Bloodborne'u Tam 4 Senede Bitirebilen Sözlük Yazarının Oyunu Bitirme Hikayesi

Yakın tarihin en zor oyunlarından biri olan Bloodborne nice yiğidin ömrünü yedi... İşte bu tecrübelerden biri.
Bloodborne'u Tam 4 Senede Bitirebilen Sözlük Yazarının Oyunu Bitirme Hikayesi

bloodborne'u 4 yılda bitirme hikayemi size anlatmak isterim sevgili okurlar...

size gerçek bir hikaye anlatacağım. artık zamanı geldi. herkesin aşırı övdüğü, bitirmeyenin oyun camiasından dışlandığı, bloodborne adlı kan emici oyunu alt etmemin hikayesidir bu. evet bloodborne’u ben de bitirdim. bitirdim ama bitirmem 4 koca senemi aldı. bu 4 yıl boyunca defalarca yarım bıraktım, tekrar başladım, kontrolcü kırdım," yok abi bitiremiyorum" dedim. pes ettim. ama aklımdan çıkaramayınca, tekrar başladım. defalarca denedim, sonunda bir takım hilelere başvurdum. ama başardım. seni yendim bloodborne… neden mi 4 senede bitirdim. bunu anlatmak için önce biraz geriye gidelim. 90’lara…

zor oyun oynamayı sevmiyorum ama oynuyorum

bu eskiden böyle değildi. beni çok zorlayan oyunları yine sevmezdim. ama kesinlikle oynamazdım da. nes oyunlarının piyasayı kasıp kavurduğu 90’larda oyun oynamaya başladığımda, çıkan 10 oyundan 9’unun beni zorladığını görmüş ve kendimi mal gibi hissetmiştim. bilmiyordum ki aslında geliştiriciler 3 saatlik oyun sırf 20 saat sürsün diye acımasız, hatta abuk sabuk bir zorluk ayarı çekiyorlardı. alacağınız olsun 90’lar geliştiricileri. bir veledin özgüvenini sarstınız. o yıllarda oyunların büyük bir kısmı zor olduğu için çoğunu yarım bırakıyordum. ninja gaiden’ın sonun asla bilemedim. castlevania’nın 2. bölümüne dahi geçemedim. earth worm jim ağlatmış, ninja kaplumbağaların arcade versiyonununun ilk bölümünden ötesini görememiştim. süper mario’yu bile bitire... yok o kadar da değil! mario’yu bitirdim. ama durumu anlamışsınızdır. aşırı hızlı sinirlendiğim ve bir takım kontrolcüleri kırma eğiliminde olan tam bir laz gamer olduğum için, uzun yıllar zor oyunlardan götüm götüm kaçtım. ancak devir değişiyor. "zor oyun oynamak gamerlığın şanındandır" gibi bir algı oluşmaya başlıyordu oyun camiasında. bir takım aşırı az bilinen japon rpg’lerinin adını telaffuz etmek eskiden, yüzde yüz bakir olduğunuz anlamını taşırken, artık havalı gibi biri olmanızı sağlıyordu. bu kabul edilemezdi. ben de havalı bir genç birey olmalıydım. pes serilerinde elde ettiğim master lig şampiyonluklarım beni havalı biri yapmaya yetmiyordu. kantır strike oynamak da artık kekoluk sayılıyordu. bu düşük insanlardan sıyrılmanın vakti gelmiş de geçmişti bile. aklımda tek bir şey vardı. ben de havalı bir gamer olmalıydım. bu düşüncelerle hemen google’a havalı olmak için bilmeniz gereken japon oyunları yazdım. arkadaş ortamında kullanılacak bazı çok uzun isimli japon oyunlarını gece gündüz demeden ezberledim. ama bu yetmezdi. zor oyunlar oynamalı ve ortamlarda nasıl da herkesin çok zorlandığı bossları tekte geçtiğimi, benim için çok doğal bir şeymiş gibi anlatmalıydım. işte bu yüzden gözüme kesitirdiğim ilk oyun bloodborne oldu... demek isterdim ama, bu yüzden bloodborne oynamaya başlamadım. ps4’ü ilk aldığımda elime bloodborne’un promo diski geçmişti. konsolun ilk çıkışında zaten oynayacak doğru düzgün oyun yoktu. "ulan boşa mı para verdik şu alete! bir oyun oynayayım bari" dediğim bir gün, elimdeki iki oyundan biri olan bloodborne’u taktım ve 4 yıl sürecek maceranın fitilini bir kış günü, gece yarısı 1 gibi ateşledim.

