arasında oluşacak mezkur anlamla ilişkisini sürekli dışlıyor. muhtemelen bunu filmini farklı kılmak, ada anlatılarının geleneksel totemlerine sığınmamak için yapıyor ama iyi bir yönetmen zaten tam da böyle bir merkezden kendine has bir gösterme ve anlatma biçimi çıkarabildiği için iyi ve hatta büyük yönetmen oluyor. oysa yönetmenimiz 3. bölüme kadar canhıraş bir şekilde seyircisinin üstüne durmadan patlayan konfetilerin aşırılığını hatırlatan hınzırlığıyla normalleştirdiği o anlatı etiğinin devamında çok daha iyi yerlere açılabilecek ve hatta muhtemelen filmini tam da orada değerli ve güzel kılabilecek yapıyı elinin tersiyle itiyor. 2 milyoner tipin, genç ve seksi bir kadının, bir siyahinin, yakışıklı bir gencin, bir işçi kadının, felç geçirmiş manken eskisi bir burjuvanın politik ve sınıfsal temsillerinden doğacak hem alegorik hem gerçek alanı ve zemini resmen görünmez kılarak tembelliğe düşüyor. kara mizaha sığınarak bir tür hafifleştirme ilkesiyle norm belirlediği anlatının lüzumsuz yere uzayan ada bölümünü alabildiğine bayağı ve hafif hale getirerek 2. bölümde sözde takındığı alegorik muhalefetini de öyle esaslı bir politik diskura tekabül etmediğini de itiraf ediyor.
hasılı sinema bu değil falan diyecek değilim
zira günümüzün sineması, kültürü, üretimi bu. kültürün yarattığı bir tür küresel köy halinin uygarlık ve kültür arasındaki çizgileri bulanıklaştırarak, aynılığı, benzerliği kutsadığı, daha doğrusu gereksindiği bir alanda öncüllerinin yaptığı zeka, estetik, nitelik dolu şeylere şahit olmanın usunu taşıyorum ben. yukarıda zaten gerekli örnekleri verdim. östlund belirli ölçüde iyi bir yönetmen ve benim hala en sevdiğim filmi merkezini korumakta başarılı olduğu tek filmi belki de force majeure ama son iki filmde eleştirme biçiminin ve yaklaşımının giderek plastikleştiği, merkezini yitirdiği ve hatta bu kibrin artık bir mızmızlanma hali içinde akılla ve zekayla olan entelektüel işlevini yitirdiği bir yola girdiği de aşikar. her filminde daha genişlettiği eleştiri mekanizması merkezden uzaklaştıkça tıpkı izlemeye bayıldığını ve oralardan beslendiğini söylediği youtube videloarı gibi bir anlam ve o anlamın yarattığı etik, hakikat ve estetik gereksinimden yoksunlaştığı gerçeğini cepte tutarak bu filme ödül verip, öven cannes jürisini de sevgiyle selamlıyorum.