Aşkın, Acının ve Devrimin Kadını: Frida Kahlo'nun Hayat Hikayesi
aşkın, acının ve devrimin kadını
meksika (zapata) devrimi, 20. yüzyılın ilk büyük devrimidir. o dönemde yüzde sekseni köylü olan meksika'nın yerlileri tarafından burjuvaziye karşı bir ayaklanma olarak başlayan ihtilalin başındaki isimse emiliano zapata'dır. büyük savaşların, ayaklanmaların ve ihtilallerin resim sanatını doğrudan etkilediğini hepimiz biliyoruz, ancak meksika devrimi'ni hepsinden ayıran önemli bir özellik var: başlı başına bir akım yaratarak modern meksika sanatının doğmasına sebep olan tek toplumsal olaydır.
bu dönem, meksika'nın rönesans'ıdır âdeta. kültür-sanat etkinlikleri artarak gelişmiş; diego rivera, tina modotti ve frida kahlo gibi büyük sanatçılar doğmuştur. meksikalı sanatçılar, devrimcilerle birlikte hareket ederek ülkelerini, tarihlerini ve kültürlerini sanat yoluyla anlatmışlardır.
frida kahlo, işte böyle bir dönemde dünyaya geldi. 6 temmuz 1907 tarihinde, devrimin kucağına doğmuştu. babası alman, annesi meksikalıydı. çift, almancada "barış (friede)" anlamına gelen "frida" adını verdi kızlarına.
"ben bir devrimle birlikte doğdum. duyduk duymadık demeyin. gün ışığını görünceye dek isyanın coşkusuyla dolup, böyle bir ateşin ortasında doğdum ben. gün kavurucuydu ve o gün, tüm yaşamım boyunca beni sarıp sarmaladı. çocukken bir kıvılcım gibi çıtırdardım. büyüyünce tepeden tırnağa alev kesildim. ben bir devrimin kızıyım, buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar tanrının. 1910'da doğdum. mevsim yazdı. kısa zaman sonra el gran insurrecto (büyük isyancı) emiliano zapata, güney'i ayaklandıracaktı. evet, ben bu şansa sahip oldum işte: benim tarihim 1910'dur."
doğumu hakkında böyle bir not düşüyordu frida kahlo. devrimin, aşkın ve acının hâkim olduğu hikâyesi, cesur, kararlı ve güçlü karakteri ile modern sanat tarihinde apayrı bir yere sahip olacaktı.
çocukluğundaysa içe kapanıktı. annesi onu tipik bir meksikalı ev hanımı gibi yetiştirmek istiyor, gelenekleri ve görenekleri öğretiyordu. ancak frida annesi gibi olmak istemiyordu. hayranlık duyduğu, germen kültüründen gelen babasıydı. ileride, annesiyle ilgili küçümseyici açıklamaları da olacak, onun sadece sayı sayabilen, eğitimsiz bir kadın olduğu vurgusunu yapacaktı.
hem hayatı hem de sanatında büyük yer tutacak hastanelerle altı yaşında tanıştı. çocuk felci geçirdiği için dokuz ay boyunca bir odada mahsur kaldı. iyileşmeye başladığında, gücünü yeniden kazanabilmek için spora yöneldi. boks yaptı, futbol oynadı ve hatta yüzme şampiyonu oldu. tüm bunlara rağmen sağ bacağı, sol bacağına göre zayıftı. çocukluğunda bacağını göstererek onunla acımasızca alay edip okulda frida, pata de palo! (frida, tahta bacak!) diye seslenenler, gençliği boyunca sakatlığını saklama çabasının sebebidir.
travmatik deneyimlerle çok küçük yaşta yüzleşen frida'nın gençliği boyunca içini kavuran esas ateş devrim aşkı olmuştur. 1922 yılında eğitim görmeye hak kazandığı ulusal hazırlık okulu, ona pek çok önemli isimle tanışma fırsatı sunmuş, üyesi olduğu sosyalist grupta ise ilk aşkı alejandro gomez arias'la karşılaşmıştır. bu tutku dolu aşk, hayat ve aşkla dolu bir kadın yaratmıştı frida'dan. ancak 17 eylül 1925 tarihinde gerçekleşen elim bir olay, ikisinin de hayatını sonsuza dek değiştirecekti.