bloodborne oynamaya başladığımda başıma geleceklerden habersizdim

souls türüne hakim değildim. karakter build'leri hakkında gram bilgim yoktu. yetenek puanları nasıl dağıtılır hiçbir fikrim yoktu. dark souls, demon souls oyunlarını biliyordum ama, hiçbir zaman ilgimi çekmemişlerdi. yahu niye bir insan kendine bile bile eziyet eder. ölünce tüm kazandıklarımız da gidiyormuş. böyle oyun oynanır mı? dediğim için de tam bir souls cahili olarak bloodborne’a başladım. e sonuçta oyun türkçe! öğreniriz bir şekilde! hem ne kadar da zor olabilir ki??!

ne kadar zor olabilir değil mi? ne kadar zor olabilir?

peder gascoigne’i geçmem tam bir yıl sürdü. evet tamı tamına bir yıl. oyuna başlıyorum. biraz ilerliyorum. mekaniklere hafif alışır gibi oluyorum. parry yapıyorum ok. sağa sola kaçmalarımda sorun yok. daha gencim reflekslerim yerinde. tek eksiğim çelik gibi sinirler… bazen çok ilerleyip ölüyorum. ruhlarımı kaybediyorum. ancak hala o şalteri attıracak seviyeye gelmemişim. oyunun dünyası beni içine çekiyor. o gotik atmosfere, müziklere, keşif hissine bayılıyorum. echo birikimim yükseldiğinde yarnaaam sokaklarında diken üstünde dolaşıyorum. bu pek oyunlarda alışık olduğum bir şey değil. yeni bir şey tatmanın keyfini çıkarıyorum. derken bu keyfimin bir yıl sekteye uğrayacağı o mekana, peder gascoigne’in mezarlığına adım atıyorum. ve bu aq'mun mezarlığından çıkmam tam bir seneyi buluyor. evet her gün deniyorum. olmuyor. sinirlemiyorum. oyunu bırakıyorum haftalarca uğramıyorum. sonra aklımın bir köşesinden pederin kafası baş veriyor. "ne oldu? yemiyor mu?" diyor. galiz küfürler edip savuşturuyorum. ama hayır! geri dönüp pederin içinden geçmezsem rahat edemeyeceğim.


oyuna yaklaşık bir yıl sonra geri döndüğümde peder hiçbir şey olmamış gibi beni hala aynı yerinde mezarlığında bekliyordu. bense çok değişmiştim. bir yıl daha yaşlanmıştım. sinirlerime daha hakim olabiliyordum. daha sabırlı hareket ediyordum. peder’in gazına gelmiyor. ebelemece gibi vur kaç taktiği yapıyordum. öyle deli gibi saldırıya geçmemek işie yarıyordu... hemen bitsin diye damage vurmanın şehvetine kapılmıyordum. ikinci darbemi bekletiyordum. gerilla taktiği uyguluyordum. ve bu işe yarıyordu. ta ki peder ikinci faza geçip kafayı yiyene kadar. peder’in kurt adama dönüşmesine nadir şahit olduğum için burada ne yapacağımı pek bilemiyordum. yine bir kaç kez vefat etmiştim. ama artık daha hızlı ikinci faza kadar gelebiliyordum. peder’in hareketlerini ezberlemiş, kendime güvenim artmıştı. ve artık onu alt edeceğim o güne yaklaştığımı hissediyordum.

kendimi çok iyi hissettiğim bir gün oyunun başına oturdum. ve pederle son dansımıza başladık. azılı düşmanım father gascoigne bende bir şeylerin farklı olduğunu adeta anlamıştı. hareketlerim hızlanmıştı. gascoigne’in zihnini okuyordum artık. peder çaresiz durumdaydı. kurt adama dönüştü. çılgınca üzerime saldırdı. ama buna da hazırdım. ve evet işte o an gelmişti. yıllar süren ezeli rekabetin son anlarındaydık. darbelerimi vurmuş, peder’i tüketmiştim. bir tane daha vurunca şimdi bitiyor mu yani? peder’i artık hayatımdan çıkarıyor muyum. inanamıyordum ama heyecanımı kontrol etmeliydim. ettim. son vuruşu yaptım. ve peder’i hayatımdan çıkardım.

toksik ilişkimiz sona ermişti. kendimi garip hissediyordum. biraz buruk gibiydim. peder’i alt etmem sadece 5 dakika sürmüştü. öte yandan inanılmaz rahatlamış. özgüvenim zirve yapmıştı. ne yani 1 senemi ben bu dandik boss savaşı için mi harcamıştım. yahu o kadar zor bile değildi ki. oyuna büyük bir hevesle devam ettim. “bu muymuş lan souls türü” bloodborne’u küçük görmeye başlamıştım. “bir iki güne ben komple bitiririm bu oyunu… zor dekileri boss’u geçmem 5 dakika sürdü lan” evet 1 yıllık çilemi unutmuştum. götüm kalmıştı. artık oyunda çok daha hızlı ilerleyeceğime inancım tamdı ama yine yanılıyordum. çünkü daha buna bunla şunla ve bunla bunla ve bunla karşılaşmamıştım (bazı saçma sapan boss'ların fotoğrafları zihninizde canlansın)….

