FELSEFE 4 Mart 2016
50,1b OKUNMA     1197 PAYLAŞIM

Zor ve Felsefi Kitaplardan Arındırılmış Batı Felsefesini Etkilemiş Filozoflar Kronolojisi

olabildiğince sade biçimde, tüm anlaşılması zor felsefi ve kitabi terimlerden arındırıp batı felsefesini etkilemiş filozofları kronolojik sıralamayla yazmaya çalıştım.

1- antik çağ filozofları

platon
platona göre; büyük olan büyüktür ama yalnızca onu karşılaştırdığımız küçük bir şeye görece büyüktür. demek ki her cisim, hem büyüktür hem de küçük. ikilik de aynı şekilde bir bütünün ikiye bölünmesinden oluştuğu gibi iki birimin toplamından da oluşabilir.

platon' a göre insanlar zincire vurulmuş tutsaklara benzetilir.tutsak zincirlerinden kurtulmayı başardığı anda ışığın geldiği yöne doğru dönebilir. ama gözleri ışıktan öylesine kamaşır ki hiçbirşeyi göremez. çünkü hep karanlıkta yaşamıştır. zindana geri dönmeyi bile geçirir aklından.

insanlar ancak gerçek nesnelerin arkalarındaki ışığın duvara yansıttığı gölgelerini görebilirler.felsefe de zaten bizi yanıltan yalancı gölgeden uzaklaşıp doğru olana, gerçeğe ulaşmamızı sağlayacaktır.

biraz irdeleyelim. mesela insan neden yalancı gölgelerden kurtulup ışığa ulaştığında tekrar geri dönmek ister? çünkü toplum (platonun deyimiyle kent) ışığa ulaşan insanı tehlikeli biri gibi, bir kafir dolayısıyla idama layık biri gibi görmeye başlar. yani b,r zorunlulukla eski zindan arkadaşlarının arasına katılması gerekliliği doğar.

platonun üç sedir kuramı:

 birinci sediri tanrı tasarlar (tek bir tanedir.çünkü çok sayıda tasarlamış olsaydı ilkinin eksikliklerini kabul etmiş olduğunu gösterirdi.) ikinci sediri tasarıdan (ideadan da diyebiliriz)öykünerek marangoz gerçekleştirmeye çalışır. son olarak üçüncü aşamada sanatçı yani ressam marangozun yapmış olduğu şeyi tuvale yansıtır. platona göre tanrı marangoz ve ressam üç tür sedir yönetirler.

ressam bizi resmiyle yanıltır. çünkü resim bir aldatmacadır ve gerçeğin bir ikamesidir. biz sedir gördüğümüzü sanırız ne var ki karşımızda bir belirsizlik durmaktadır. ressam özgünlüğünden dolayı bize her defasında başka bir sedir sunar. seçtiği açıya göre onu bize yanlamasına ya da karşıdan veya türlü biçimlerde gösterir.

platon'a göre insan, asıl olanı benzerinden ayırt etmeyi başaramaz ve ressamın tablosunu da bu nedenle sorgular çünkü gerçeği son derece iyi taklit eden gölge gibi kopyalanan herşey sorgulanır.

yine platon'a göre her devlet aynı nesnelere başka başka adlar vermiştir ve bu adlar yunanlıların kendi aralarında ve yunanlılarla barbarlar arasındaki farkı gösterir. devamını platon'un tam karşıtı olan aristo başlığında inceleyelim

aristoteles:
aristo önceleri benimsediği platoncu fesefeyi tamamen reddetmesiyle sahneye çıkar ve o'na göre güçlüklere ve çıkmazlara yol açan ikilikten vazgeçilmesi gerekir. hiçbirşeyi çözmeyen platonun tanımlamalarına başvurmak anlamsızdır. platon sadece güçlük çıkarır. açıklamaktan ve aydınlatmaktan uzaktır.

aristo önce bir ayrım yapma yolunu tercih ediyor. mesela platonun tam tersine aristoya göre ruh içinde ortaya çıktığı şeyin dışında var olmaz. dolayısıyla bilinmeyi hak eden yalnızca somut bireydir. platon'un tanımlarının tersine aristo'ya göre mesela; sokrates var olsada olmasada sokrates'e benzeyen bir insan doğabilir. aristoya göre her varlık ayrıdır. aynı boy,aynı renk ve aynı kütledeki iki taş aynı anda yere düşse dahi iki taş aynı değil farklıdır.

pekii renk ve ses? çünkü içlerinde belli bir nesne veya cisim barındırmıyorlar. o dönemde genel inanış şu yöndeydi boşluk cismin maddesidir. aristo bunuda reddeder. çünkü o'na göre madde nesnelerden ayrılamaz. eğer boşluk varsa cisimden bağımsız bir yerde olması zorunludur.

aristoteles'in evren teorisi:

 ilk çağ filozofları için evren ve gök cisimleri yaşamı yöneten zorunluluğun barındığı yüksek bir bölgeydi. platon'a göre evren başsız ve sonsuzdur. aristo'nun teorisine göre ise en tepede öncesiz ve sonrasız saflık vardır. altında onu taklit eden gökcisimleri, daha aşağıda canlılar ve yaşadıkları yerler en aşağıda ise katı cisim bulunmaktadır.

(tanrıbilimse, bu gök cisimlerinin tepesindeki yapıyı anlama çabasıydı.ve ilk çağın en kıdemli bilimiydi.)

platona göre hiçbirşey türlere ayrılamazdı. misal, kanatlı ile kanatsız hayvan ayrımı veya evcil ve yabani hayvan ayrımı yapılamaz. çünkü bu yolla her kategoriye aynı cinsten sayısız tür eklenir. aristo ise bu kısırlığı kabul etmiyor ve bir dağılım yapıyor. omurgalı hayvanları vesaireyi yürüme, uçma, sürünme, yuvarlanma, kabuklu, pullu, tüylü olma gibi canlıları ayırt etme yoluna gidiyor. bu ayrımdan insan, çıplak derisi ve dik duruşu gibi özellikleriyle ayrışıyor. aristo bu ayrımında hayvana kuş adını takmak için belirli bir benzerlik, balık adını vermek için başka bir belirli benzerliğini temel alıyor.