o eylül akşamı, frida ve alejandro'nun okuldan eve dönmek üzere bindikleri otobüs bir tramvayla çarpıştı. onlarca kişinin hayatını kaybettiği kazadan frida sağ çıkmıştı ancak ağır yaralıydı. trenin demir levhalarından biri leğen kemiği hizasından girip vücudunu parçalamıştı. kaburgalarının çoğu ve köprücük kemiği kırılmış, sağ bacağıyla omzu çıkmış, vücudunun çoğu yerinde ciddi doku ezilmeleri oluşmuş ve karnının sol tarafından giren bir demir çubuk, rahminden geçip cinsel organından çıkmıştı.
bir ay süren tedavi sürecinde tam otuz iki ameliyat geçirmişti. nihayetinde 17 ekim 1922 tarihinde kızıl haç hastanesi'nden taburcu oldu. ancak hastaneden ayrılırken ayakları yere basan, sağlıklı bir kadın değildi henüz; tedavisine evde devam edilecekti. çocukluk kâbusunun geri döndüğü, onu tekrar yatağa mahkûm eden o günlerde, her fırça darbesiyle sanat tarihine damga vuracağından habersizce resim yapmaya başladı.
5 aralık 1925 tarihinde acı çekmeye alışmanın başına gelen en kötü şey olduğunu söyleyecekti. tüm zamanı ailesinin onun için yaptırdığı tahta bir karyolada geçiyordu. annesi yatağın tavanına bir ayna astı. ressam önceleri bu fikirden nefret etti, ancak kendi bedenine bakmaya alışması gerekiyordu. "önemsiz bir heves" olarak adlandırdığı resmiyle sanata bir otoportreyle adım atışının sebebidir bu.
yukarıdaki eser, frida'nın on dokuz yaşında yaptığı otoportresidir. kaza hiç yaşanmamış gibi. üzerinde koyu kırmızı, kadife bir elbise var. derin bir göğüs dekoltesi ve duygu yüklü bakışlar... sevgilisi alejandro gomez için yaptığı bu eserde son derece kadınsı bir duruş sergiliyor. kadife elbisenin altından belli olan göğüs uçları, resme erotizm katıyor. elini uzattığı kişiyse alejandro. tek umudu, onun elini tutması, onu sevmeye devam etmesi ve bir başına bırakmaması. fakat ifadesine bakarak bundan pek umudu olmadığını anlayabiliyoruz.
güzel, çekici bir elbiseyle o an içinde bulunduğu durumdan uzak bir görüntü çizse de arka planda olanca dürüstlüğüyle resmettiği yatak başından hâlâ iyileşmediğini anlıyoruz. atmosfer son derece karanlık ve dalgalı. frida'nın içindeki fırtınalı endişe denizi, ilk kez burada gün yüzüne çıkıyor.
o sadece sevilmek istiyordu. kazadan sonra sevgilisinin onu terk etmeyeceğine, olan biten her şeye rağmen kendisini hâlâ çekici bulacağına inanmak istiyordu. bu resim hem umut hem de endişe dolu anlatımıyla izleyicide de karmaşık duygular yaratan saf bir gerçeklik sunuyor.
hikâyenin sonunu merak edecek olursanız söyleyeyim: ne frida'nın ne de bizim umduğumuz gibi bitmedi ve alejandro kendisine uzatılan eli geri çevirdi. bu ayrılık, frida'nın akla hayale sığmayacak boyuttaki fiziksel travmasına duygusal hasarı da ekledi. elbette çok zorlandı ancak güçlü durmaya devam etti.
diego ile tanışma
1928 yılında kübalı bir komünist ve devrimci olan julio antonio mella'yla arkadaşlık kuran frida, bambaşka bir çevreye girmişti. mella sayesinde komünist parti'ye katılmış, burada tüm meksika'da tanınan çok büyük bir sanatçı ile karşılaşmıştı: diego rivera.
