TARİH 25 Ekim 2021
53,9b OKUNMA     537 PAYLAŞIM

Yaklaşık 14 Bin Yıl Önce Battığı İddia Edilen Efsanevi Kayıp Kıta: Mu

Yeryüzünde insanlığın ilk ortaya çıktığı yer olduğu söylenen ve yaklaşık 14 bin yıl önce battığı iddia edilen bir yer Mu kıtası. Böyle bir yer gerçekten var olmuş olabilir mi? Nerede burası?

insanlık ilk olarak, yaklaşık 14 bin yıl önce pasifik'in derinliklerine gömülmüş olan bir kıtada ortaya çıkmış, bu kıtanın adı mu imiş. bu kıtada, çoğunluğu oluşturan beyaz ırk dahil olmak üzere, 10 farklı ırktan oluşan 64 milyon insan 7 büyük şehir kurmuş ve oldukça gelişmiş bir medeniyet haline gelmişler. 

kıtanın 15 bin yıl önce sular altına gömüldüğü anlatılsa da, oradaki medeniyetin 75 bin yıl öncesine gittiği söylenirmiş. bu kıtanın üzerinde yükselen medeniyette savaş, kavga veya şiddet içerikli bir şey yokmuş. yemyeşil alanlarda, verimli topraklar üzerinde yaşayan bu insanların kıta üzerindeki ulaşımı, üzerinde asla bitki yetişmeyen muntazam taştan yollarla sağlanır, şehirlerinde yine taştan yapılmış heybetli heykeller, tapınaklar ve evler yer alırmış.

mühendislik ve teknik becerileri günümüz teknolojisiyle baş edecek seviyede, belki daha da ilerideymiş. gemicilikte de oldukça gelişmiş olan bu uyarlığın, bulundukları yerden dünyaya yayılarak koloniler kurduğu ve bu koloniler arasında gemilerle çeşitli mallar taşıdıkları iddia ediliyor. yani, bugün bizim bildiğimiz en eski uygarlıklar olan antik mısır, sümerler, mayalar vb. medeniyetler aslında mu kıtasından gelen insanlarca oluşturulan medeniyetlermiş...


burada bir dipnot olarak: bunu "-miş"li biçimde anlattım çünkü artık yok olan bu kıtaya dair kesin kanıtlar sunmak mümkün değil. kanıt olarak gösterilen çeşitli şeyler olsa da bu iddialar bilim çevrelerince kabul görmüyor.

naacal kardeşliği de, bir tür misyoner topluluğu gibi düşünülebilir. bu gelişmiş uygarlığın inandığı birtakım dini öğretiler mevcut. din öyle çok güçlü bir unsur değil ancak günlük yaşamda önemli bir yere sahip. mu kıtası tarafından kolonilere din adamları gönderilmiş ve bu din adamlarına çeşitli yazıtlar verilerek muhafaza etmeleri istenmiş. antik bir dilde yazılmış olan bu şeylerdeki sembolik anlamlar da yalnızca bu kişiler tarafından anlaşılacak biçimdeymiş.

james churchward isimli bir ingiliz hindistan'da görev yaptığı sürede bir manastır üniversitesinde rahiplerden birine yardımcı oluyormuş. bir gün böyle eski bir yazıtı çözmeye uğraştığını görmüş yaşlı rahiplerden birisi ve ona yardımcı olmuş, buradan hareketle de gittikçe derinleşen bir arkadaşlık bağı kurmuşlar. meğer rahip, arkeolojiye meraklı, son derece de bilgili biriymiş. daha sonra bu rahip, james churchward'a elinde birtakım tabletler olduğundan bahsetmiş ama onları gösteremeyeceğini, bu tabletlerin yalnızca muhafaza edilmesi gereken kutsal yazılar olduğunu söylemiş. aylar süren çaba sonucunda churchward, rahibi ikna etmiş ve kafa kafaya verip, naga harf ve sembolleriyle yazılmış bu tabletleri tercüme etmeye başlamışlar. binlerce yıllık kutular içinde muhafaza edilen ve hiçbir şekilde el sürülmeyen, tapınağın gizli bir yerinde durup duran bu tabletlerin bazıları kırıkmış, onarmışlar, bazıları da kayıpmış.