aristo'nun bu kesin ayrımında şu soru ortaya çıkıyor.insan dik duruşu, başının gelişmişliği, iki ele sahip olması ile ayırt edicidir. peki özneyi belirleyen biçim midir?
aristo buna şöyle açıklık getiriyor.dil eğer kupkuru olursa hiçbirşeyin lezzetini algılayamaz. dolayısıyla geliştirdiği yöntem; duyulanı, duyanı birbirinden ayırma ve tanımlama yöntemi.

bu ayrım neticesinde aristoya göre insan en üstündür. hayvanlara insandan üstün olarak pençe vs. gibi insanda olmayan bazı silahlar verilmiştir ancak insanlar pençesi olmasa dahi kılıç, mahmuz gibi silahları alabilir, kullanabilir ve tutabilir.

aristonun ahlak felsefesine göre insan mutlu olmak için aynı anda zenginliğe, sağlığa, yetki ve üstünlüklere sahip olmamız gerekmektedir. iyi olan ise bunlara bağlı değildir ve onu akılsalyaşamın tarafında aramalıyız.

peki erdem nedir? aristo nicelik olarak 10 ve daha alçak nicelik 2' yi ele alıyor. erdem, mükemmel denge olan 6 sayısında da olabilir(eksikliğine rağmen) 10 veya 2 de de olabilir.(bu konuyu daha detaylı aristo başlığında işleyeceğim.) şöyle bir örnek verelim: şehir insanların mutluluğu ve esenliğini amaçlar.ancak yurttaşların sayısı fazla artarsa yönetilemez olur.fazla azalırsa da yine aynı şekilde.

peki, buradan şuraya geldik. bir şehir nasıl yönetilmeli? aristo üç seçenek ortaya koyuyor. monarşi(1 lişi), aristokrasi(birçok kişi), demokrasi(herkes) ancak bunlardan herbiri kolayca yoldan sapabilir. birincisi tiranlığa dönüşür, ikincisi oligarşiye(zenginlerin zorbalığı) üçüncüsü ise bir tür halkavcılığına.
aristo 3'ü arasında şu orta kararlılığa başvurur. ortak çıkarlara bağlı olan orta sınıfdan kurulu düzen. yani yine aristo, platon'dan çok uzaklardadır.

stoacılar

mantıklarına kısaca değineyim. zenon'un bir revak'ın (yunanca stoa'nın) altında verdiği derslerden etkilenenlerin sürdürdüğü bir gelenektir. bu filozoflar inanılmaz mantıkçıdır. kendilerine göre;
doğru olandan yola çıkarak doğru olana varılır. "gündüz olmasından, aydınlık olması sonucu çıkar." 

Stoa Okulu'nun kurucusu, Yunan Filozof Kıbrıslı Zenon

yanlıştan da doğru çıkabilir "gece olduğu yanlışsa, karanlık olduğu yanlıştır."
yanlıştan da doğru çıkabilir. bir kimse "yeryüzü uçuyor" dese "yeryüzünün varolduğu" çıkar.
ancak doğrudan yanlış çıkmaz. yani yeryüzünün varolmasından onun uçtuğu gibi yanlış bir sonuç çıkmaz.

stoacılar tabii ki bu önermeleri çeşitli fizik olaylarına yorumlamaya gayret etmişlerdir. aristo veya platon'un eleştirilerini ufak ayrışmalar haricinde tamamen reddeden çıkmamıştır. tersine; iki ismin de eleştirilerini sürdürmüş ve yaymışlardır. ancak özgündürler. aristocular gibi sıralamalar yapmakla uğraşmamışlardır. akılcı ve mantıkçı olmuşlardır.

stoacılara göre; evren, platon'un aksine öncesiz ve sonrasız değildir. evren hep geri gelecek ve yeniden başlayacaktır. bu savlarının adı da sonsuz dönüştür. mutlu olmak ise aristo'ya göre zorunlu üstünlükler iken, zenon'a göre yalnızca erdemdir. platon'a göre ise hiç bir bedensel haz yoktur.

epikurosçular

Epkuros, kısa adı ise Epikür.



sırasıyla mantık, fizik ve ahlak ile uğraşmışlardır. insanları iki kaygıdan kurtarmayı amaç edinmişlerdir. tanrı ve ölüm kaygıları. onlara göre cehennem veya cezalardan korkmak amaçsızdır çünkü ruhumuz yok olacıktır.

epikuros'a göre herşeyi açıklayan atomlardır. atomlar, öncesizlik ve sonrasızlık arasında hareket halindedir. mutluluk tanımıysa epikuros'a göre dinlenmedir.


2-klasikler

rene descartes:

descartes'a kadar olan antik çağcılar doğayı anlamaya çalışırken descartes ile beraber filozoflar artık doğanın efendisi ve sahibi olmayı amaçlar. (kartezyencilik ve skolastik düşüncenin çöküşü) descartes doğanın buyruklarını tamamen kavramaya ve biçimlendirmeye uğraşır. yine bu dönemde felsefede yavaş yavaş bir bilim haline gelmeye başlar.

descartes düşünüyorum öyleyse varım iddiasını savunmuştur ancak bu iddia çok kolayca çürütülebilecek bir iddiadır. nefes alıyorum o halde varım veya konuşuyorum o halde varım gibi.. ancak descartes'e göre düşünmemiz biterse var oluşumuz biter. sürekli düşünürüz, anne karnında dahi.

descartes, dinsiz birinin bilgi sahibi olamayacağına inanır. descartes'a göre tanrı sonsuzdur ve sonsuzdan daha büyük olunamaz ve yaratılışa da kesinlikle soruşturma açılamaz çünkü muhakkak yanılırız.

kendisine göre doğanın birinci yasası: hiçbirşey onu değiştirmedikçe herşey olduğu gibi kalır. peki, bitkilerin büyümesini, elektiriği v.s.. nasıl açıklayacağız? bunu da şöyle izah eder: deney bize tersini gösterse de aklımıza inanmak zorunda kalacağız.doğayı duyularmızla çözemeyiz. doğanın temel kaynağı tanrıdır.

descartes'a göre hastayken sağlıklı olmayı ya da hapisteyken özgür olmayı istememeliyiz. yalnızca kuşlar gibi uçmak için kanatlarımız olmalı veya derimiz elmas gibi kıymetli ve nadide bir maddeyle kaplı olmalı.

