SİNEMA 9 Eylül 2020
40,8b OKUNMA     597 PAYLAŞIM

Yeni Netflix Filmi I'm Thinking of Ending Things'deki Alt Metinlerin Açıklaması

İzleyenleri sevenler ve sevmeyenler şeklinde ikiye bölen film çoğu kişiye anlaşılması zor geldi. İşte filmi aydınlatan bazı güzel açıklamalar.

filmin özeti şu cümlede saklıydı: "i have chains (zincirlerim var)."

Uyarı: Spoiler içerir.

hayali kız arkadaşına "i have chains" diye bağırır jake. jake'in gerçekten de zincirleri vardır. doğduğu yer, ailesi, büyüdüğü çiftliği, hayatındaki hemen hemen her şey ona zincir olagelmiştir. intihar etmeden önce kafasında canlandırdığı onca güzel şeye erişmesini engellemiştir bu zincirler. onun zincirleri aynı zamanda hayatın acımasız gerçekleridir de. her şeyin, işin sonunda sadece kemik yığınından ibaret olduğu gerçeğini ve yok olup unutulacağımızı bilmek aslında korkunç bir zincirdir. filmdeki muhteşem repliklerin birinde şöyle denir mesela: "her şey ölmeli, tek gerçek bu. insan umudunu kaybetmek istemez, ölümü aşabileceğini düşünür. her şeyin iyiye gideceği inancı insana özgü bir fantezidir. diğer hayvanlar ise anı yaşar. insanlar bunu yapamadığından umudu icat etmiştir".

filmin başlarında şu harikulade tabloyu gözümüze sokar yönetmen:


bunun acımasız bir nedeni vardır. tablo alman romantik ressam caspar david friedrich'e aittir. ismi de der wanderer über dem nebelmeer'dir. (wanderer above the sea of fog-bulutların üzerinde yolculuk.) romantizm akımının tam anlamıyla simgesidir. yüksek bir tepede, kayalıkların üstünde, sisli ve bulanık bir hayata karşı dimdik duran genç bir adamı resmeder. resim her anlamda romantik, heyecanlı ve kışkırtıcıdır. insanın yanına bu tabloyu alıp maceradan maceraya atılası gelir.

jake'in evinde böyle bir tablonun bulunması ise büyük bir komedidir aslında. gerçek ve hakiki bir komedi... yaşamın ta kendisi... jake; zeki bir insandır, düşüncelidir, hayalinde canlandırdığı kız arkadaşına sırf onun ayakları üşümesin diye kendi terliklerini verecek kadar centilmendir. büyük şairlerin büyük şiirlerini okur, çocuk yaşta biyoloji, kimya ve fizik üzerine kitaplar okumaktadır. klasikleri izlemekten hoşlanır. hayali kız arkadaşı, jake'in çocukluğunun geçtiği odaya girdiğinde görürüz ki jack'in kitaplığı inanılmaz kitaplar ve filmler ile doludur:


fakat bunların hiçbiri jake'in, boktan bir kasabanın boktan bir lisesinde hademe olarak yalnız başına, kimse tarafından hatırlanmayacak şekilde arabasında intihar ederek ölmesine engel olamaz. çünkü hayat robert zemeckis filmlerine hiç benzemez.

charlie kaufman'ın filmin ortalarındaki flashback sahnesinin yönetmeni olarak zemeckis'i seçmesinin elbetteki akıllıca bir sebebi vardır. muhtemelen zemeckis'in herkesçe bilinen ve çok sevilen forrest gump filmine atıfta bulunmuştur. "forrest gump", hepinizin de bildiği üzere tam bir "amerikan rüyası pazarlama" filmidir. "ne kadar aptal da olsanız; çabalar ve sisteme ayak uydurup sesinizi çıkarmadan her denileni yaparsanız elbet bir gün siz de bir şeyleri başarabilirsiniz" der film. halbuki "forrest gump" filminde görüp görebileceğiniz her şey birer saçmalıktan ibarettir. o film tam bir umut pornosudur. nasıl porno izlerken saatlerce sevişebileceğiniz ihtimalini hayal edip durursanız, forrest gump'ı izlerken de tüm hayallerinizin gerçekleşebileceğini düşleyip durursunuz. bu filmde jake üzerinden anlatılanlar ise forrest gump'ın bir antitezidir. forrest gump ne kadar aptalsa; bizim jake o kadar zeki ve entelektüeldir. forrest gump nasıl tamamen hayal ürünüyse; bu film her şeyiyle hayatın ta kendisidir.

"işlerin düzeleceği, hiçbir şey için geç olmadığı, tanrının senin için bir planı olduğu, yaşın önemsiz olduğu, umudun asla tükenmeyeceği, her işte bir hayır olduğu, herkesin aşkı bulabileceği... bunların hepsi sadece palavradan ibarettir". jake, ölümüne doğru giderken bu acımasız cümleleri sayıklar. işte hayat tam anlamıyla jake'in ağzından dökülen cümlelerdir. ne yaşayacağınız az çok bellidir. boş umutlar besleyerek yaşamaya çalışmanız çok acınası bir davranıştır. bazen ne yaparsanız yapın başaramazsınız. kendinizi john cassavetes'in başyapıtların biri olan a woman under the influence filmindeki mabel karakteri ile ölçüştürmenizin bir anlamı yoktur. çiftlik evinden ayrıldıkları araba sahnesinde jake, mabel karakteri için "çok güçlü ve büyük haksızlığa uğramış bir karakter" der. mabel'den kastı aslında kendisidir. kendini onun yerine koyarak konuşmuştur. kendisinin de bir şeyler yapabilecekken haksızlığa uğradığını düşünmektedir. fakat çok geçmeden hayali kız arkadaşı yani aslında yine kendisi şöyle cevap verir ona: "mabel, herkesi memnun etmek isterken tükenmiş ve böylece bir kurbana dönüşmüştür sadece". ve jake bu muhteşem cevaba bir şey diyemez. çünkü hayatını, zincirlerim diye tabir ettiği ailesi için harcamıştır. tüm ömrü onlara bakmakla geçmiştir. elli yaşında doğum günü kutlanırken annesinin de dediği gibi o yaşta bile hiç arkadaşı olmamıştır. ailesiyle tanıştırabileceği, terliklerini paylaşabileceği bir kız arkadaşı da olmamıştır. büyük bir fizikçi olma hayali ile yaşayıp durmuştur. çoğu insanın da başına geldiği üzere hiçbir hayali gerçekleşmemiştir.

