Zulümden İmparatorluğun Resmi Dini Olmaya: Hristiyanlığın Doğuşu
aslına bakılırsa hristiyanlık, ms 50'lerde doğu roma imparatorluğu'ndaki şehirlerin sinagoglarında ve halka açık oditoryumlarında vaaz veren gezgin bir mistik tarafından kurulmuştur. helenleşmiş bir yahudi olan bu kişi, o dönem yunanca dünyada yaygın olan kurtarıcı ilahlarla ve ahiret yaşamıyla ilgili fikirleri (isa mesih isimli yahudi bir köy kahinini merkezine alan), önce sözlü bilahare ise tedricen yazılı bir biçimde bir dizi hikaye olarak aktarmıştır. onu tanıdığımız ismiyle aziz paulus, isa'nın insan biçiminde bir tanrı olduğuna ilişkin şaşırtıcı keşfin sahibidir. paul'a göre isa, herhangi bir yahudinin metaforik olarak betimleyebileceği gibi yalnızca "tanrı'nın bir oğlu" değil; kelimenin gerçek manasıyla "tanrı'nın oğlu"dur.
isa'nın görevi, roma emperyalizmine ve yahudi işbirlikçilerine karşı yahudilerin ulusal mücadelesine liderlik etmek değildir. krallığı bu dünyada olmadığından onun misyonu, ölümden sonra yeniden dirilişi ve ebedi yaşamı garanti edecek bir kurtuluş yolunda insanlığa rehberlik ederek onların dinlerini değiştirmek ve ruhlarını kurtarmaktır. bütün bu saydıklarımıza ek olarak ms 70'te yahudi ulusal devrimci hareketinin yenilgisi ve yıkımı da, paulusçu katolik hristiyanlığın ilerleyebilmesi adına tabiri caizse yolu temizlemiştir. kökleri yahudilerin yanı sıra centillerin de ihtida ettiği doğu'nun şehirlerinde yatan hristiyanlık, roma'nın palaestina'da uyguladığı pogromun ardından da hayatta kalmayı başarabilmiştir. dahası paulus, isa'yı ulusal kimliğinden arındırıp ruhanileştirerek, fiilen hristiyanlığın yahudilikte yatan köklerini de koparmış ve onu palaestina'daki zulme karşı mücadeleyi konu edinen ulusal bir dinden, kişisel kurtuluşu amaçlayan evrensel bir külte dönüştürmüştür. böylece hristiyanlık, yahudilerin yenilgisinin ardından ortaya çıkan yıkıcı hayal kırıklığıyla başa çıkmayı sağlayan ideolojik bir donanıma sahip olmuştur.
erken hristiyanlığın temel bir akidesi de (pek çok pagan dininin aksine) herkesin tanrı önünde eşit olduğu, dünyada sahip olunan şeylerin bir öneminin olmadığı ve rütbe ile mülkiyet farklılıklarının öte dünyada herhangi bir ehemmiyet taşımadığı şeklindedir. binaenaleyh erken kilise bu tutumu sayesinde toplumun nezdinde eşitlikçi bir profil çizme imkanı yakalamış ve bilhassa köleler ile sıradan insanlara, sınıf baskılarıyla yozlaşmış bir dünyada teselli sunmuştur. bu nedenle de otoriteler tarafından mütemadiyen kuşkuyla karşılanmış ve periyodik olarak takibatların hedefi olmuştur.
mezkur itikadın roma imparatorluğu sınırları içerisinde geniş kapsamlı ve yukarıdan aşağıya örgütlenen takibatlara maruz kalmasına ise ender rastlanmaktadır. örneğin 298 ile 313 yılları arasında gerçekleşen büyük takibat, sivil toplumun bütün kesimlerine saldıran reformlar dayatmaya kalkışan devletin içinde bulunduğu güvensizliğin bir göstergesidir. nitekim söz konusu uygulama, içeride bir düşman ve caydırıcı bir cadı avı atmosferi yaratmıştır. sürecin nihayetinde ortaya çıkan sonuçlar ise çeşitlidir: öfkeli tanrıları yatıştırmak bir kargaşa döneminde halktaki gerilimi hafifletmek; günah keçileri bulmak, sapkınları cezalandırmak, tekdüzeliği ve sadakati ödüllendirmek; ve en çok da fiilen sadık olmayanları açığa çıkartıp potansiyel sadakatsizleri yıldırmak.
aslında erken dönem kilisesi, 3. yüzyıl itibariyle iyi örgütlenmiş ve imparatorluk çapına yayılmış bir kurumdur. piskoposları eyalet başkentlerinde düzenli şekilde buluşmakta ve metropolitler büyük şehirlerde on binlerce hristiyanın fiili liderleri olarak ortaya çıkmaktadırlar. her ne kadar kilise, yukarıda bahsini geçirdiğimiz nitelikleri hasebiyle bir bakıma "devlet içinde devlet" hüviyetine sahipmiş gibi gözükse de, bunun roma siyasi yapısının birliğini, sadakatini ve siyasi iradesini zayıflatması şart değildir. keza kilise, biraz da ironik bir şekilde büyük takibat'ın akabinde roma'nın potansiyel bir müttefiği haline gelecektir. kilise gücünü ortaya koymuş ve doğrudan devlet saldırısıyla yıkılmayacağını göstermiştir. yerel otoritelerin itidalinin, hristiyanın cemaatlerinin direnişinin ve şehirlerde hristiyanlık karşıtı pogromlara rastlanmamasının açığa çıkardığı durum; merkezi hükümetin zayıf, kilisenin ise güçlü olduğudur. nihayetinde takibatı düzenleyenler, karşılarında bizatihi askeri / bürokratik kompleksin bazı kesimlerinin de yer aldığı güçlü bir kamuoyu bulmuşlardır.
pazarlık gücü artan kilise artık devlet ile bir anlaşma yapmaya hazır durumdadır. açık bir biçimde roma imparatorluğu'ndaki en büyük ideolojik aygıt konumundadır ve devletin onun işbirliği olmaksızın etkin bir şekilde işlemesini beklemek gerçekçi değildir. öte yandan eğer devlet kilise'nin hamisi olursa; vaiz ve taraftarlardan oluşan büyük bir ağ, dünyevi otoritenin destekçileri haline gelecektir. genele bakıldığında azınlık konumunda olsalar da hristiyanlar, stratejik olarak her zaman antik dünyanın iktidar merkezleri olagelmiş şehirlerde kümelenmişlerdir. teolojilerinin evrensel çağrıyla tektanrıcı tahammülsüzlüğü belirgin bir biçimde bir araya getirmesi, hristiyan imparatorların pagan gasıpları tanrının düşmanları olarak şeytanlaştırmalarına izin vermekte ve geç roma devletlerinin merkezileştirme politikasıyla bağdaşmaktadır. dahası, hristiyanlığın ilahi hiyerarşi tasavvuru, dünyadaki emperyal düzeni yansıtmakta ve böylece onu meşrulaştırmaktadır. nitekim 312 yılında gerçekleşen milvian köprüsü savaşı'nı takip eden birkaç on yıl içinde kilise, 1000 yıldan fazla bir zaman zarfı boyunca varlığını sürdüreceği mefhuma, yani avrupa'nın ortaçağ devletlerinin temel ideolojik aygıtına dönüşecektir.
konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere j.m. roberts'tan dünya tarihi, neil faulkner'dan roma: kartalların imparatorluğu ve paul stephenson'dan yeni roma & doğu'daki roma imparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.