son söz olarak descartes felsefesine göre, kendi kendimizi kandırmak için tüm gayreti biz gösteriyoruz .öncelikle hayatımızda kuşkulu olanı benimsemeli ve onu kurtarmalıyız.

baruch spinoza

bizi özgürleştirmek ister. kendinden önceki hiçbir görüşü kesin olarak reddetmekle uğraşmamış, birleştirmeyi amaçlamıştır
spinoza'ya göre tutku; her varlığın varlığını sürdürme çabasından ve mümkünse arttırma gayretinden ibarettir. (conatus'un temel ilkesi.)
spinoza'ya göre insan kendini mükemmelliğe götüren herşeyi istesin. kendine yararlı olanları istesin, arasın. varlığını korumaya çalışsın. spinoza, tutkulardan kurtulmak için sahte bir özgürlüğe başvurmayı reddediyor. insan mutlak tutkularıyla yöneteceği bir krallığın kralı değildir. spinoza'ya göre kısıtlanmamış bir beden öncesiz ve sonrasız olan akılla birlikte gider.


Baruch Spinoza

ayrıca kendinden önceki filozoflara zekice ve alaylı taşlamalar yapar. "...biliyorum ki pek ünlü descartes aklın duygulara egemen olabileceğini gösterdi ancak benim onun adına gösterebileceğim gibi, bize kendi büyük aklından başka birşey göstermiş olmadı..." (etik, üçüncü bölüm)


"...kuşkusuz yaşamın doğru yürütülebilmesi üzerine pekçok mükemmel şey yazan ve ölümlülere bilgece öğütler veren üstün kişiler hiç eksik olmadı ve onlara çok şey borçlu olduğumuzu itiraf ediyoruz ama duyguların doğasını ve itici kuvvetini bildiğim kadarıyla kimse belirlemedi..." (etik, üçüncü bölüm.)


descartes'a göre tanrının varlığı hiçbirşeye muhtaç değildir. spinoza ise tanrıyı kendisi için ve kendiliğinde var olan olarak tanımlıyor. spinoza'ya göre tanrı yer kaplar ve buna göre herşeyin sonucunda temel olan tanrıya ulaşıyorsak bu onun türetilemeyişindendir.

ayrıca pekçok dini metini taşlar. yahudilerin seçilmiş bir ulus olduğuna karşı çıkar, çünkü tanrı bir ulus seçip bunların üzerine bir ulus yerleştirmiş değildir.

spinozaya göre descartes hep tanrı ve dünya ile ayrımlar yapmaya uğraşmış felsefede ise genel itibariyle ruh ile beden arasında , düşünce ve yöntemler arasında ayrımlar yapmayla uğraşmıştı. spinoza'ya göre ise yöntem ve bilgi ayrı ayrı düşünülemez. insanların başlangıçta ilkel aletlerden yararlanarak bunların yardımıyla iş gördüklerini ancak zaman geçtikçe daha güçlü aletler de yaptıklarını hatırlatır. aklı bedenden ayrı düşünemeyiz. -yöntemi bilgiye ulaşma harici sorgulamak boş uğraş olur.-

gottfried wilhelm leibniz

descartes ve spinoza'yı eleştirir. leibniz'e göre felsefe ve zorunluluklar ayrı şeylerdir.
tanrı'nın akılcı davranmayacağı savını eler ve tanrı'nın rastgele davranmayacağını kabul eder. leibniz'e göre tanrı herşeye rağmen ahlaksal bir zorunluluktur. leibniz bir tümtanrıcıdır. (panteizm.)

tanrı daha iyisini yapabilir görüşüne karşıdır. tanrı, olabilir dünya'nın en iyisi ve en zenginini yapmıştır. olabilecek en iyi planı seçmiştir.

mesela belli bir yerleşiklik yoktur. cisim düşerken, aynı yüksekliğe geri çıkması için gereken ivmeyi kazanır. bu yolla yalnızca anlık yer belirlenebilir ve bir taştan bir tanrıya ulaşılabilir. tanrı ve doğayı birleştirirken spinozavari bir birleştirme yapmaz. bir zincirle iki uzaktaki cismi bağlayıp onların birbirinden farklı olamayacaklarını vurgulamaya yeltenir. tanrısal bir makine tarafından tanrısal bir sanatla hayvanlar, bitkiler birbirleri için çalışır. tüm canlılar birbirlerine bağlıdır.

buradan vardığı sonuç çok daha ilgi çekicidir. misal, bir hayvan cinsi için yalnızca büyüme ve küçülme olacaktır, asla doğal bir yok olma yaşanmayacaktır. büyüklük en küçük parçada barınır. adem'in dölü onu izleyen nesilleri içinde barındırır. benzer biçimde her nesne içinde evreni taşır. bitkinin bir dalı, bir hayvanın organı bir göl yada bahçedir vs. (bkz: monadoloji)

john locke

türetme ya da dönüştürme yöntemini ilk kullananlardandır. genel olarak düşünceyi soyutlaştırarak veya düşüncenin sonuçlarını irdelemekle uğraşmak yerine ruhumuza kazınmış ve işlenmiş olan varoluşun ilk anından itibaren dünya'ya egemen olan ortak ve ilkesel kavramların varlığını çürütmeye uğraşmıştır.