efsaneye göre naacal tabletleri, yaklaşık 15 bin yıl önce insanlığın anavatanı olan mu kıtasında yazılarak önce burma'ya getirilmiş daha sonra da hindistan'a götürülmüş. ve yine efsaneye göre, çeşitli antik uygarlıklara misyoner olarak yollanmış naacal kardeşliğinin her bir üyesinin tapınağında aynı tabletler olmalıymış. bunun üzerine churchward, kayıp olan tabletleri aramaya burma'ya gitmiş ancak tabletlerin kendilerinden çalınarak hindistan'a götürüldüğünü iddia eden sinirli bir rahip tarafından deyim yerindeyse köpek çekilerek eli boş dönmüş.

o sıralarda iskoçyalı bir minerolog olan, daha sonra arkeolojiye merak salan william niven tarafından, meksika'da keşfedildiğini iddia ettiği birtakım tabletler eline geçmiş ve bu tabletleri de deşifre etmek için işe koyulmuş. bu tabletlerin naacal tabletlerindekilerle aynı şeyleri anlattığını, zaman zaman naacal tabletleri ile aynı sembolleri kullandığını keşfetmiş. ancak bu tabletler, naacal tabletleri gibi naga harf ve sembollerinden değil, uygur ve kuzey sembollerinden oluşmaktaymış. bu nedenle bu tabletlerin naacal tabletleri gibi mu kıtasında yazılıp daha sonra bugün bildiğimiz kıtalara getirilmediğini, 15 bin yıl önce yaşanan felaketten sağ kurtulan mu kıtası sakinlerinin yazdığı sonucuna ulaşmış. niven'ın tabletleri efsaneye göre, meksika'dan amerika'ya giden bir gemiyle taşınırken geminin batması sonucu tamamen yok olmuş. ancak churchward bu tabletlerden öğrendiklerini naacal tabletleri ile harmanlayarak çeşitli kitaplar yazmış ve hayatını da bu tabletlerde anlatılan doğru olduğunu ispatlamaya çalışarak geçirmiştir.

naacal tabletlerinde anlatılan yaradılış hikayesi, hint, sümer, eski türk ve antik mısır mitolojilerinde yer alan hikayelerin temeli gibi.

“başlangıçta, evren sadece bir ruh veya özden ibaretti. her şey yaşamdan yoksun, donuk, sessiz ve suskundu. uzayın enginliği ıssız ve karanlıktı. sadece yüce ruh, büyük ezeli güç, yaratıcı, yedi başlı yılan (narayana), dipsiz karanlığın içinde yol alıyordu. o, alemler yaratma arzusu duydu ve alemler yarattı. o, dünyayı ve üzerindeki canlıları yaratma arzusu duydu ve dünyayı ve üzerindekileri yarattı.”

burada bir dipnot olarak, yaratıcının gerçekten yedi başlı bir yılan olduğunu düşünmüyorlar, o sadece bir tür sembol. yedi başlı yılanın her biri üstün bir bilinci temsil ediyor. evrenin yaratılışı, yedi zihnin her birinin verdiği emir sonucunda gerçekleşiyor. yedi emir şu şekilde:

1. şekilsiz, boşlukta dağılmış duran gazlar bir araya gelsin, o gazlardan bir dünya şekillensin. ve gazlar fırıldanan dönen bir kütle hâlinde bir araya geldiler.

2. gazlar katılaşsın ve dünyayı oluştursun. ve gazlar katılaştı; bir kısmı daha sonra suları ve gökyüzünü oluşturmak için dışarıda kaldı; bir kısmı da yeni dünya tarafından sarıldı. karanlık çökmüştü ve hiç ses yoktu; çünkü daha ne gökyüzü oluşmuştu, ne de su.