şu örümcek rom boss savaşı yok mu...

ben hayatımda bu kadar küfür ettiğimi hatırlamıyorum. o kadar uğraşmıştım ki yine 4-5 ay oyuna ara verecektim. aslında peder’den sonra işler benim için uzun bir süre iyi gitmişti. oyunun mantığını çözmüştüm. karakteri kas, yeni bölgelerde zorlanıp zorlanmadığını test et zorlanıyorsan biraz daha kas öyle gel. boss savaşlarında hala çok takılsam da bir şekilde daha hızlı ilerliyordum artık. ama özellikle sonlara geldikçe gerçekten oyun sabrımı çok zorlamaya başlamıştı. bu maceraya başladığım günün üzerinden tam 4 sene geçmişti. sürekli ara verip aylar sonra devam etmek her şeye tekrar alışmak demekti. artık daha fazla uzatamazdım. bu aşk ve nefret hikayesine dönüşen toksik ilişki artık sonlanmalıydı. ama artık cehenneme dönen, geliştiricilerin “iyice bokunu çıkartalım buralarda beyler! daha fazla küfür yiyelim. oh hep sövsünler bize” diyerek tasarladığı; oyunun son mekanları için karakterim hala çok güçsüzdü. bir şey yapmalıydım. hile kullanmadan karakterimi kasmalıydım. ama artık aynı mekanlarda dolaşıp, aynı şeyleri yapmak, tüm parke taşlarını dahi ezbere bildiğim bu kasvetli, gotik sokaklarda bulunmak istemiyorum. biri bunu benim için yapmalıydı. bu ortamlardan etkilenmeyecek biri. karakter kasmayı iyi bilen biri. ve birden kafamda bir ampul yandı. aklıma gelen planı gerçekleştirmek için harekete geçtim. bu sefer benden kurtuluşun yoktu bloodborne… çünkü artık kusursuz bir plana sahiptim. planımın adı da kınayt online operasyonuydu.

kuzenim bu plan için en uygun kişiydi. çünkü kendisi bir kınayt online oyuncusuydu. umarsızca karakter kasma ve yeterince boş vakte sahip olma gibi ideal yeteneklere sahipti. o sıralar bende kalıyor, benim bloodborne’da çektiğim çilelere şahitlik ediyordu. bir sabah kuzene dedim ki "reis ben şimdi işe gidiyorum sen buradaki bütün canavarları öldür. sonra geri dön şu checkpoint noktasına gel. düşmanları sıfırla, sonra git tekrar öldür. bunu sürekli yap." kuzen "tamam abi" dedi. ben sabah işe gittim. bütün gün akşama kadar: iş dediğimiz ama aslında sırf vergi verelim, hiçbir şeyi sorgulamayacak kadar yorgun olalım diye uydurulan, devasa makinenin bir dişlisi olma görevimi yerine getirdim. yine istanbul içimden geçmiş, perperişan akşam 9 gibi eve dönmüştüm. odamın yolunu tuttum.

odanın kapısını açtığımda, suratıma devasa bir duman kütlesi çarptı. bulutların içine dalan bir uçak gibiydim. rotası yarnaaam olan bir uçaktım. içerisi emeklilerin pişpiriğin belini kırarak yardımlaştığı, giresun yukarı cırrık köyü yardımlaşma derneği gibi kokuyordu. yoğun tekel ikibinbir kokusuydu bu. nerede olsa tanırdım .odada ilerledikçe kuzenim bu yoğun duman kütlesi arasında belirmeye başladı. tam olarak onu bıraktığım konumda oturmaya, gözü ekrana kilitlenmiş şekilde bloodborne oynamaya devam ediyordu. kül tablasında yığılan sigara izmaritlerine aldırış etmiyordu. ağzındaki sigaranın külü gss borcum gibi kendiliğinden büyümeye devam ediyordu. belli ki oyuna alışmıştı. gözlerinde büyük kararlılık, umursamazlık ve kendinden emin bir ifade vardı.

-ne yaptın? dedim.

bana bakmadan;

-kasıyorum abi. dedi

sigarasının külü "artık bana müsaade kral" dercesine tutunduğu filtreden tam kurtuluyordu ki, kuzenim içgüdüsel olduğunu anladığım çabuk bir hamleyle kül düşmeden sigara izmaritini diğerlerinin arasına, izmaritten tepenin yarnaam’a bakan yamacına konumlandırdı. duman bulutunun ardındaki ekranı göremiyordum.

-öğrendin mi oyunu? dedim

-öğrendim abi. dedi.

bana bakmıyordu. el hareketleri mekanikleşmişti. eski yarnaam halkının anasını silkmeye devam ediyordu belli ki.