John Locke

locke'a göre kazınmış bu ilkelerden ve kurallardan pek çok insan habersizdir ve nasıl bilmiyor olabileceğimizi anlayamıyoruzdur. mesela locke, bir eşkiyanın da, bir hırsızın da uyduğu bazı kurallar olduğunu ancak bu kurallardan dolayı onlarda bir takım silinmez, ahlaksal kategoriler veya gereklilikler bulunduğu sonucunu çıkaramayacağımızı belirtir. bu yasadışı insanlar çıkarlarını daha güvenle gözetebilmek için bazı değerlere sahip olabilir, tanrı düşüncesini kendince şekillendirebilir. hatta tanrı düşüncesinin bilinmediği bir toplumda da yaşıyor olabilir.

bu çıkarımlar neticesinde locke bilgilerimizin iki temel kaynağı olduğunu savunur; nesnelerin bizde yarattığı izlenimler ve dış duyum neticesinde ruhun kendi kendisi üzerindeki düşünme işlemleri.

locke, descartes'ın "anne karnında dahi düşünüyoruz, sürekli düşünüyoruz" savını tamamen reddeder. uyuyan bir adamı uyandırıp "ne düşünüyordun" diye sorgulsak ne cevap alabileceğiz? locke descartes'ı çürütmek için zorunlu ilkelerden yoksun ormanda yaşayan kabilelerden, saf insanlara kadar değinmiştir.

anne karnındayken insan bitkisel bir hayattadır, algı ve düşünceden yoksundur ve tam bir kayıtsızlık içindedir. descartes ve locke arasındaki derin karşıtlığa voltaire de değinir "sayısız düşünür ruhun romanını yazmışken bir bilge gelip alçakgönüllülükle onun tarihini yazdı." (voltaire, sekizinci mektup)

etienne condillac

locke'dan daha ileri gider. ona göre ortaya çıkan her felsefe, kendisinden öncekinde tamamlanmamış, tartışılmamış ne kalmışsa onu daima daha ileri götürmelidir. condillac, locke'u ruhsal düşünceleri terk etmemekle suçlar. düşüncelerin başlıca kaynağı edinilen duyumlarsa, ruh bu duyumları kendi işlemleriyle düşüncelere dönüştürür.

condillac duygulara ve anılara hükmeden ve tetikleyenin dilin işaretleri yani sözler olduğunu söyler. yalnızca görebilen, doğuştan sağır ve dilsiz olan biri ansızın işitmeye ve konuşmaya başlasa tanrı, ruh ve ahlak nedir bilemez. ancak konuşmaya başladığı anda gelişme göstermeye başlar. condillac'a göre ruh ve görme yetisi; izlenimlerin kaydedildiği boş bir levhadır. (bkz: empirizm) dil ise düşüncenin, kavramları sorgulamanın başlangıcıdır.

genel olaraksa kendi felsefesiyle descartes, spinoza, leibniz'in kusurlarını ortaya çıkarmayı amaçlamıştır.

david hume

daha keskin bir çözümleme geliştirmekle uğraştı. hume'a göre, gerçekte dışımızdaki dünyadan edindiğimiz izlenimleri almakla değil, aynı zamanda bu izlenimleri birbirine bağlamakla uğraşırız. yani nedensellik kavramıyla önceyi şimdiye bağlarız. hume'a göre bütün düşüncelerimiz izlenimlerimizin kopyalarından başka bir şey değildir.

bedenimizi yönetişimiz de hume'a göre böyledir. yani hareketlilik. önce niyet ve tetikleyici ardından gerçekleştirici eylem gelir. peki bu durumda şunu sorgulamamız gerekir; isteme. parmaklarımızı veya dilimizi istediğimizde hareket ettirebiliriz. ancak kalbimizi ya da karaciğerimizi hareket ettiremeyiz. hume bu durumu bir gücü tanımak onun nasıl etki gösterdiğini bilmektir diye yorumluyor. (zorunlu bağlantı düşüncesi)

biz, olgular arasında ne kadar bağ kurarsak kuralım, yalnızca ard arda geleni yorumlayıp bir olasılık pekiştiriyoruz. zaten hume'a göre birine bir nesne sunulduğunda eğer bu nesne bu kişi için tümüyle yeniyse, dikkatle incelese dahi bunun etkilerini, nedenlerini keşfedemez. aciz kalır.

immanuel kant

felsefesi büyüklüğüyle şaşırtır. binaya bir taş eklemekten ziyade binayı bütünüyle ele elıp dönüştürür. yani bir düzlemi değiştirmiştir kant. okuduğumuz üzere; kendisinden önceki filozoflarca akılcılık, deneycilik, görecilik eleştirileri birbirine karşıttı. kant, bunları birleştirerek felsefenin temellerini değiştiriyor.

şimdi, kesin bir yargı a=a'dır. kuşkusuzdur ancak hiçbir yaratıcılığı yoktur. ben, a=b'dir dersem yeni birşey belirtmiş ve zenginlik katmış olurum ancak b, a değildir, olsaydı b değil a olurdu. bu ikisini, yani zorunlulukla, daha farklı olan yenilik ve mantık buluşabilir mi? yani descartes ve hume'u, geçmiş filozofları aynı mantığa oturtabilir miyiz?

İmmanuel Kant

kant çözümünü buluyor ve diyor ki bu çıkmazdan şöyle kurtulacağız. ben, dağınık bir topluluğu zorunluluk bağlarıyla birleştiriyorum. çıkarımlar yoluyla da tüm kavramları birleştiriyorum. yenilik zaten dışarıdan edineceğimiz şeyler yoluyla gerçekleşecek.

peki bunu yaparken kant'ın kriterleri nedir? öncelikle ona göre sezgisiz düşünce boştur, düşünceden yoksun kuru sezgiler ise kördür. evet, gerçek yalnızca deneyle bulunabilir. düşünceyse kendisine verileni almazlık edemez ancak özümsenmesi yine düşüncenin kendi girişimiyle olur.

gerçekleşme ise bulunulan ortam ile alakalıdır. uzay ve zamanı algılamaya tabidir. ancak akıl kendisine buyurululan şeyi, kendi kendisinde bulursa algılayabilir.
yani kant’a göre, bilginin meydana gelmesi için hem deney hem de akıl gerektirir. bu yolla kant tarafından felsefede akılcılık (bilgi yalnız düşünmeyle gerçekleşir) ve deneycilik karşıtlığına çözüm bulundu.

kant, bilme sürecinde aklın ve deneyin katkılarını ortaya koyabilmek için aklı “mahkemeye çıkarır.” amacı, aklın sınırlarını, neleri bileceğini ve bilemeyeceğini belirlemektir. ancak burada sorgulayan da sorgulanan da akıldır. yani akıl kendi kendini eleştirmektedir.

diğer yandan doğru bilginin biricik kaynağı olarak deneyimi gösteren, zihni boş bir levha gibi gören empirizmi de eleştirmiştir. kant’a göre duyumlarımız yoluyla dış dünyadan birtakım algılar elde ederiz. daha sonra bu algılar zihnimizdeki kategoriler sayesinde bilgi haline gelir. yani, doğru bilgiye ulaşmak mümkündür ama bunun için zihin ve deney ikisi birlikte gereklidir.