meksika duvar resmi sanatını modern sanat seviyesine çıkaran bu adam görünüş olarak çok da etkileyici değildi. ancak oldukça çapkındı. bütün kadınlar diego'nun peşindeydi. meksika'nın en büyük yıldızlarından biriydi. sanatında genel olarak meksikalıların ispanyol sömürgesi altındaki çilesini anlatıyor, maden işçileri ve köylüler, ölüm ve doğum gibi konulara da değiniyordu.
kendisini sıkça ziyaret eden diego'ya yaptığı resimleri göstermeye başlamıştı frida. kısa süre sonra bu ilişki, sanat üzerine bir fikir alışverişinden çıkıp aşka evrildi. diego, frida'nın güçlü karakteri ve zekâsından çok etkilenmişti. kısa süre içinde hayatlarını birleştirmeye karar veren çift, 21 ağustos 1929 tarihinde evlendi.
ancak bu evlilik herkesi mutlu etmedi. frida'nın ailesi bu birliktelikten dolayı çok üzgündü. annesi, bunun beyaz bir güvercin ile bir filin evliliğine benzediğini söylüyordu. ancak frida'nın da söylediği gibi, "her şeye rağmen" evlendiler.
düğüne babası dışında kimse gelmedi. yine de mutluydu frida. çekimine kapıldığı bu adamın hayatındaki yerini şu sözlerle açıklamıştı:
"başlangıç diego, çocuğum diego, yapıcı diego, ressam
diego, babam diego, oğlum diego, sevgilim diego, kocam
diego, dostum diego, anam diego, ben diego, evren diego."
günü geldiğinde bu coşkulu sözler, yerini azılı hakaretlere bırakacaktı tabii...
evlilikleri süresince ünü iyice artan diego'ya amerika yolu gözüktüğünde frida da onunla birlikte giderek meksika'dan ayrıldı. ancak ayağını basar basmaz, beklediğinden çok daha kötü bulduğu bu garip ülkeden nefret etti. zamanını kendi hâlinde, sadece resim yaparak geçirmeye başladı.
frida'nın resimlerini, albümlere konan fotoğraflara benzetirim çoğunlukla... tabii ailelerin mutlu anlarını kayıt altına almak isteyişinden doğan karelerden çok, psikolojik çıkarımlarla dolu, sıradışı resimlerdir bunlar. bir yandan da oldukça basit ve meksika kabile sanatı kadar ilkel. demek istediğim, resmin çok yalın bir dili var. diego'yla frida'nın ayaklarına bakın. gücün kimde olduğunu vurguluyor frida. erkeksi özellikleriyle ön plana çıkardığı diego'nun elindeki palet ve fırça ise onun ressam olduğunu anlatıyor. kendisiyse daha kırılgan, daha hassas. ayakları minicik.
başını diego'ya doğru hafifçe eğmiş. diego ise kendinden emin, dimdik dururken frida'nın elini zarifçe tutuyor. köklerini çok sevdiği meksika'da bırakan frida, geleneksel giyim tarzını amerika'da da koruduğundan kendini bu kıyafetlerle resmetmiş. bu görünümünü diego da çok seviyor ve eşinin bu geleneksel tarza sıkıca tutunmasına sebep oluyordu.
tablodaki iki figürün üzerinde bir güvercinin taşıdığı kuşağı görüyoruz. üzerinde şunlar yazıyor: "burada bize bakıyorsunuz. ben, frida kahlo ve benim sevgili eşim diego rivera. bu portreleri arkadaşımız albert bender için 1931 senesinin nisan ayında, california'nın güzel şehri san francisco'da yaptım."
az önce frida'nın resimlerini fotoğraf albümlerindeki karelere benzettiğimi söylemiştim size... o resimlerin de arkasına düşülmüş küçük notlar olurdu hep, hatırlar mısınız? frida da çoğu resminde bunu yapıyor işte. psikolojik enstantaneleri biriktirdiği devasa albümüne küçük notlar alıyor. işte, onu modern sanatın benzersiz yorumcularından biri yapan özelliği de tam olarak bu.
