Before Sunset'in, Serinin Kendinden Önceki Filmi Before Sunrise'dan Farkları Neler?
ilk başta ifade edeyim ki; üçlemenin ilk (ve benim en beğendiğim) filminden on sene (2004) sonra çekilen before sunset aradan geçen zamanın insanı nasıl dönüştürdüğünü gözleyen deneysi bir deneyim sunuyor. neredeyse gerçek zamanlı akan yapısıyla (karakterlerin gerçekten yaş almasıyla da birlikte) bizi “şimdi ve burada”ya kilitleyen kısacık egzersiz gibi. bu film de “büyük olay”lar anlatmıyor. ama bu sefer hikayesi (ilk filmden farklı olarak) mikro jestlerin (bakış, susuş, konuyu değiştirme) üzerinde kuruluyor. ilk filmin gençlik sarhoşluğunu paris’in öğleden sonrasına taşıyan film, iki karakterin yürürken konuştukları bir dizi uzun planla, romantizmin mitini söküp yerine olgunluğun, pişmanlıkların ve kaçırılmış fırsatların huzursuz ritmini bize sunuyor, yetmiyor… bize, bizle birlikte sunuyor.
film, jesse’nin yazdığı roman için paris’te yaptığı okuma sonrası tesadüf gibi görünen buluşmayla açılıyor, uçak saati ilk dramaturjik motor olarak çalışmaya başlıyor veee trinkkk.. tüm anlatı bir zaman tuzağına dönüşüyor.
jesse’nin akşam uçağına yetişip yetişemeyeceği, bizlerde sahne sahne büyüyen bir zaman baskısı yaratıyor ve zamanın (ilk filmdekinden) farklı bir formu ile bizi tanıştırıyor. geçmişte neyi hayal etmiştik, bugün kimiz, yarın kime dönüşeceğiz??? filmi ve zamanın bu formunu parçalı bir ritimde sezdim... yani şöyle: öncelikle kitabevi ve ilk yürüyüş mesafeli ve yoklayıcı bir evrede... sonraları tekne ve araba sekansları itirafların ısındığı, savunmaların çözüldüğü bölüm gibi ve son olarak celine’in evinde ise maskelerin düştüğü, gündelik jestlerin büyük kararları fısıldadığı finale doğru yumuşak iniş gibi.
karakterler başta yan yana, ama aralarında minik bir mesafe; yürüdükçe adımlar senkronize oluyor, bedenler birbirine yaklaşıyor. teknedeki oturuş düzeni, arabada koltuğa yaslanış, dairedeki rahatlık: mekân değiştikçe psikolojik mesafe de değişiyor.
celine’in gitarıyla söylediği şarkı, hafızanın kilidini açan bir anı kapsülü gibi çalışıyor. film, şarkıyı şarkının koreografisini çırılçıplak kılacak kadar sade kullanmış yani figürlerden bağımsız şarkıyı hissettirmiş.
a waltz for a night
ayrıca hafıza ve idealizasyon hat safhada... celine'nin dünyasındaki politik/ekolojik duyarlılık ve bireysel mutluluk; aşkın etik sınırları ve sorumluluk... çok lezzetli… karakterlerin öz-anlatıları (anılar, şarkılar, küçük öfke patlamaları) dramatik işlev taşıyor: her itiraf, duygusal mesafeyi (ve baskıcı zamanı) milim milim kısaltıyor.
metin/script yine kıskandırıcı ve deli eden güzellikteki gündelik konuşmalarla akıyor. bu doğallık, parisin mimari kurgusuna da öyle güzel yakışmış ki… replikler, birbirini tamamlayan küçük tematik dönüşler kuruyor. görüntü dili parisi çok tatlı aktarıyor, uzun planlar ve yumuşak kamera hareketleri üzerine kurulmuş.. şehir, akustik ve görsel olarak yaşayan bir mekan burada da.. arka plandaki trafik, seine kıyısındaki ayak sesleri ve kafelerin içinden sızan uğultu.. bunların hepsi kadrajın nefes almasını sağlayan ve akışkanlığı destekleyen bir temada.. yürürken iki karakteri aynı karede tutan two-shot kompozisyonlar, arada çok az shot-reverse-shota başvurulmuş ve bu tercih, “konuşmanın kesintisiz akışı” hissini güçlendirmiş sanki.. bizler, filmi ritim tarafıyla yaşıyorken paris’i kurgudan ayrık içimizde taşıyoruz izleyici olarak. ışık, günün ilerleyişine sadık... doğal bir tonlamayla bütünleşmiş. öğleden sonranın parlaklığı yerini akşama doğru sıcak, yumuşak bir palete bırakıyor tam da hayal ettiğimiz gibi.
ilk filmdeki gençlikte kurulan romantik mit ile yetişkinliğin sorumluluk etiği arasındaki gerilimi ele alıyor. burada aşk, bu sefer bir hak değil, maliyetleri olan bir seçim. izleyici olarak bizler taraf olmak zorunda kalmıyoruz bilakis özerk bir tanık gibi yaşananları takip ediyoruz. jesse’nin evliliği ve pişmanlıkları, celine’in yalnızlığı ve öfkesi, romantizmi kırılgan bir gerçeklikle buluşturmuş. biz de her replikte kaçırılmış bir hayatın ağırlığını hissediyoruz.
anıların saf olmadığı, ama yine de hakikat değerini bütün bütüne yitirmediği bir gri alan yaratılmış ve iki insanın, kendilerine ve birbirlerine karşı ne kadar dürüst olabildiklerini izliyoruz. zaten uçağı kaçırmak da başta ifade ettiğim gibi rastlantısal bir araç değil, adeta bir varoluş pozisyonu. filmi kapatınca yine bunu hissediyorsunuz. filmin başındaki zaman baskısı, sonda seçim baskısına dönüşüyor.
(bu kadar hesaplaşma beni ilk filmin masalsı dünyasına bir kere daha itiyor. sonuçta bu film sunrise gibi romantizmin şekerli masalını değil, yetişkinliğin kırılgan hakikatini anlatıyor ve aşk, zamanın içinde ve çoğu kez ona karşı.. ilk filmdeki gençlik coşkusu ve sınırsız umutlarının yerini burada, olgunluğun yükleri, pişmanlıklar ve zamana karşı verilen varoluşsal bir mücadeleye bırakıyor...)