kant'ın sert ve kuru bir ahlak anlayışı vardır. muhakkak, koşulsuz olarak buyruklara uyulmalıdır. hatta o kadar kesindir ki kant şu şekilde anlatır: "katiller, takip ettikleri arkadaşınızın sizin evinize sığınıp sığınmadığını sorarsa yalan söylemeniz suçtur." (insanca olmaktan ötürü yalan söyleme hakkı üzerine syf. 95) kant'ın ahlak anlayışına göre hiç kimse için hiçbir durumda yalan söylenemez.

kant kendi sert ahlak görüşünü desteklemek için zorlama durumlara başvurur. bir hizmetçi, efendisinin evde olmadığını söylemek için emir almıştır; böylece onu tutuklamak için gelen görevlileri önleyerek efendisinin daha sonra bir suç işlemesine olanak verir. kant'a göre hizmetçi değilse bunun suçlusu kimdir?

sonuç olarak kant'a göre ahlak ödevlere ve buyruklara sonuna kadar itaattir. hizmetçi yalan söyleyip efendisinin kaçmasına fırsat vererek ödevine ihanet etmiştir.

kant'ın güzellik yargısı: hepimizce bilinen bir şeydir ki zevk sınırlıdır: öyle ki kırmızı şarabı birimiz severiz ancak bir başkası sevmez. mor renk birine tatlı gelirken bir başkasına sönük gelebilir.

kant iki cins güzellik ayırt ediyor: özgür denen güzellik (pulchritudo vaga) ve bağımlı güzellik (pulchritudo adhaerens). bağımlı güzellik: bir binanın güzelliği (kilise, saray) onun biçimine bir kullanım katar. bu sebepten bütünü düşünmede özgürlük engellenir.
buna karşılık "çiçekler doğanın özgür güzzellikleridir. bir çiçeğin ne olması gerektiğini botanikçi dışında çok az kişi bilir, dahası o bile bunu beğenisiyle değerlendirir. doğa için kullanılan dölleme organının olumsuzluğunu dikkate almaz. herkes gibi kendince çiçeklerin güzelliğini görür."

kant sanatçılara eleştiri yapmaz ya da onların yapıtlarına değinmez çünkü güzelliğin gerçek varlık nedeni kendimizde bulunur.

3- çağdaş felsefeciler

georg wilhelm friedrich hegel 

kurulan felsefeyi eleştirmeye ve iyileştirmeye çalışmıyor. bir büyük girişimle felsefenin hepsini üstleniyor ve bildiğimiz felsefe hegel ile son buluyor. bütün ayrılıkları kendince tekrar toparlıyor. doğayı, hukuku, sanatı, dini insanbilimi. hegel'den sonra felsefenin artık kendini sürdürmek için yeni bir yola ve yeni bir yöne kavuşması gerekiyor.


Georg Wilhelm Friedrich Hegel 

hegel diyor ki, unutun herşeyi. ben size açıklıyorum:
var olan düşünce tezdir. karşıt olan ise anti-tezdir. bu aradaki çatışma ise uzlaştırıcı bir kavrama götürür ve bunun adı da sentezdir. (hegelin diyalektiği)


(kimi filozoflar hegel'in kurulumuna karşı çıkacaktır ancak ne yöntemini ne de kuruluşu söz konusu edebileceklerdir, hatta daha çok, hegel'i sağlamlaştıracaklardır. örneğin marx onu dönüştürmeyi amaçlıyor ancak böyle yaparak onu başkalarından daha fazla sürdürmüş oluyor.)


hegel'e göre nitelikler ise birliğin içinde meydana gelir. örneğin şeker beyazdır, tadı vardır ve küp biçimindedir ve belirli bir ağırlıktadır. sonuç olarak nitelikler birbirlerinden ayrılmasalar da birbirlerini etkilemezler. bir bütünün içinde bir araya gelirler.

yani dışsal olan hiçbir şey (beğeni, duyumlar vs. ) gerçeği değiştirmez. ancak dışsal etkiye de karşı durmaz hegel. çünkü herşey değişim halindedir. (tez-antitez ve sentez yoluyla) ancak akıl bu bölünmelerin üstesinden gelir.

bilinç duyulan ve edinilen ile kirlenme korkusu yaşar. iyi ve kötüyü ayırmaya ve saflığı korumaya uğraşır. amacı ise çelişkileri ortadan kaldırmaktır. ancak tam burada aklın hilesi devreye girer. bilinçte olanın tersine bize çıkarların, tutkuların, gücün peşine düşmemizi söyler. buradan da özelin (kendi çıkarı olan sonlu bir varlığın) bilinçsiz de olsa tüme hizmet ettiğini gösterir hegel ve şunu ekler; "tümün karşısında özel fazla küçüktür. dolayısıyla bireyler harcanırlar ve unutulurlar."

hegel'in sanat kavramı: kant'ın evrensel olarak beğeni kuramından farklıdır. hegel'e göre sanat dış dünya ile iç dünya'nın uyuşmasıdır, hatta kimi zaman gerilimidir. bir sanatçının düşünce yapısı ve yaklaşımı eserinin (ressamsa portresinin) dış biçimini belirler. hegel özlellikle üç sanata değinir:

ilki simgesel sanat: dışsallık etmenler bütün ağırlığını ve tuhaflığını ortaya koyar. örneğin mısır sfenksi, aslan bedeniyle insan kafasından oluşur. bununla da bir hayvanın kendini insan biçiminden kurtarma çabası anlatılır.
ikincisi klaik sanat: uyumlu bir dengeye sahiptir ve düşünceyle tasarımın birliğidir.
üçüncüsü ise romantik sanat: duyularla algılanabilenler ölçüsünde bizi etkilemeye uğraşır.

sanatta yeni bir aşama bir öncekini ortadan kaldırmaz ancak belirli bir sanat çağının geçtiği de doğrudur. yine de beyaz bir fon üzerinde sanat devam eder. sanatı dönemlendirmeden de kaçınmak gerekir. simgesel sanat, klasik sanattan önce çıkabileceği gibi, diyalektiğe göre simgesel sanat da klasik sanattan doğmuş olabilir.