1932 yılında frida ve diego, detroit'e geldiler. frida buradan nefret etti. nisan ayında geldiği bu şehrin sıkıcı, gri ve kasvetli havası onu boğuyordu. ancak tam o sırada mutlu bir haber aldı çift: frida hamileydi. bir çocukları olacağını bilmek ikisinin de ayaklarını yerden kesmişti, ancak diego korkuyordu çünkü frida'nın bebeği doğurmaya yetecek gücü olduğundan emin değildi. en büyük hayalini gerçekleştirmek üzere, neşeyle gün saymaya başlayan frida ise bedeli ne olursa olsun, bebeği doğurmaya kararlıydı. ancak hamilelik ilerledikçe durumu kötüye gitmeye başladı ve 4 temmuz 1932'de rahmindeki berbar ağrılarla gittiği hastanede bebeğini kaybetti. bu acı kaybı takip eden süreç frida için oldukça zorluydu. hastane odası, yaşadığı bunalımın etkisini katbekat artıran bir zindana dönüştüğünde, o meşhur "albüme" yeni bir kare eklemenin zamanı gelmişti.
frida'nın kaybettiği bebeği, onun kanlı ve ürpertici resimlerinin ilkini doğurmuştu. resme baktığınızda, daha önceki eserlerine kıyasla çok daha baskın bir karakter kazandığını hemen hissedersiniz. arka planda bir sanayi şehri olan detroit'i görüyoruz. hastane odasını resmetmek yerine sadece yatağı çizmeyi tercih etmiş; belki de bu şehir ona bir hastane odası kadar soğuk ve sıkıcı geldiğindendir...
yatağının üzerinde detroit henry ford hastanesi yazıyor. üzerine çırılçıplak uzandığı çarşaf kan içinde. kordona benzer uzantılar sağa sola uçuşup birer sembolle bütünleşiyor, ardından frida'nın elinde bir araya geliyorlar. hasarlı rahim bölgesi ve kaybettiği bebeği, ilk bakışta anlamlandırabileceğimiz semboller. sol altta görünen metal parçası ise sanayi şehri olan detroit'e bir gönderme. hemen onun sağında bir orkide görüyoruz. hastanede kendine geldiği an, başucunda diego'nun getirdiği orkideleri gören frida onları da kompozisyona dahil etmiş. onun sağında ise yine kazada parçalanan ve bebek yapmasındaki büyük engellerden biri olan leğen kemiğini görüyoruz. tablonun üst köşesinde, en sağda duran salyangoz, tahmin edebileceğimizin çok ötesinde bir korkunçluğun anısına resmedilmiş: frida düşük yaptığında bebeği parça parça ve çok yavaş bir şekilde doğmuş. buradaki salyangoz, ölü bebeğin telaşsız ve paramparça doğumunu betimler.
bir kez daha yatağa hapsolan frida, aklındaki düşünceler, hem ruhu hem de bedenindeki ağır hasarla, devasa bir hastane odasında yapayalnız, ağlıyor...
yaşadığı travmayı atlatmak için uzunca bir süre uğraş vermek zorunda kalacak olan ressam, çok geçmeden bir diğeriyle yüzleşecektir.
diego rivera, frida'yı aldatır. hem de christina kahlo ile. christina, frida'nın kız kardeşidir. bu olay frida'yı yeni bir bunalıma sürüklemişti. saçlarını kısacık kestirip ihanetin ve ayrılığın acısını resmine yansıtmaya başladı. burada frida'yı kısa ve kıvırcık saçlarıyla ciddi bir değişim içinde görüyoruz. bu, onun uzun saçlarını çok seven diego'ya bir yanıttı aslında.
2003 yılında satılan bu esere bir buçuk milyon dolara yakın rekor bir bedel biçildi. paletteki boyayı büyük acısıyla karmış ressamın yaşadığı her şeye rağmen dik durabildiğini anlatan resim, bugüne dek bir kadın ressam tarafından yapılmış en pahalı tablo olma unvanına sahiptir.
çift, diego'nun sadakatsizliğinden sonra ayrılmış ancak boşanmamıştı. bir süre böyle devam ettikten sonra, birkaç yıl içinde frida'yı daha da karamsar ve yalnız kılacak o kararı alırlar...
