SANAT 13 Kasım 2019
18,2b OKUNMA     611 PAYLAŞIM

Uluslararası Şöhret Kazanan İlk Afro-Amerikan Ressam: Jean Michel Basquiat

19 yaşında tanınırlığa kavuşan, Madonna ve Andy Warhol ile ilişkileri bulunan ve maalesef 28 gibi çok erken bir yaşta hayatını kaybeden bu değerli ressamı tanıyalım.


jean michel basquiat ve ruhunun ücrasında yaşamak

jean michel basquiat, asırlar önce haiti ve puerto rico’ya afrika'dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve sömürgecilerin asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyah ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

babası muhasebeciydi, annesi matilde basquiat, oğlunun sanatçı olmasını isteyen, ruh dünyası karmaşık, suskun ve kederli bir kadındı (gariptir, andy warhol’un çizdiği tabloda gülümserken resmedilir). basquiat’ye siyah atalarının mirasını devreden yine annesiydi. çocukluğuna ilişkin en canlı anılarından birisi, yağmurlu bir günde annesinin elinden tutup guernica’yı görmeye götürüşü ve annesinin o görkemli tablonun önünde, şirin bask kasabasında ölenler için hüngür hüngür ağlayışıdır. basquiat, annesine başının üzerinde ansızın beliren bir taçı işaret edişini ve uçarı bir gülümseyişle annesini teskin edişini anlatır yakın arkadaşlarına. yaşadıklarının hepsini göçmen kuşlara paylaştıran bir anneydi matilda ve basquiat, onun hüznünü anlamayan babası gerard’ı asla bağışlamadı, onunla hiç özdeşleşmedi.


tom wolfe, bohem sanatçı için “burjuvanın bir türlü yapmaya cesaret edemediği şeylere girişebilen sanatçıdır” der. gerçekten de postmodern dünyamızın her zaman bu tür asil savaşçılara gereksinimi var, hani bulutları aşıp gelecek eski savaşçılara, sanat dünyasının primitif imge dehalarına. 1950’lerde bu savaşma görevini, greenberg’den devralan jackson pollack üstlenmişti. 1980’lerde ise warhol’un mirasçısı basquiat bu boşluğu doldurdu. akademisyenlerin dışında sokağı yurt edinen sanatçıların, plastik sanatlar dünyasına girdikleri ve kuralları altüst eden bir görsel sanat önerdikleri dönemdi bu. post-modern çağın, postmodern çağa dönüştüğü yıllar!

ilk gençlik yılları sorunlarla geçen basquiat, üniversite eğitimini tamamlamasına aylar varken yarıda bıraktı. yakın arkadaşı al diaz ile soho’nun ara sokaklarını mesken edindi, duvarlarını süsledi. çok geçmeden yarattığı samo persona’sı ile sokakların tanıdığı bir kimliğe büründü. sanki bir bulvardaydı basquiat, ışıl ışıl güneşli bir bulvarda, sürekli koşuyordu, zor değildi koşmak onun için, çünkü hiçbir şeyi yoktu. kollarında yaşlı bir evsizi tuttu kimi zaman, kimi zaman naif yürek atışlarını fahişelelerin. görünmezliğini korudu basquiat, ta ki 1981’de psi gallery’deki ilk sergisine dek, artık istese de saklanamazdı.

bir sanatçıyı inceleme süreci onları birer metin gibi okumak değil, daha çok onların gerisinde durup, omuzları üzerinden, onların kendilerini okudukları kültürel metni okumaktır. basquiat’nin bilinçdışında beyazların yöresinde nasibsiz kalmanın, uyrukların içinde uygunsuz biri olmanın derin izleri olduğunu söyleyebilirim. söyleşilerinde “siyahi ressam”, “siyahi sanatçı” olarak anılmaktan duyduğu rahatsızlığı sıkça dile getirse de, kahramanları olarak charlie parker’ı, joe louis’i, sugar ray robinson’u, muhammed ali‘yi resmedişi rastlantısal değildir. yalnızca picasso ve matisse’nin yakalayabildiği bu “kara kıta”nın kolektif primitif imge mirasını, kent kökenli bir genç siyahın (örneğin two heads in gold tablosundaki maske şeklindeki yüzlerle) yakalamış olması ilginçtir.