ve filmin başından beri sayıklayıp durduğu o cevaplanmamış tek soruyu sorar kendisine: "hipoterminin başlaması ne kadar sürer?". ve ölmeden önceki o birkaç saniyede kendini son kez rahatlatmak ister ve aklından şunlar geçer: "domuz olduğun için kendine acımazsan gerisi o kadar da kötü değil. kurtçuk dolu domuzu da birilerinin oynaması gerek değil mi? neden sen olmayasın? piyango sana vurmuş. kaderini kabullenmelisin. sineye çekersin ve yola devam edersin".


ne yaparsanız yapın bazı şeyleri değiştiremezsiniz

bazı şeyler önceden bellidir aslında. hayali kız arkadaşın da dediği gibi "belki de başından beri biliyordum. belki de böyle biteceği belliydi". nerede doğduğunuz, babanızın mesleği, annenizin çalışıp çalışmaması, kaçıncı kardeş olduğunuz ya da tek çocuk olmanız, kaçıncı sırada hangi cinsiyetle dünyaya geldiğiniz, her akşam evde çay yapılıp yapılmaması bile sizin kaderinizi belirler. ileride ne olacağınız acımasız gibi görünse de az çok bellidir. o yüzden jake, tolstoy'a katılmaz. tolstoy, "mutlu aileler birbirlerine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" demiştir. jake'e göre ise her ailenin mutluluğu da mutsuzluğu da kendilerine özgüdür. peki bu ailevi döngüyü kıramaz mısınız? elbette ki kırabilirsiniz. filmin böyle bir iddiası yoktur. film, bunu kırabileceğinizi anlatmaya çalışmaz. bunu kırabileceğinizle ilgili tonla film yapılmıştır zaten. "forrest gump" örneğin... ama kolay kolay hiçbir film bunu "büyük çoğunluğun başaramayacağını" söylemeye cesaret edemez. çünkü kimse altı kurtlanarak, içten içe ölecek bir çiftlik domuzuna benzetilmek istemez. bunu duymak onlara ağır gelir. halbuki hakikat, acı da olsa budur.

anı yaşamaktan başka bir şansımız yok. sadece yaşamayı amaçlayan bir virüsten bir farkımızın olmadığını önünde sonunda kavramamız gerekiyor. bunun başka bir çözümü yok. ölecek, kurtlanacak, yok olacak ve unutulacaksınız. bunları duymanın acı verdiğini biliyorum ama gerçek olan bu. bir kuş gibi yaşamayı öğrendiğiniz an hakikate kavuşabileceğinizi bilmelisiniz. ardınızdan büyük eserler bırakmanızın bir önemi yok. jake gibi filmin sonunda nobel ödülü almanızın da inanın hiçbir önemi yok. bir önemi olduğunu düşünüyorsanız filmi oturup tekrar izleyin bence.


filmdeki birkaç ayrıntıya da değinmek istiyorum

filmde jake ve kız arkadaşının eve ilk kez girdikleri sahnede jake yandaki komidinin üzerinde duran termosu hemen alt rafa kaldırıyor. o termos aynı zamanda işe her gün yanında götürdüğü termosu. intihar etmeden önce arabaya bindiğinde de elinde bir tek o termos vardı. termosu saklama çabası, en azından hayallerinde o termostan kurtulmak istemesinden başka bir şey değildi.

filmde bahsi geçen william wordsworth, romantik dönemin önde gelen şairlerinden biridir. jake gibi romantik ve hayalperest bir insanın böyle bir şairi sevmesi hiç şaşılası bir tutum değildir.

yine filmde bahsi geçen anna kavan'a ait "ice" romanı, yazarın ölümünden önce yayımlanan son eseridir.

jake'in çocukluk odasında john carpenter'a ait pek çok film de görürüz. belki de kaufman, hayranlığından böyle bir şey yaptı. zaten tüm film sanki bir gerilim ve korku filmi gibiydi. korku filmlerinde rast gelebileceğiniz pek çok ögeye filmde denk gelmek mümkündü. zaten anlatılan her şey oldukça korkunç değil miydi?

yine jake'in odasında en üstte bir filme denk geliriz: a beautiful mind. filmde anlatılan her şeyin aslında jake'in sanrılarından ibaret olduğuna bir gönderme yapılmak istenmiş sanırım.

ayrıca yine filmde adı geçen david foster wallace intihar ederek ölen, amerikalı büyük bir roman, deneme ve kısa öykü yazarıdır. kendisini de bu vesileyle buradan bir kez daha anmış olalım.

ayrıca filmde jake'in hayalinin "büyük bir fizikçi olmak" olması da hoş bir ayrıntıydı. filmde zaman kavramı alıştığımız şekilde değildi. sanki film, bir kuantum dünyasında, geçmişin, şimdinin ve geleceğin içe içe geçtiği bir boyutta geçiyordu. zamanı böylesine eğip bükebilmek de anca bir fizikçiye yakışırdı zaten.