hegel'in öteki felsefi görüşlerini marx ile birleştirip inceleyelim.

karl marx:

çözümleme ve eleştirisini hegel'in devlet felsefesine yöneltmiştir. hegel'in devlet felsefesinin hemen hemen her cümlesini eleştirir.

hegel'de devlet, sivil toplumun üzerine onu sanki dışarıdan düzenlermişçesine konmuştur, oysa yapması gereken ona hayat vermek ve ondan ayrılmamaktır. birey hem devletin yurttaşı hem de sivil toplumun üyesi olacaktır.

marx, hegel'deki hükümdar ve taht varisi kavramının karşısına dikilir. çünkü bir halk kendisini böyle bir hükümdara ve onun kurduğu düzene teslim ederse, bu halk biçimsiz bir kitle durumuna gelir. marx'ı çileden çıkaran seçimin ve temsilin neredeyse tamamıyla reddedilmesi. ayrıc hegel'in şirketlere ve bürokrasiye verdiği önem.

marx keyfi yönetimden uzak durur. ona göre halk, devlettir. tek başına devlet soyuttur gerçekte somut olansa halktır. marx egemenliği halka verir. zaten insanı yapan yasa değildir, yasayı yapan insandır. maalesef, hegel çelişkilerin üstesinden gelmeye çalışmıştır ancak sonunda yolundan şaşıp en kötüsüne takılıp kalmıştır. marx ise özel ve tüm ile birliği sağlar.

marx baş döndürücü sonuçlara ulaşır. sanayinin ürettiği maldan işçinin kazandığı ücretin emeğiyle orantılı olmadığına varır. işçinin emeği var olduğu anda, bu emek ona ait olmaktan çıkmıştır. bu durumda işçinin aldığı ücret yalnızca yaşamını ve çalışmasını sürdürmesini sağlar. bu koşullarda da sanayici büyük artı değerler elde eder. gittikçe zenginleşir. kadınlar ve çocukların daha fazla sayıda sömürüldüğü bir işçi sınıfı ortaya çıkar.

Karl Marx

ancak marx'a göre işçi sınıfı kilittir ve değişimin efendisidir. "...çünkü büyük sanayi geliştikçe, burjuvazinin büyük malların üretimi ve mülkiyetini dayandırdığı temel, ayakları altından kayıp gider. ürettiği şey, hepsinden önce, onun mezarını kazacak olanlardır."(komünist parti manifestosu, 1848)

marx, hegel'in bozuk olduğunu düşündüğü sistemini yeniden düzenlemekle yetiniyor ve hegelciliği sürdürüyor. geleneğe bağlı kalıyor. bunu kendisi de kabul ediyor. das kapital'in ikinci baskısının önsözünde şöyle yazıyor:

"tam kapitalin birinci cildini yazacağım sırada, günümüzün kültürlü almanya'sında sözü geçen kibirli ve vasat yeni yetmeler hegel'e ölü köpek gibi davranmaktan zevk alıyorlardı. bu nedenle, kendimi açıkça bu büyük düşünürün öğrencisi olarak sundum."

marx, zorunlu olarak kapitalizmin sona ermesiyle özgürleşecek bir gelecek öngörüyor. karşıtı heidegger vardır. o da dağda, bayırda, ormanda avrupa kültürünün sarsılmaz temellerini vurgular.
marx'a göre krallıkta anayasanın halkı vardır; demokraside halkın anayasası vardır

friedrich nietzsche

kendisinden önceki tüm sistemleri eleyerek, geleneksel yöntemden çok farklı bir yönteme başvuruyor. soykütüğünü geliştiriyor, herşeyi karmakarışık hale getiriyor.

ahlakın soykütüğü bu yeni yönteme girişi sağlıyor. değerlerin kökenini şiddetin içinde buluyor. yapmamız gereken bu değerler tablosunda bir karara varıp bunu mutlak olarak kabul etmek değil, onu doğurmuş olan çoğu bilinçsiz güdülere ışık tutmaktır. insan iyi ile kötüyü nasıl yaratabilmiştir?

verdiği şu örnek çok ilginçtir. ilk başta efendiler, güçlüler, kudretliler her alanda baskındı: eylemlerinin, kuşkusuz ayaktakımı insaların tersine, iyi ve en yüksek derecede olduğuna inanırlardı. ancak yahudiler, en azından onların din adamları sınıfı, devrime girişir ve köleliğin savunuculuğunu üstlenir. yaşamı hor görmesiyle bilinen hıristiyan papaz, girişilen bu işi daha da ateşli sürdürür. hiyerarşi ve soyluluk silahla değil, hiççi tutumların kışkırtılmasıyla yıkılacaktır. zavallılar, yoksullar ve geri zekalılar galip gelirler. zayıfların bu gücü, güçlülerin zayıflığını göstermelerinden gelmiştir.

nietzhe bu çözümlemeyle sanıyorum iyiliğin, devrimci intikamın silahı olarak anlaşılması gerektiğinden bahsediyor.

Friedrich Nietzsche: 

böyle buyurdu zerdüşt'te ise eleştiriyi genişletiyor: devleti ve devlet düzenini yücelten toplumsal ahlakı yeriyor. "...soğuk canavarların en soğuğu küstahça yalan söylüyor ve işte ağzından dökülen yalan: ben, devlet, ben halkım." zerdüşt'e göre, devlet köleleştirir ve yararsızları zengileştirmekten başka hiçbir işe yaramaz.


nietzche aynı bakış açısıyla yozlaşmış hristiyanlığa karşı da savaşır. ahlak, göğün sesleri gibi tanrısal bir kökenden gelmez. zaten yardım etmemiz ve sevmemiz (sadaka, kardeşlik) gereken yakınımızdaki değildir, her birimizin içinde beliren üstinsandır.


nietzche felsefesine göre kötülüğü iyilikle yanıtlamamalıyız, çünkü düşmanı küçük düşürmüş oluruz. değerler yaratmalıyız. yaşamamızı zorlaştıran her ne varsa yıkmaya uğraşmalıyız.