3. dışarıda kalan gazlar ayrılsın ve gökyüzü ile suları oluştursun. ve gazlar ayrıldı. bir kısmı suları oluşturdu ve sular dünyanın yüzünü, hiç toprak görünmeyecek şekilde sardı. suları oluşturmayan gazlar gökyüzünü oluşturdu. gökyüzü, içinde ışığı barındırıyordu. ve güneşin ışınları gökyüzündeki ışığın ışınlarıyla karşılaştı. ışık doğdu ve dünyanın yüzünü aydınlattı. gökyüzü, içinde sıcaklığı da barındırıyordu. ve güneşin ışınlar gökyüzündeki sıcaklığın ışınlarıyla karşılaştı ve ona hayat verdi. artık dünyanın yüzünü ısıtacak sıcaklık vardı.

4. dünyanın sardığı gazlar toprağı suyun üzerine yükseltsin. ve yeraltının alevleri, toprağı, onu kaplayan suların üzerinde belirene dek yükseltti ve kuru toprak ortaya çıktı.

5. sulardan yaşam doğsun. ve güneşin ışınları, suların çamurunda dünyanın ışınlarıyla karşılaştı ve orada kozmik yumurtalar (canlı hücreler) oluştu. bu kozmik yumurtalardan, emredildiği gibi yaşam doğdu.

6. karada yaşam doğsun. ve güneşin ışınları, kuru toprağın tozlarında dünyanın ışınlarıyla karşılaştı ve onlardan kozmik yumurtalar meydana geldi. bu kozmik yumurtalardan da karada yaşam doğdu, tıpkı emredildiği gibi.

7. bize benzeyecek olan insanı yaratalım ve ona, bu dünyayı yönetmesi için güçler bahşedelim. ve sonra narayana, yedi başlı zihin, evrendeki her şeyin yaratıcısı insanı yarattı; onun bedenine yaşayan, ölümsüz bir ruh yerleştirdi ve insan, zekasıyla narayana’nın benzeri oldu. ve yaratılış böylece tamamlandı.

naacal tabletlerinde bu yedi emrin gerçekleşmesinin ne kadar sürdüğüne dair bir bilgi bulunmuyormuş yani semavi dinlerde görülen "tanrı evreni altı günde yarattı, yedinci gün dinlendi" efsanesinden ayrıldığı nokta bu. naacal tabletleri bir süre vermiyor, yani bu evreler belki milyonlarca yıl içinde tamamlanıyor olabilir.

buraya kadar sanki antik efsanelerle modern dünya kavramının harmanlanıp sentez edildiği bir yaratılış hikayesi gibi. aynı hikaye çeşitli coğrafyalarda benzer şekilde anlatılıyor, bazılarında da suda başlayan yaşam, bir kaz suretine giren tanrının suya bıraktığı bir yumurta ile başlıyor. (bkz: mısır'ın ölüler kitabı)

kaz meselesine girmişken türklerin yaratılış efsanesine de değinmek isterim. orada da başlangıçta daha hiçbir şey yokken, tanrı ve insanın birer kaz suretinde uçup durmakta olduğundan bahsedilir. daha sonra tanrı suyu ve yeryüzünü oluşturur.

"yerin yer olduğunda, sularla kaplıydı her yer,
ne gök vardı, ne de ay, ne güneş, ne de bir yer.
tanrı uçar dururdu, insan oğluysa tekdi,
o da uçar, dururdu, sanki tanrıyla eşdi.
uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı"