1939'da boşanma resmen gerçekleşir. "evren diego", frida'nın hayatının bir parçası değildir artık. bu travmatik deneyim, frida'nın tüm enerjisini resme vermesine sebep olur; 1939-1940 yıllarında çok sayıda esere imza atar sanatçı. bunlardan biri de iki kahlo'dur.
tabloda yan yana duran iki kadından (bakış açımıza göre) sağdaki meksikalı, soldakiyse amerikalı frida’dır. meksikalı olanın elinde küçük bir resim var. resme iyice yaklaşıp baktığınızda bunun, diego'nun çocukluğunu temsil eden bir çizim olduğunu görürüz. bu minik çerçeveyi dolaşan bir damar önce meksikalı frida'yı sarar, ardından da amerikalı olana geçer. onun sağ elinde tuttuğu makas, frida'ya hayat veren diego damarını kesmiştir.
meksikalının kalbi bir bütün ve sağlıklı haldeyken, amerikalı frida'nın kalbi yarımdır. bu tasvirden anlamamız gereken şu: frida, aldatılmasına rağmen kendini suçluyor. amerika'nın onu değiştirdiğini ve bu sebeple diego'nun ilgisini yitirdiğini düşünüyor..
henüz on dokuz yaşındayken kendini kadife bir elbiseyle resmettiği eserin arka planında gördüğümüz kargaşa ve iç bunaltıcı, kapalı atmosfer burada yine karşımıza çıkıyor. görkemli bir sadelikle altını çizdiği duyguysa yalnızlıktan başka bir şey değil: frida'nın hâlinden sadece frida anlıyor. frida'nın elinden sadece frida tutuyor...
bu yıllardan sonra gitgide yalnızlaşan ressam, iç dünyasını yansıtan sayısız eser vermiştir. 1940 yılında tamamladığı kırpık saçlı otoportre de bunların bir örneği:
kompozisyonda, saçlarını kesen frida'nın bir erkek gibi giyinmesi oldukça dikkat çekicidir. eski eşine duyduğu özlem frida'yı diego'ya dönüştürmektedir. resmin üst kısmında bir aşk şarkısına atıfta bulunan notalar ve şarkının sözleri vardır:
"bak, eğer seni sevdiysem bu saçların içindi. artık kelsin ve
ben de seni sevmiyorum şimdi."
frida'nın yalnızlığı giderek derinleşiyor, sanatının belirleyici unsuru háline geliyordu. yanında olup ona neşe veren hayvanların otoportrelere dahil edilişi de bu döneme denk gelmektedir. 1941 yılında yaptığı ben ve papağanlarım adlı eser buna örnek verilebilir.
1943 yılında yaptığı bir tehuana olarak otoportre adlı eserinde, tıpkı diego'nun sevdiği gibi, geleneksel meksika kıyafetleri içinde, bir tehuana olarak çıkar karşımıza. alnının ortasına diego'nun suretini yerleştirirken mutsuzluğunun müsebbibini herkesin bilmesini ister gibidir.
1946 yılında resmedilen yaralı geyik, frida'nın hayat boyu çektiği acıların tuvale yansımasıdır. ressam bu tabloda oklarla yaralanmış bir geyiktir. kaçtığı yer her neresiyse orada da pek umut yok gibi. ağaçlara ve toprağa bakın. her şey oldukça kuru ve ölü. tek bir umut filizi yeşermiyor artık frida'nın bilinçaltında... bu yaralardan kurtulamayacak ve ölümü de onların elinden olacak.
peki, resmin arka planında gördüğümüz mavi deniz, kaçacak yer olmadığı düşüncesini mi güçlendiriyor, yoksa umudu mu temsil ediyor? ben bu konuda kararsızım. çoğu yorumda denizin umudu temsil ettiği söylenirken, aslında sonsuz boşluğun, kaçacak yer kalmayışının bir temsili de olabilir. zaten bu yaralı geyik de denizle pek ilgilenmiyor. o tarafa bakmıyor bile. gözlerini doğrudan bize dikmiş. onun için suya girip yüzerek avcılardan kaçmak oldukça uzak bir ihtimal gibi görünüyor.