Two Heads In Gold (1982)

basquiat’nin sanatında bir diğer baskın tema onun bitmek tükenmek bilmez ölüm arzusudur. uyuşturucu komasından çıktıktan sonra brian kelly ile yaptığı söyleşisinde şöyle der: “insanlar benim uyuşturucuyu bırakıp bırakmayacağımı ne diye merak ediyorlar, anlamıyorum. benim ölebileceğimi söylediklerinde bilmiyorlar ki ben zaten o noktadan sayısız kez döndüm!”

ölümün yeniden bir diriliş olduğuna inanıyordu basquiat ve her dem kanayan bir adamdı. pollack gibi, warhol gibi ancak ölümün bir sanatçının gerçekleştirebileceği en görkemli eylem olduğunu hissediyor, ölümü panteona bir geçiş olarak görüyordu. zambakların, zakkumların, cezayir menekşelerinin arasında bir “yaban süseni”ydi basquiat. biliyordu ki ölen, solan sakinleşmez, daha bir karşı dururdu. ve hiçbir şey daha hüzünlü değildi, yanıbaşında kendi mezarını görmekten.

basquiat’nin ölüm arzusunu ve geniş uykulara daldığı son yolculuğunu anlamak için ölümü bir arketip olarak derinliğine imleyen louise glück’ün dizelerine başvurmak gerek:

“acımın sonunda
bir kapı var.

duy beni: senin ölüm dediğini
hatırlıyorum ben.

korkunç bir şey kalmak
bir bilinç olarak
kara toprağın altında.

her şey biter sonra: korktuğun, bir
ruh oluşun ve beceremeyişin
konuşmayı, ansızın biter, katı toprak
bükülür azıcık. ve benim
kuş sandıklarım dalar çalılar arasına.

sen ki hatırlamazsın
öteki dünyadan geçişini.
sana yeniden anlatırım derim: kim ki
döner gelir unutuluştan, döndüğünde
bulur kendi sesini:

hayatımın tam ortasından
görkemli bir kaynak fışkırır, koyu mavi
gölgeler gökrengi denizde.”

Philistines, 1982

basquiat’nin yapıtları sadece bakarak her şeyi görebileceklerini sananlar için çetin ceviz yapıtlardır. basquiat eserlerinde konuşulamayanı dillendirmeye çalışmıştır. insana ait olanın bozuluşunu karikatürize etmeye çalışır. yapıtlarında siyah adamın sömürülmüş bedeni ve ruhu, parçalanmayı, yabancılaşmayı, terk ediliş ve ölümü temsil eder. siyahi bir kadını resmettiği başlıksız bir tablosunda “detail of maid from olimpia” işaretinin altından adeta kan damlar. eleştirdiği hem sömürgeciliğin kendisi hem de sömürgeciliğin kültür ve sanat dünyasında yansımalarıdır. çirkin ve grotesk tablolar yaratmış oluşu, tam da basquiat’nin vermek istediği mesajla örtüşür. çirkin olanın maskesi ancak bu şekilde düşürülebilirdi. basquiat, böylece avrupa merkezli güzellik kavramının altını oyar, martinik doğumlu frantz fannon’un “siyah deri, beyaz maske” kitabında yaptığı gibi, sömürgeciliğin karanlıkta kalan çirkin gerçekiliğini çarpıcı bir dille resmeder.