-kasabildin mi karakteri? dedim

-kastık bir şeyler abi. dedi.

yeni bir sigara yakmak için hamle yaptığı sırada ufak bir kafa hareketiyle ekrana bakmam için beni yönlendirdi. odadaki dumana yeni bir katman ekleyecek sigara yakılırken, gözlerimi ekrana çevirdim ve gördüklerim karşısında adeta çarpılmışa döndüm. ekranın sağ üst köşesinde birçok rakam yan yana gelmiş, ve çok büyük bir sayı oluşturmuştu. şuanda hatırlamadığım bu uzun sayı, biriken soullarımı ekolarımı yankılarımı her ne zıkkımsa işte, onları temsil ediyordu. ve bu sayı birden çok haneliydi... kuzene döndüm şaşkınlıkla karışık bir sevinçle

-ne yaptın olm sen, bu nedir? dedim!

-kastık işte abi. dedi yılgın bir kibirle...

evet gerçekten de kasmıştı. umarsızca kasmıştı ama! insan gibi de kasmamıştı. o sayıya ulaşmak için aralıksız yardırmak gerekiyordu. kontrolcümün üzerindeki yüksek ter ve yağ oranı bunun ispatıydı. hatta kontrolcü o kadar yağlı ve terliydi ki adeta küçük bir ismail türüt’e dönüşmüştü. o kadar sevinçliydim ki, kontrolcümün karadenizli berbat, f*şist bir şarkıcıya dönüşmesi bile umurumda değildi. kuzenin alnına bir öpücük kondurup kendisine teşekkür ettim. hemen oyunun başına geçtim. karakterin yeteneklerine abandım. az biyıld bilgimle kafama göre zengin gibi harcadım yankıları, soulları, zıkkımları... spor salonunda kas yapan birey gibi içimde hemen kaslarımı gösterme isteği uyandı. vakit kaybetmeden old yarnaam sokaklarına attım kendimi. inanamıyordum o zorlandığım mini bosslara tek atıyordum. darbe aldığımdaysa çük gibi canım gidiyordu. artık av değil avcıydım. adeta yarnaaam’ın dehşeti adlındaki bir boss’a dönüşmüştüm. halk benden köşe bucak kaşıyordu. artık buraları temizleyecek ve yoluma devam edebilecektim. sonunda uzun süre takıldığım karanlık orta çağ gotik mahalleden taşınma zamanı gelmişti. knight online operasyonu işe yaramıştı...


tabii knight online operasyonunun etkisi öyle oyunun sonuna kadar sürmedi. bir süre sonra tekrar karakterim zorlanmaya başlamıştı. ama artık oyunun son bölümlerine kendimi atmayı başarmıştım. artık reflekslerim de oyunun temposuna alıştığı için son bölümleri çok da zorlanmadan geçmiştim. bataklık bölümlerinde uzun süre takılıp kalmıştım. ama bir şekilde oradan da kurtulabilmiştim. final bossunu da ekstra zorlanmadan alt etmeyi başardım. tam 4 yıl sonunda, oyun boyunca küfür ettiğim geliştiricilerin isimlerine bakarken şu düşünceler aklımdan geçiyordu. ne acayip bir maceraydı. hayatımda ilk kez böyle bir oyun oynamıştım. daha önce oynadığım hiçbir oyuna benzemiyordu. yepyeni bir ülkeyi keşfetmiş sonra eve dönmüş gibiydim. buruk bir sevinçti yani. evet çok zorlanmış defalarca pes etmiştim. ama sonunda bir takım hilelere başvursam da inat etmiş ve bitirmiştim. işin ilginç yanı. oyunu bitirdiğim gibi tekrar oynama isteği doğmuştu. hee demek işte bu yüzden seviliyor bu souls oyunları. adeta bir aydınlanma yaşıyordum. evet çok zordu ama çok keyifliydi de… bu yepyeni bir şeydi benim için. aslında ben bloddborne’u değil bloodborne beni alt etmişti. 4 yıl boyunca vahşi bir hayvanı evcilleştirdiğimi sanırken aslında bloodborne beni evcilleştirmiş, yola getirmişti.

işte o günden sonra souls oyunları neymiş öğrendim sevgili dostlar

bu dadı alınca da bir daha vazgeçemedim. hala aşırı zorlanıyorum. hala her yeni souls oyununa başlarken ulan kim oynayacak diyorum. ama her seferinde de finalde iyi ki oynamışım da diyorum. ps4’ü ilk aldığımda elimdeki iki oyundan biri olan bloodborne’u bitirme hikayem işte böyleydi. elimdeki diğer oyunsa thief'ti onun bir hikayesi yok. düz bok gibi bir oyundu.