"... kendisine kötü davranılmasına izin veren, köpeklere benzeyen adam cinsi, dilenen yağcı kişi, özellikle de yalancı, hor görülür: bütün soyluların temel bir inancı sıradan halkın yalancı olduğudur. işte antik yunan'ın soyluları kendilerini böyle anlatıyorlardı." (iyiliğin ve kötülüğün ötesinde)

felsefe, nietzche'in sert darbelerine dayanamaz. nietzche ruhla bedenin ikiliğini reddeder. "bedeni hor görenler bizi yaşamdan geri çevirirler; tamamıyla bedenim ben, başka hiçbir şey değil. ruh bedenin bir parçasını anlatan bir sözcüktür yalnızca..." (böyle buyurdu zerdüşt

nietzche herşeyi kenara bırakıp "düşünce düşünür"ü ortaya atar. der ki "düşünce ben istediğimde değil, kendi istediğinde çıkmıyor mu ortaya?"

aynı şekilde "düşünüyorum..." gibi kendi haricindeki pekçok felsefi kesinliği tümüyle reddediyor. şu cümlesi kayda değerdir: "...düşünce tarihine şimdiye dek rehber olan yüce değer yargılarının arkasında, bir takım yanlış anlamalar saklıdır...." (nietzche, şen bilim, önsöz)

auguste comte

felsefesinde birçok felsefenin belirgin varlığı mevcuttur. ancak comte bu farklı felsefeleri tek bir felsefe yapmıştır. zaten felsefe artık parçalanmıştır. comte yalnızca toplumsal olanla ilgilenir. ona göre bugünü geleceğe uyarlamak gerekir, zaten bugün de geçmişten çıkar. insanın kaderini iyileştirmek ve yeni, eleştirici bir toplum düzeni kurmak için şimdiden çalışmak gerekir. comte, sınırsız bireysel özgürlük savunucularını yerdiği gibi, tutucuları da yeriyor, çünkü bir düzen ve ilerleme getirmek de gerekiyor.


Auguste Comte: 

comte'a göre her bilim dalı tanrıbilimsel ya da kurgu denen bir basamaktan geçip pozitif bilgiye ulaşır. burada birinci tema: her bilim kendi içinde kısımlara ayrılır. fizik basınç bilimine, ısı bilimine, ses bilimine dönüşür gibi.
ikinci tema: insandan yola çıkarak toplumsal düşüncelere yöneliyoruz, çünkü bir bilim dalının ortaya çıkması için onun dayandığı ve onun ortaya çıkardığı şeyin saptanması önemlidir. 



üçüncü tema: toplumsallığın yüceliğine erişmek. toplumsal düzen, ilerleme ve birlikteliğin doğurduğu bir yasadır bu.
bu üç temaya "üç durum yasası" denir. comte bu sebepten filozofa büyük varlık'a yani tüm insanlığa hayranlık beslemeye yöneltecek bir misyon verir. comte bu özel olma halini, kibirden, reddedici bir kültürün desteklediği ölçüsüz bencillikten sakınır.

comte'un toplumsallığının ilkesi sevgi, temeli düzen, amacı ilerlemedir.
comte'a göre insan ölümden sonra ancak bir ölümsüzlüğe sahip olabilir. yine comte toplumun katı ve tutucu din algısını reddeder. belki bu sebeple dini simgelere bağlılığı yüceltmekten kaçınır. hatta insanlık dininin bilimi ortadan kaldırdığından söz eder.

henri bergson

20. yüzyıl fransız felsefesine egemen olmuştur. ayrıca ufkunu da oldukça geliştirmiştir. madde ve bellek eserinde beyin hücrelerinin anıları taşıdığı ve herhangi bir bozuklukta unutkanlığa, söz dağarcığının yitimine ve dolayısıyla konuşama kaybına yol açar sistemini işlemez duruma getirmiştir. çünkü bu durumda yara alan yalnızca anımsamanın aracıdır; anının kendisi dokunulmamış kalır. anı hep var olur. kanıt ise hafızanın geriye doğru yıkımı yasasıdır. (ribot yasası)

zihinde önce özel adlar kaybolur, sonra isimler, son olarak da fiiller. fiiller en son kaybolurlar çünkü bedenle yerine getirilebilen belirgin bir hareketliliği dile getirirler. en açık kanıtı ise: nöronları sarsan duygusal bir darbe unutulanları geri getirebilir. bir biçimde bir anı yeniden ele geçer, demek ki anılar silinmemiştir.

bergson'a göre anılar belleği ve alışkanlıklar belleği birbirine karşıttır. gerçekten de geçmiş iki biçimde süregelir. bir ezberlenen ders vardır, bir de belirli bir anda birinin gelmesi gibi bir anı. bergson'a göre bunlar aynı şey değildir.

bergson ahlakın iki temeli olduğunu düşünür. bir yanda toplumsal baskı, tutuculuk dolayısıyla önü kapalı ahlak vardır diğer yanda da ilerleme arzusu, topluluk dayanışmasındaki kardeşlik, yani açık ahlak.

bu iki güç birbirinin içine geçer. daha doğrusu her ikisi bir alana yansır. bu alan anlaktır.
bergson der ki "ahlakın temeli saf akılda bulunmaz." kant'tan ayırır kendini. örneğin geri verilmesi gereken bir emaneti sahiplenirsek, o artık emanet olmaz. kant'a göre burada zorunluluk ve ödev vardı.

dinde de aynı ikiliğe dayanır. bir yanda toplum bağını koruyan tabu, diğer yanda ölümden sonra yaşama inanç.

yine bergson'a göre barbarlık kapımızda fırsat bekliyor. çünkü zevke dalmış toplum, şimdiden fazlasıyla genişledi ve azalmanın yollarını savaşta bulacak. bergson'ın filozof anlayışı; halkların eğitimi için doğrudan çalışmalı, soykırımlardan korunması için insanlığa yardım etmeli.

gaston bachelard

gerçekliği reddeden bir bilimi yüceltmiştir. bunun için de aynı olanı çoğaltmak, başka'yı aynıya indirgemek gerektiğini düşünmüştür. kendisi bir bilim tasarımcısıdır aynı zamanda. kendisine göre gerçek bilim adamı alanındaki temelleri devam ettiren değil, yeniden sorgulayandır.