bunun dışında türklerin kurttan türediklerini öne süren kurt efsanesinde de kurdun on oğlu olduğu ve bu on oğuldan on türk boyunun türediği öne sürülür. bu da kayıp kıta mu'da yaşayan 10 farklı ırkla benzerlik gösteriyor. yine türk mitolojisinde sıkça karşımıza çıkan ve semavi dinlerdekine de benzerlik gösteren ama onlardan farklı olan "ruh" kavramı var. mu inancına göre ruh, insanda olan bir şey ve tanrının bir parçası. insan ölse bile ruhu ölmüyor ve çeşitli suretlerde tekrar yaşama dönüyor ta ki sevgiyi öğrenene dek. sevgiyi öğrenen, özümseyen ve kavrayan bir ruh tekrar yaratıcısına dönüyor. türklerdeki ruh anlayışı benzer şekilde ama bize göre dağın taşın da ruhu var, hatta yer altında yaşayan kötü ruhlar da var, bizde de ruh ölmüyor ama birkaç noktada ayrışıyoruz.

mu inancına göre mu'nun hükümdarına "güneşin oğlu" (ra mu) lakabı veriliyor ancak sadece bir ünvan. gerçekten tanrının oğlu olduğunu düşünmüyorlar. ve güneş de tanrı değil aslında, tanrının bir sembolü. yani, güneşe tapılmıyor ama tanrı güneş ile özdeşleştirilmiş. mu'nun bir kolonisi olan antik mısır'da güneşin bir tanrı olarak kabul edilmesinin temelinin buradan geldiği öne sürülüyor. hatta bu kıtada tapınaklar damsız yapılırmış ki insanlar dua ederken güneş ışınları onların üstüne düşsün.

naacal tabletlerine geri dönersek, bu tabletlerde kadının yaratılışına dair de şöyle bir şey var:
"ilk insan iki öze sahipti. bu ilk yaratım, ilk adam uykuya (bugünkü anlamıyla ölüm) yatırıldı. uykusunda özler ayrıldı ve ilk insan iki oldu: bir adam ve bir kadın. bundan sonra, erkek ve kadın çoğaldı. bu ilk çiftten tüm dünya insanla doldu."

churchwald bu durumu antik yunan mitolojisindeki ilk başta kadın ve erkeğin tek vücutta, dört kollu, dört bacaklı (vb.) olduğu ve tanrılara kafa tutmaya başladığı için bunların ayrıldığı efsaneye benzetiyor. o efsaneye göre tanrılardan biri artık kendilerini rahatsız etmesin diye kadın ve erkeği tek vücuttan ayırmış, böylelikle fiziki olarak daha güçsüz olmuşlar ve ruh eşlerini aramakla meşgul olduklarından tanrıları rahat bırakmışlar. churchwald yine bu efsanenin de kaynağının bu yazıtlar olduğunu öne sürüyor.

kıtanın nasıl ortadan kaybolduğuna dair de bilgiler içeren naacal tabletleri hakkında churchwald şöyle yazmış:

"mu’yu ve onun yıkımını anlatan yüzlerce yazı, ayrıca troano elyazması, borgian codex ve codex cortesianus gibi maya eserlerinde görülen süslemeleri oluşturan karmaşık semboller olsa da dünyada bu yıkımın nasıl gerçekleştiğini anlatan yalnızca iki tane tablo veya resim buldum. biri mısır’a, diğeri kuzey amerika yerlilerine ait. fakat bu ikisi arasında göze çarpan bir farklılık var. mısır çizimi mu’nun bir ateş çukuruna düşüşünü gösterirken, kızılderili resmi ise kıtanın üzerini kaplayarak onu derinlere gömen suları anlatıyor, yani mu’nun yıkımının iki safhasını. dolayısıyla çizimlerin ikisinin de doğru olduğu görülüyor. bu iki halk da şimdi aralarındaki büyük uzaklığa rağmen, o zamanlar mu’nun yıkımının bilimsel sebeplerini biliyordu."

kıtanın ortadan kaybolmasına dair beni en çok etkileyen de, anlamsızca günümüz türkiyesi ile bağdaştırdığımdan dolayı, lhasa belgesi'nden şu söz: "eğer üstünlüklerinin, giyinip kuşandıklarından değil ürettiklerinden kaynaklandığını unuturlarsa, onlar da aynı akıbete uğrayacaklar."