1944 yılında omurgasındaki ağrılar kötüleştiğinde, acılarını azaltması umuduyla çelik bir korse takmak zorunda kalmıştır. aynı yıl resmettiği kırık sütun, frida'yı ağlarken gördüğümüz nadir eserlerdendir. artık dayanacak gücü kalmamıştır. bir çölün ortasında yapayalnızdır. omurgasını düzeltmeye, onu dik tutmaya yarayan çelik korsenin bedenine verdiği fiziksel acıyı, vücudunun her yerine saplanan çivilerle betimlemiştir.
boynundan karnına uzanan yarıktan görünen, antik dönemlerden kalma bir sütun. dik durmasını sağlayan sanatın sembolü... ne var ki taşıyabileceğinden fazlasını yüklenen bu sütun da kırılıp dökülmeye yüz tutmuştur artık. hiçbir resimde bu kadar çaresiz ve yalnız görmediğimiz frida, ilerleyen yıllarda ölümü arzular hâle gelecektir.
geldik son resme... diego ve ben. gözyaşları içindeki bu güzel yüz, zihninde yalnızca diego olduğunu haykırırcasına karşımızda duruyor. diego'nun alnındaki üçüncü göz ise onun başkalarına olan ilgisini sembolize ediyor. her ne olursa olsun, frida'nın diego'ya aşktan da öte, hastalık düzeyinde bir tutkuyla bağlı olduğunu görmek son derece üzücü. diego'nun çok sevdiği uzun saçlarını, kendini boğmak istermiş gibi boynuna dolaması ise ölüm düşüncesinin daima aklında olduğunu gösteriyor.
1950 yılında hastaneye yatırılan frida, bir daha asla eski gücüne kavuşamayacağı o kötücül evredeydi artık. diego rivera hastanede bir an olsun yalnız bırakmadı onu. ancak varlığı eski bir dosttan öte bir anlam taşımıyordu; artık kanıksamak gerekiyordu: diego, frida'nın hayalini kurduğu o büyük aşkı ona verebilecek kişi değildi.
1953 yılında durumu daha da kötüye gitti ve çocuk felci nedeniyle sakat kalan sağ bacağının kesilmesine karar verildi. ilk başta buna şiddetle karşı çıksa da kangrenin ciddiyetini anladığında durumu kabullendi. öyle ki yakınlarına sürekli şunu söylemeye başlamıştı: "uçmak için kanatlarım varken ayaklara ne hacet?"
1954 yılına gelindiğinde, günlüğüne yazdığı her satırda ölüm vardı. 27 nisan'da bir kriz geçirdiğini de notlarından öğreniyoruz; "tam acılarımı boğabildiğime inanmışken yüzmeyi öğrendiler," diyen frida, çektiklerine yenik düşüyordu. kaybettiğini anlayan her çaresiz gibi o da umutlarını bundan sonrasına yöneltti: "umarım çıkış neşe ile doludur ve umarım bir daha asla dönmem." bu cümle, aldığı son notlardan biridir.
13 temmuz günü hayata veda etti frida kahlo. sanatını hayatından yola çıkarak oluşturmuştu. kısa süreliğine bir-iki deneme yapsa da asla bir sürrealist olmadı ve andré breton'un baskılarına rağmen sadece kendi gerçeğini resmettiğini söyledi. evet, eserleri kendi gerçeğini, kendi hikâyesini, kendi devrimini, aşkını ve acısını yansıtıyordu. daha küçücük bir çocukken acıyla yoğrulmaya başlamış, diego'yu tanıdığında kötü olan her şeyin son bulduğuna inanmıştı. ancak rüyanın kâbusa kesmesi uzun sürmedi. "iki kaza geçirdim diego, tren ve sen, en kötüsü sendin," sözlerini duyup da içi kavrulmayan var mıdır? hele ki cümlenin devamını okuduğunuz zaman: "ama sevgilim, bir daha gelseydim dünyaya, yine seni severdim. canlı canlı çürüyeceğimi bilerek!" ne denir ki, aşk böyle bir şey işte...
(bkz: batı resminde aşk ve bazı küçük felaketler) - (bkz: celil sadık)