basquiat’nin yapıtlarında siyahların bütün olarak çizildiğine rastlamazsınız. hayranlık duyduğu kahramanlarının çizimlerinde bile bir eksiklik duygusu, bir parçalanmışlık duygusu egemendir. siyah erkek figürleri hep kendi başlarınadır ve beyazların yöresinde asimilasyona uğramışlığı ve izolasyonu temsil eder. “native carrying some guns, bibles, amorites on safari” tablosunda görsel olarak bu bütünlükten yoksun siyah imgesini izleyicinin adeta gözüne sokar. tablonun sağ alt köşesine ustaca “size altından söz etmiyorum bile” (“i won't even mention gold, (oro)” cümlesini yerleştirir ve iskelet benzeri imgelerin arkasındaki eleştirel bakışa işaret eder. taçlar (peso neto) tablosunda, başlarında taçlar olan siyahlar, başında yine taçlar olan ama yalnız başlarına duran beyazlarla birlikte yer alırlar ki gölgelerin dünyasında siyahların görkemine göndermedir. untitled 1981’deki üç noktalı taç figürü, onun sanatsal ölümsüzlüğünün simgesidir.

Native Carrying Some Guns, Bibles, Amorites on Safari, 1982

bir ressam için çizmek sonuçta kendini ifade etmektir, kendinle konuşmak, kendinle halleşmektir ve bir gereksinimdir. belki de bu nedenle sanatçı, kimse için değil kendisi için çizer, resmeder. fırçayı kullanma biçimi, üslubu, sanatçının iç dünyasının dışavurumudur ve temelde özgürlüğü temsil eder. basquiat’nin tablolarında yoğunluk, içtenlik, sahicilik yanısıra, kimsesizlik, yalnızlık, ıssızlık ve çile çekişi buluyorum. ölüm ve çürüyüşü bile cümbüşvari, coşkulu bir anlatımla resmediyor. yapıtlarına sokuşturduğu metinleri, efsanelerdeki gibi ana yurdundan uzaklarda hapsolmuş asil bir ruhun şakıyışına benzetiyorum.

sanat dünyasına paranın, reklamın pervasızca sokulduğu yıllarda, basquiat’nin yalnızca paranın ve şöhretin peşinde koştuğunu düşünmüyorum. yapıtlarında taç ile resmedilen şöhretin, onun kaçınılmaz yazgısı olduğu açık. ya oyunun dışında kalacak, ya da sanat tarihinde yerini alacaktı. o ikincisinde karar kıldı ve dönüşü belli olmayan bir yolculuğa çıktı. greg tate, basquiat için “…böyle yaparak tarihte yerini aldı, eleştirmenlerin, sanat tarihçilerinin gözünde batı resim sanatının büyük beyaz ustalarının yanında yer aldı” der. ne var ki, beyazların egemenliğindeki sanat dünyasında kendi rolünü oynarken, hayatını risk ettiğini, bu yolculuğun tümüyle bir kendini adama olduğunu belki de hiç farketmeyecekti. bu zor tercihin yarattığı çatışmalar, sonuçta kendini çarpıtma ve kendini sakatlama dürtüsü olarak ele verdi.


jean-michel basquiat, 1988 yılında henüz hayatının ve sanatının baharında iken uyuşturucu koması sonucunda, rene ricard’dan sözleriyle, “ölümsüzlüğün sessiz eflatun rengi ehramlarına bürülü” olarak hayata gözlerini yumdu. afrikalı atalarının özgürce yaşadıkları kara topraklara ölüme ulanarak kavuştu. kendi ruhunun ücrasında yaşayan basquiat için gidilecek yer hiç de uzak değildi. geride zihinleri karıştıran, uyaran, zorlayan yapıtlar bıraktı. postmodernizm ve neo-expresyonist akımın chatterton’u, amerikan resminin goya’sı, soho’nun charlie parker’ı olan basquiat’nın yaralı ama asil ruhu şadolsun! 

yüzünü granit işaretlere yaslayarak göçerken kulağımıza şöyle fısıldıyordu:

“ruhlar nesnelere benzer.
niçin bütüncül kalsın, tek bir biçime sadık kalsın,
özgür olmak varken?

samet köse
charleston, south carolina

Modern Hayattaki Yalnızlık, Sessizlik ve İzolasyonun Kült Ressamı: Edward Hopper