akılla gerçek birbirini güçlendirir. gerçekleştirme ve uygulama ise öznenin egemenliğine son verir. kendi verdiği örnek bunu çok iyi açıklar. "...eski aydınlatma tekniklerinde, aydınlatmak için bir maddeyi yakmak gerekirdi. edison'un lambasındaki teknik sanat bir maddenin yanmasını önlemektir. yani yeni teknik bir yanmama tekniğidir..."

hatta bechelard'a göre katı maddelerin tasarımıyla, yumuşak maddelerin tasarımının oluşturduğu iki kutup arasındaki eğrilmiş madde dahi bize bir birleşim sunmaktadır.

martin heidegger

şaşırtıcı tanımlamalara sahiptir. kendisinin nasyonal-sosyalist partiyle bağları bilinmektedir. üniversitede rektörlüğe atanmış ve hitler rejimi taraftarı olarak ortaya çıkmıştır.

felsefeci olarak kendisi varlık'ı sorgular. önceliği var olanı ne pahasına olursa olsun elemektir. var olanı varlık verir. bu temelde varlık bir biçim alamaz, ya da yer tutamaz, yoksa karşıtı olduğu var olanın içine düşer. zaten tek bir varlığın tanımını yapmak da olanaksızdır. çünkü daha geniş bir cinste kapsanmayı gerektirir.

heidegger'in varlığının tanımları şöyledir:
varlık, en genel olandır, aynı zamanda da tek olandır.
varlık aynı anda hem boşluk, hem doluluk ya da bolluktur.
varlık en iyi anlaşılandır, aynı zamanda da geri çekilmededir.

varlığı var olanlardan da çıkarabiliriz. temelde de varlık'ı boşluk olarak sezeriz. bir var olanın varlığı olan bir boşluk gibi. varlık ve var olmayı kendisi şöyle açıklar:

"var olan ile varlığın arasındaki ayırımın ne olduğunu, nereden çıktığını, neye dayanarak bu denli apaçık durduğunu ve bu apaçık durma hakkını nereden aldığını soramayız. var olan ile varlık arasındaki ayırım için en küçük bir neden de bulamayız.
var olanı bütünü içinde düşündüğümüzde ya da onu yaklaşık olarak da olsa basitçe düşünmeyi denediğimizde, var olan olsun varlık olsun, ya da her biri birbirinin yerine geçmiş ve birbirinin içinde erimiş olsun, yahut da ayırt edilmiş ama çok bulanık bir bağlantı içinde olsunlar, bununla tasarladığımız şey tümüyle belirsiz ve kararsız kalır. bu anlatımda bugünle sınırlı olmayan bir karışıklık çıkar. varlık deriz ve aslında var olanı kastederiz." (temel kavramlar)

bir de var olmayı dile yorar. "...çünkü işitmediğimiz şeyi anlamayız." zaten gerçek söz sessizlikle yoğurulmuştur çünkü burada-olma (varlık) ve burada olmama (yokluk)içinde aynı anda evriliriz.

jean paul sartre:
sartre'ın felsefesi anlaşılır olarak şöyle anlatılabilir, herhangi bir alet, nesne yapacak olsak, önce bu nesnenin nasıl olacağını tasarlarız. örneğin, bir masayı ele alalım. masa, kafasında bir masa fikrine sahip olan, masanın ne için kullanılacağını ve nasıl üretileceğini bilen bir insan tarafından imal edilmiştir. buna göre, masa, meydana getirilmeden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlanmıştır. masanın özüyle, masanın meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer şu sonuca ulaşırız; masanın özü, onun varoluşundan önce gelir. ancak sartre'a göre, insanda durum böyle değildir.

ilk bakışta insanın da bir yaratıcının, tanrı'nın eseri olduğunu düşünürüz. tanrı'yı, masayı imal eden marangoz benzeri doğaüstü bir sanatkar olarak görür ve böylelikle, tanrı'nın insanı yarattığı zaman, neyi yaratmış olduğunu bildiğini düşünürüz.

oysa, sartre tanrı'nın varoluşunu inkar etmiş bir düşünürdür. tanrı var değilse, sartre'a göre, insanın tanrı tarafından önceden belirlenmiş bir özü de olamaz. insan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. insan öncelikle varolur ve kendisini daha sonra kendi tanımlar. insan yalnızca vardır ve sartre'a göre, kendisini nasıl yaparsa, öyle olur.


Jean Paul Sartre

insanın önceden belirlenmiş bir özü olmasa da, o, sartre'a göre, bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. o, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söyler; taşın varlığı, kendi içine kapanık, kendisinden başka bir şey olamayan varlıktır.
söz konusu taş parçasının başka türlü olmak imkanı yoktur; o, daima bir taş olarak kalacaktır. bu, sartre'a göre, kendinde varlıktır.

buna karşın, insan, kendinde varlık -yani, taş parçasının var olduğu tarzda var- olmak dışında, kendisi için varlığa (yani, onu taş parçasından farklılaştıran varlık tarzına) sahiptir. yani, insan bilinçli öznedir; insan, varolduğunun bilincindedir. insanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bilmektedir. bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz. bilinçli bir varlık olan insan, 'ne değilse odur, ne ise o değildir.' yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır.

bir insanı şimdi olduğu şeyle tanımlayamazsınız, çünkü tanımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna girmiştir. bilinci insanı her zaman başka bir şeye , bir öteye götürür.

sartre'ın ahlak görüşü de eşsizdir: buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağından önce gelir. insanın ne olacağı ise, gördüğü dünya karşısında nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır. insan, bu bağımsızlık hali içinde bir tercihte bulunur.

sartre'a göre insan, özgürlüğe mahkumdur. insan özgür seçimleriyle kendisini tanımlar ve yaratır. buna göre, insan, kendisini yoktan var etmez, fakat bir dizi seçim ve karar aracılığıyla, varoluşunu belli bir öze dönüştürür, yani kendi özünü kendi oluşturur.

sartre'ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir. tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir.

bu nedenle sartre'a göre tek değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan özgürlük, katı bir ahlakı gerektiriyor yani doğru eylemi. onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığını da hatırlatır.

yani her çağ kendi doğrusunu kendisi yaratıyor. ahlak da buna göre değişiyor.

Entry'nin yazarı immanuelkantinsaygidegerbiryakiini'ni Twitter'dan takip edebilirsiniz